12 Şubat 2010 Cuma Saat 15:54
12.00
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Hakikat’in üretilmesine yönelik felsefi yaklaşımlar, her
türlü verinin kendisine göre anlam kazandığı, toplumsal/siyasal formasyonun
kaynağını oluşturan bilgiyle ilgilidirler. Bu yaklaşımlara göre bilimsel bilgi,
evrenselci geleneği oluşturan evrenselcilik ile tarihselliği öne çıkaran
göreceli/tarihselci olarak ayrılır. Bu geleneklerden evrenselci alanı evrensel,
mutlak hakikatlere ulaşılabileceğini varsayar. Bu bilgi kavrayışının iktidarla
ilişkisi, siyasal sonucundan kaynaklanmaktadır. Siyasal iktidar, toplumun aşkın
bir hakikat ilkesine göre tasarımı ve biçimlendirilmesi için bir model sunar.
Dolayısıyla, insan iradesine, eylemine yer veren politik alanın yerini
aydınlanmış bir elitin bürokratik aygıtı alır. Modernizmin evrenselciliği
sosyal bilimlerin başarısından çok, doğa bilimlerinde erişilen başarının bir
sonucudur. Pozitivizm bilgi teorisinin kesinliğinden değil, doğa bilimlerinin
başarısından güç almıştır. Doğa bilimlerinin başarısını toplumsal/siyasal
teoride tekrarlayabilmek için pozitivizme başvurulmuştur. Doğa bilimlerinde
ulaşılan kesinliklerin, sosyal bilimlerde de ulaşılabileceği ve modernizme
geçişte yaşanan toplumsal karışıklıkların, düzensizliklerin kesinlik taşıyan
toplumsal yasalarla çözüme kavuşturulacağı düşüncesi, doğa bilimi yöntemlerinin
sosyal bilimlere aktarılmasına neden olmuştur. Bunun en yaygın kanıtı
pozitivizm ve historisizm’dir (tarihselcilik).
Pozitivizm, toplumsal olayların doğa olayları gibi
neden-sonuç ilişkisine dayandığı varsayımından hareketle toplumsal bilimler
için geçerli mutlak kurallar keşfetmeye çalışır.
Wagner’e göre, modernlik bir özgürlük söylemi içerdiği kadar
disiplin altına alma söylemi de içerir. Bunun göstergesi, eski rejimden
kopuşlar olduğu kadar süreklilikler de olmasıdır. En önemli süreklilik, aydınlanmanın
toplumsal pratiklerini mümkün kılacak araç devlettir. Wagner, devralınan devlet
dahil, kurumsal araçlarla modernlik projesi önüne sırlar çekildiği, toplumun
bütün üyelerini kapsamaktan uzak olan döneme ‘kısıtlı liberal dönem’ adını
vermiştir. Kısıtlı liberal dönemin krizi, kırdan kente kitlesel göç, yerinden
edinme süreçleri ile kentte yığınların oluşması, hukuksal eşitliğe karşılık
toplumsal eşitsizliklerin derinleşmesi, kadın ve işçi sınıfının yurttaşlık
talepleri modernliğin ilk krizlerini yaratmıştır. Bu krizin çözülmesi için
rasyonellik ilkesi en üst düzeye çıkarılarak ‘refah devleti’ ile
kapanma/yeniden yerleştirme yaşanmıştır. Devletin, yeni üretim tarzı
çerçevesinde düzenleyici işlerinin yanı sıra biçimlendirici işlevler üstlenmesi
ve toplumda çok geniş bir alana yayılması, sosyal adalet kavramı çerçevesinde
gelirin yeniden dağıtımını üstlenmesi, toplumun taleplerini devlet aygıtına
iletmek için örgütlenmesine yol açmıştır. Devlet/Toplum ayrımı, özel alanda
yaşanan çelişkilerin siyasal alana aktarılması, devletin toplumsal alana
nüfuzundan dolayı belirsizleşmiştir. Kamusal otoritenin özel alanı kapsayan
genişlemesi, karşıt süreç olarak toplumsal gücün yerine, devlet gücünün
ikamesiyle bağlantılıdır. Toplumun devletleştirilmesi ile koşut olarak kendini
dayatan devletin toplumsallaştırılması şeklindeki bu diyalektik, devlet ile
toplum arasındaki bu gerilimi aşındırmıştır. (Habermas, 1997)
Örgütlenmiş modernliğin, bilimsel bilgi içerisinde ikinci
yaklaşımı olan tarihselcilik, modernizmin evrenselciliğinin, toplumsal yaşam
üzerinde ulus-devlet aracılığıyla kurulan bir tahakküme dönüşmesi olarak görür.
Gerçekten de, 1970’lere gelindiğinde örgütlü modernlik ve aydınlanmacı akıla,
ekonomik krizden önce gündelik yaşamın en ince ayrıntılarına kadar müdahaleye
varan devlet kapsayıcılığına, bireylerin edinimlerini belirleyen pratikleri
uygulayan kurumlara karşı bir tepki gelişmiştir.
Modernizmin evrensellik iddiasının sorgulanması, fizik
bilimlerinde yaşanan gelişmelerin yanında, dil kuramları ile de bağlantılıdır.
Dildeki her parçanın diğer parçalarla ilişkilenmesinin belirlenmesinden
etkilenen sosyal bilimciler toplumu açıklamakta da aynı kavramları kullanmayı
denemişlerdir. Tarih yapan, özne bilinci taşıyan kolektif özne ya da sınıf kavramlarını içeren mutlak,
bütüncül, belirlenimci söylemler yerini, stratejik bir mücadele içeren,
tarihsel ve toplumsal uzam içerisinde şekillenen hegemonya söylemlerine
bırakmıştır. Bu doğrultu da çoğulculuk, çok kültürlülük, çok hukukluluk gibi
kavramlar modernizme karşı post-modernizmle özdeşleştirilen kavramlar biçiminde
siyaset kuramına yansımaktadır. Bu siyaset ‘parçalı siyaset’ adını almaktadır.
Radikal demokrasi söylemini geliştiren Laclau, ilişkiler sistemini belirleyen
kurallar sistemi yani yapısalcılık yerine, hiçbir parçanın yerinin önceden
sabitlenmediği, parçacıkların kısmi ve göreli olduğu post yapısal bir duruma
dikkat çekiyor. Element adını verdiği parçalar, sabit momentlere dönüşmemekte,
sistem hiçbir zaman tam olarak kapanmamaktadır. Bütünlüğün söylemsel düzeyde
kurulabilmesi, siyasal alanın genişlemesi, mücadelelerin çoğullaşması ve çok
sayıda kolektif öznenin yer alması demektir. Toplum, antagonizmalardan
(uzlaşmaz karşıtlıklardan) kuruludur. Diyalektik karşıtlık şeylerin
nesnelliğini yok etmez ama antagonizma bir varlıktan iki ayrı varlığın çıktığı
durumdur. Varlığın kendi içinde değil ‘öteki’ne göre tanımlayan kimlikler
oluşur ve antagonizmalar çoğullaşır. Çoğullaşan antagonizmalar yeni sağa
eklemlendikçe ya da birbirleriyle ilişkili hale getirilebildikçe radikal
demokrasi gerçekleştirilebilir.
Bilginin bilimsel bilgi olarak evrensel veya tarihsel
olmasının ötesinde bugün techne ve information bilgisi, bilimsel bilgiden,
felsefeden kopuş göstermektedir. Techne, insanın ihtiyaçlarına göre doğa
üzerinde ve diğer insanlar üzerinde egemenlik kurma çabasının aracıdır. İnsanın
doğayla kurduğu ilişki türü, üretim-tüketim süreci, insanlar arası ilişkilerin
niteliğini de belirler. Bu açıdan, insan emeğine dayalı toplumsal üretim
tarzının başat olduğu bir feodal toplumda kurulu bir yapının toplumsal
ilişkileri ile politik örgütlenmesi, üretim aracının makine olduğu bir sanayi
toplumunun toplumsal ilişkileri ve politik örgütlenmesinden farklı olacaktır.
Bu her zaman, üretim araçları ile üretim ilişkilerini içeren alt yapının üst
yapıyı birebir belirlediği anlamına gelmez. Ama alt yapı ile hukuk, iktidar,
toplumsal ilişkiler arasında karşılıklı bir etkileşim vardır. Post modern
dönem, çok hızlı gelişen ve mikro düzeyde teknolojik araçlarla tanımlanır.
Postmodernizmin zemini, kapitalizmin globalleşmesi sürecidir. Modernizm ile
postmodernizm kapitalizm paydasında süreklilik göstermektedirler. Modernizmle
birlikte başlayan bilginin metalaşması süreci artmış, daha çok insan veri
nitelikli bilgiye ulaşmış, uzmanlaşma ve bilginin kurumlarda üretilmesi
yaygınlık kazanmıştır. Bilginin bir
üretim faktörü haline gelmesi ile ‘bilgi çağı’ adını alan bu dönem diğer bir
yandan teknolojik yabancılaşmanın nedeni olmaktadır. Globalleşme, bilgi ve
sermaye akışının teknolojik araçlarla en üst düzeye çıkarılması, bütün dünyanın
zaman ve mekan dışı olarak pazarlaştırılmasıdır. Daha önce bilimsel bilgiden
ayrışmayan teknoloji artık ayrı bir varlık alanı kazandıkça, felsefi boyutu
azalmıştır. O da piyasa getirisi olan, eşitsizlik üreten, lisanlarla
karşılığını bulan, başka bir anlatımla güçsüz ülkelerden teknoloji üreten
ülkelere kaynak transferini sağlayan ‘know how’ yönetim bilgisidir.
Teknoloji ile görecelilik birleştiğinde çoğulculuk gibi
güzel bir kavramın ve çizilen pembe tablonun yanında bir de çağın karanlık
tablosu ortaya çıkar. Hurafelerin yükselişi, bilgisayardan fallar, inançların
dogmatikleşmesi, bireyin gerçek toplumsal dünyadan yalıtılması, sanal öldürücü
oyunlar vs. uzayıp gitmektedir. Baskın kitle kültürü ile buna karşı konumlanan
alt kültürler aynı diyalektiği üretirler. Bir yanda pasifleşmiş, kişisel
çıkarları peşinde koşan bireyler ve bireycileşme, diğer yanda çok geniş bir
yelpazede topluluklar.
Tikelliklerin ortaya çıkışı ve ulus ötesi kurumların artan
rolünün sonucu olarak yaşadığımız çağ, erken modern çağdan ziyade, geç ortaçağ
dünyasına benzemektedir. Dünyada güvenlik açısından belirsizlik taşıyan, mafya
örgütlenmelerinin insan kaçakçılığı, uyuşturucu ticareti ve seks turizmi gibi
suçlar işlediği etnik, dinsel çatışmaların yaşandığı, paranın kişisel
tabiyetlerini yeniden gündeme getirdiği gri alanlar ‘yeni ortaçağ’ın habercisi
görünmektedir. Ulus-devletlerin kolektif kimliğin ifadeleri olarak
önceliklerini ve etkilerini yitirmeleri, devletler arası savaşın yerini iç savaşların
almasına yol açmış bu sürece tek biçimli ulusal kültürler, kitlesel göç, emek
dolaşımı ile birlikte küçük parçalara bölünmüşlerdir. Göreceliliğin uç
noktalara varmasının iktidara ilişkin sonucu, özerk bir politik alanın
kaybolmasıdır. Görecelilik kavramından yola çıkarak esnek bir üretim tarzının
da körüklediği farklı yaşam tarzlarının piyasa aracılığıyla bir arada
tutulabileceği şeklinde düşünülen ve uygulanan politikalar, politik olanın
alanını daraltmakta, sorunları kar amaçlı işleyen piyasaya tahvil etmektedir.
Çok fazla alanın siyaset dışı olarak tanımlanması, marjinalleşmiş sınıfların ve
piyasaya koşullanmış bireylerin depolitizasyonu sonucunu getirmektedir.
Günümüzde yaşanan, temsil krizine meşruiyet krizi hükümetlerle seçmen kitleleri
arasında bağın kopmasının göstergesidir. Refah devletinin partileri,
parlamentosu, ulusal kurumları ciddi bir meşruiyet krizine girmektedir.
Bilim, teknoloji ve iktidarın yeni nitelikleri
Endüstri devrimi kavramı ve terimi evrensel bir kabulle
karşılanmaktan çok uzaktır. Muhafazakar konumdaki tarihçiler ve ekonomistler bu
kavramı ve terimi ya çok yoğun bir biçimde ya da önemsiz ölçüde
eleştirmektedirler. Ama endüstri devrimi öncelikle hakiki bir devrimdi, yani
geçmişten yeni bir çağın önünü açan bir kopuştu. İkincisi, endüstri devrimi
küresel toplum üzerinde yarattığı etki bakımından şimdiye dek tam anlamıyla
analiz edilmemiştir. Endüstri devrimi’nin bir sonucu olarak özellikle iktidar
ve bilimin mahiyetlerinin değişmemiş olduğunun şimdiye dek tam anlamıyla kavrandığı
söylenemez. Oysa iktidarın meşruluk temeli geleneksel ya da demokratik rızadan
uzaklaşarak rasyonel sorumluluğa doğru kaydı. Bilim, politik iktidar yapısını,
ekonomik üretim sistemini ve bütün bir toplumsal ve düşünsel iklimi derinden
etkilemeye muktedir bir grup girişimi ve örgütsel silah haline geldi. Bu,
klasik politika düşüncesinin, özünde yabancısı olduğu bir anlayıştır.
Ortaçağdan ve feodal toplumsal sistemden modern kapitalist
sisteme geçiş sorunu çoğunlukla doğrudan doğruya, ama genellikle dar hatlara
sahip bir perspektifle ele alındı. Bu perspektif darlığı, söz konusu tarihsel
geçişin çeşitli boyutları arasındaki iç bağlantıların, özellikle teknik
yeniliğin etkisi ve toplumsal sorunlara yeni bilimsel yaklaşım açısından söz
konusu olan iç bağlantıların zorunlu olarak gözden kaçırılmasına yol açtı.
12.yy ve 13.yy da kırsal sınıflarda görülen dönüşümün en önemli etkeni yalnızca
olağandışı nüfus artışı değil, daha ziyade yeni
yeni gelişen kentler ve ticaretin genişlemesidir. Feodal örgütlenmenin,
süreklilik arz eden kent pazarlarının oluşmasıyla birlikte sona ermesini
beklemek akla yatkın görünmektedir. Bu bakış açısından, ticaret geliştikçe
feodal örgütlenmenin bir çöküş içine girmesi epey anlamlı. Bunun tersine,
kimileri de feodal ekonominin krize girmesinin ve sorununda dönüşmesinin
nedenlerinin büyük ölçüde feodalizme bağlı nedenler olduğunu savunur. Bu
bakımdan, Marx’ın feodal sistemin krizine ilişkin yaptığı açıklama, efendiler
ve işçiler arasında farklı bir ilişkiyi gündeme getiren mevcut toplumsal
ilişkiler tipi ve yeni üretim güçleri arasındaki yapısal çelişkinin apaçık
tarihsel kanıtı gibi görünür.
İlginç görünebilir, ama geçtiğimiz yüzyılda bilimin
toplumsal rolünü gerçekten kavramayı ve geliştirmeyi beceren tek belli başlı
düşünür belki de sosyolojinin ‘resmi’ kurucusu olan Auguste Comte’dir. Comte’a
göre bilim, popüler imgelemin hala öyle gördüğü yalnız ve gizemli bir girişim
olmak şöyle dursun, temel bir toplumsal rolü yerine getirir ve modern
toplumdaki belirleyici güçtür. Yine, böyle bir rol, araçsal olmaktan uzaktır.
Bilimin oynadığı rol, modern endüstri toplumunun kendisini meşrulaştırdığı
temelle ilintilidir. Bu meşrulaştırma gelenek tarafından, metafizik ya da
teknolojik değerler tarafından sağlanamaz, zorunlu olarak bilimsel bilgiye
yaslanır. Modernliği tanımlayan nokta tam da yeni bilim kavramıdır. Bilim
bundan böyle tek kişilik bir inisiyatif ya da mutlu azınlık için olarak bir
içerik, gizemli bilgi olmayıp, kendi eski değerleriyle ve inançlarıyla bağını
kopararak bir yenileşme sürecine girmeye kalkışacak denli cüretkar olabilen
herhangi bir toplumun toplumsal temelidir. Comte’a göre bilim yalnızca ‘boş
zaman merakı’nın ürünü olarak kavranan bilgi değil, toplumsal süreç, planlama
ve inisiyatif çerçevesinde oluşturulan bilgidir.
Toplumsal tutarlılığın temeli ve yeni cemaatin bağlayıcı
gücü olarak bilimle birlikte, Endüstri Devrimi’nin ilk evrelerinde başlamış
olan tarihsel süreç ‘endüstri devrimi’ olarak adlandırdıkları, bazı toplum
bilimcilerinin bu süreci ‘modernleşme’ olarak yaftaladıkları, ekonomist
antropolog Karl Polanyi’nin buna ‘büyük dönüşüm’ adını verdiği ve Marksistlerin
bu süreci ‘feodalizmden kapitalizme geçiş’ olarak adlandırdıkları çok isabetli
bir şekilde gözlemlenmiştir. Burada
kavranılması zorunlu olan nokta, bilimin ve uygulamalı bilimsel bilgi olarak
teknolojinin yeni toplumsal işlevidir.
Bu anlamda, endüstri devrimi ve bu devrimden kaynaklanan
kapitalizm yeni bir toplumun ortaya çıkışını belirler. Bu toplum yalnızca yeni
ürünler ve yeni hayat tarzları sağlamasından ötürü yeni değildir. Yeni bir
iktidar kavramına yaslanmasından ve ahlaki yükümlülüklerin bir temeli olarak
geleneksel değerlerin ve aşkın dinsel dogmaların yerine geçen bilimle donanmış
olmasından ötürü bu toplum yenidir. Bundan dolayı günümüzün ileri toplumları
bilimsel bilginin her yere nüfuz eden gücüyle nitelenir. Bu, tarihsel bir bakış
açısından bakıldığında yeni bir fenomendir. Bu durumun bir bütün olarak toplum
üzerinde ve bizzat bilim üzerinde yarattığı sonuçlar, ilginç olmakla birlikte kolayca
görülebilir ya da eksiksiz kavranılabilir değildir. Bilim bir kez tamamen
örgütlü bir grup faaliyeti haline geldikten sonra neredeyse kaçınılmaz olarak
bürokratikleşme eğilimine girer.
Bilim hükümet için ya da çeşitli hükümetler tarafında
desteklenen uluslar arası bir kuruluş için çalıştığı zaman ortaya çıkan öykü
daha farklıdır. Bu durumda ilginç bir paradoks cereyan eder. Bilim kuşkusuz
yönetimin bir aletidir, ama aynı zamanda yönetim ve onun iktidarı da her
nasılsa bilime hizmet etmeye zorlanır. Bilim ve iktidar arasında efendi-köle
ilişkisi gelişmiştir. Bu konuda Hegel,
“köle efendisine hizmet eder, ama efendisine hizmet ederek efendisinin içeriğini
azar azar boşaltır, efendisini görev başında olmayan bir mülk sahibi gibi
herhangi özel bir inisiyatiften yoksun bırakır, efendisini arı dış görünüşe
indirger ve nihayet efendisinin yerini alır demektedir. Yönetim belli amaçlarını gerçekleştirmek için,
teknik ayrıntılar ve uygulamalar hakkında bir şey bilmeksizin ve bundan dolayı
etkili bir denetim uygulamaktan yoksun bir halde bilime para tahsis eder. Bunun
sonucunda yönetime neyi, nasıl ve ne kadar hızlı yapması gerektiğini buyuran
bilim olur. Gerçek bilgi olmaksızın hiçbir denetim olanaklı değildir. Sonunda
politika yapıcılar ortaya koydukları tüm retoriğe rağmen bilim adamlarıyla
karşı karşıya geldiklerinde güçsüzdürler.
Bilim ve bilim adamları sıklıkla, var olan iktidarlara
hizmet ederler. Ve durum aslında gerçekten böyledir. Ama bu hizmeti sunarlarken
iktidarın ve onu kullananların mahiyetini değiştirdiler. İktidarın kaynağı ve
iktidarın uygulanma tarzı bilim ve teknolojiden gittikçe daha fazla
etkilenmektedir. Geleneksel mülkiyet hakları bile -yaratılmış sermaye
üzerindeki özel mülkiyet gibi- iktidarın kaynağı olarak hükmünü yitirme
noktasına varıncaya dek bilim tarafından zayıflatılıyor.
Bilim ve ekonomi
Batılı modernleşme ve yeniçağ medeniyetinin ortaya koyduğu
bilimsel bilgi zenginliği ile ekonomik faaliyetlerin giderek ‘akılcılaştırılması’
süreci yaşanmaya başlanmıştır. Akılcılaştırma, bilim zihniyetinin temel
araçlarından biri olarak modernleşmenin olmazsa olmaz niteliğinde bir öğesidir.
Ekonomik faaliyetlerdeki akılcılaştırma işlemlerinin tümü, ekonomi üzerinde
önemli ölçüde üretkenliğe ve kar artışına yol açmıştır. Bu çerçevede,
modernleşmenin akılcılaştırma işlemleri piyasa ekonomisi aracılığıyla
kapitalizm biçimine yansıyarak iktisadi alanda da egemen olmuştur.
Kapitalizm, başta üretim ve yönetim süreçleri olmak üzere,
bütün iktisadi faaliyetlerin bilgi süreçlerinden yoğun şekilde yararlanmasının
sonucunda büyük bir atılım yapmıştır. Ancak, modernlikle en güçlü şekilde
örtüşen bilimsel faaliyetlerin yarattığı akılcı toplumda akıl, yalnız salt
bilimsel anlamda bilgiyi yönetmekle kalmaz, ekonominin, nesnelerin ve
insanların yönetimini de elinde tutmaya çalışan bir yaklaşım sergiler.
Görünüşte, yüksek verim sağlamaya yönelik üretim araçları ile üreten insan
gücüne sahip olmak imkanı ve fırsatı, bir şekilde ya da her ne olursa olsun,
saf dışı ederler ve oyun içinde sadece kendileri kalır. Böylece, tekelci
sermayenin ortaya çıktığı görülür.
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info