23 Kasım 2009 Pazartesi Saat 09:52
İnsan zihniyetindeki esneklik en gelişkin düzeyde olup, araştırmalarımızın anlamlı olma şansını en çok etkileme durumundadır. İnsan zihniyetinin doğasını tanımadan, yöntem ve hakikat ideaları havada kalır.
İnsan zihniyetini tanımaya çalışırken sıkça ikili yapısından bahsettik. Duygusal düşüncenin gelişkin olduğu ve evrim açısından daha eski olan kısımla (beynin sağ lobu oluyor) analitik düşünceye daha yatkın ve sürekli gelişmeye açık olan yeni kısımdan (beynin sol lobu) oluşan düşünce yapısı, bu özelliği nedeniyle büyük bir esnekliğe sahiptir. Hayvanlar âleminde duygu ve düşünce birbiriyle eşdüzeye yakındır. Duygular şartlı ve şartsız reflekslerle öğrendiklerini yanıtlarlar, yani gereklerini yerine getirirler. Bunlar anlık tepkilerdir. Bu yapıların aynısı insanda da vardır. Örneğin vücut ateşe anında cevap verir. Burada analitik düşünmeye gerek yoktur. Ama bir Everest tepesine çıkış için yüzlerce koşulun analize tabi tutulması gerekir. Ancak tüm ilgili koşullar analiz edildikten sonra yola çıkmak için karar verilir. Duygusal düşüncede yanılgı payı aranmaz. İçgüdü nasıl tepki veriyorsa öyle davranılır. Analitik düşünce ise yılları alabilir. Yöntem, çalışma ve hakikat arayışı böylesi bir düşünce yapımıza dayanmak durumundadır. Zihnimizin çalışma düzenini tanımadan, doğru yöntem ve hakikat bilgisi rastgele olmaktan kurtulamaz. O halde zihnin kendisini iyi tanımak öncelik taşımalıdır.
Zihnimizin birinci özelliği, çok esnek bir yapı sergilemesidir. Denilebilir ki, zihnimiz dışında bilebildiğiniz tüm evren yapılanmalarında özgürce seçim yapma şansı çok sınırlıdır. Özgürlük alanı çok dar aralıklarla düşünülebilir. Atom altı parçacıklarla makro evrendeki yapılarda özgür seçimin nasıl cereyan ettiğini bilmiyoruz. Ama mevcut evren çeşitliliğine bakarak, bunun ancak parçacıklar dünyasıyla, makro evrendeki esnek davranabilme ve özgür seçme yeteneğiyle mümkün olabileceğini yol açtıkları sonuçlardan çıkarabiliyoruz. İnsan beyninde ise, bu esneklik aralığı çok genişlemiş bulunmaktadır. Sınırsız hareket özgürlüğüne en azından potansiyel düzeyde sahibiz. Tabii bu potansiyelin ancak toplumsallıkla aktif hale geçebileceğini unutmuyoruz.
Zihnimizin ikinci özelliği, zihniyet esnekliğimizin geniş bir doğru algılamalar kümesi kadar, yanlış algılamalara da açık bir yapı sergilemesidir. Bu özellik temelinde esneklik, baskı ve duygu ağında her an saptırılabilir. Bu nedenle baskı ve işkence mekanizmalarıyla duyguları avlamayı esas alan havuç politikaları, aldatma ve yanlış yaptırımlarla birlikte kullanılır. Hele binlerce yıldır insan zihni üzerinde baskı kuran hiyerarşik ve devlet düzenlemeleri muazzam etkiler yaratmışlar, adeta kendilerine göre bir zihniyet yapısı inşa etmişlerdir. Ödüllerle de zihnin çokça avlandığı iyi bilinen özelliklerindendir. Buna karşın, direnme özelliğine de sahip zihniyet yapımız, doğru yolu tutturmada ve büyük hakikatlere ulaşmada eşsiz özellikler sergilemektedir. Büyük insanların bu vasıflarında bağımsız zihinlerinin rolü belirleyicidir. Özgür seçimler en çok zihinler bağımsız kaldığında gerçekleşir. Zengin algılamalarla bağımsız olma arasında yakın ilişki vardır. Zihnin bağımsızlığıyla kastedilen, daha çok adalet ölçülerinde davranabilmedir.
Gerçekle adalet arasındaki ilişkinin altında evrensel düzenin yattığını söyledik. O halde adil olabilen zihin, evrensel düzene göre özgür seçim şansını en çok kullanma duruşunu yakalamıştır denilebilir. Bunun için özgürlük tarihi, en büyük eğitici güç olarak zihnimizi eğitmekle (toplumsal tarih) onu doğru seçimlere hazırlar. Psikoanalitik yaklaşımlar zihnimizin derinliğini artan bir hızla ölçmeye çalışmaktadır. Psikoanalizm yeni bir bilgi alanı olarak giderek önem kazanmaktadır. Fakat psikoanalizm kendi başına doğru ve yararlı bilgiye ulaşmada yetersizdir. Bunda bireyi bağımsız ele almasının büyük rolü vardır. İnsanı toplumdan kopuk ele almak çok yetersiz ve sağlıksız bilgiye yol açabilir. Sosyopsikolojinin bu eksiği kapatması şimdilik pek verimli olamamaktadır. Sosyoloji doğru kurulmamıştır ki, sosyopsikoloji doğru sonuçlar versin. Psikoloji ile hayvan zihinlerini iyi tanıyabiliriz. Süper hayvan olarak da psikoloji ile insanı tanıyabiliriz. Ancak sosyal bir hayvan olarak insanı tanımanın henüz başlangıcındayız.
Yöntem ve bilgilenme sistemini kurgularken, zihnimizin yapısını iyi tanımadan başarılı sonuç almamızın tesadüflere kaldığını daha iyi anlamaktayız. Ancak zihnin doğru ve derinlikli tanımı ve özgür seçme pozisyonu sağlandığında (toplumsal özgürlük), yöntem ve bilgi rejimimiz doğru algılamalara yetkin cevaplar verebilir. Bu koşullar altında yöntemli çalışmalarımız daha doğru bilgi birikimiyle daha özgür bir toplum ve birey olma şansımızı arttırırlar.
Beşinci olarak, insanın metafizik karaktere sahip olma özelliği, yöntem ve bilgi sistematiği açısından eşsiz bir örnek sunmak durumundadır. Yöntem ve bilgiye ulaşma bilimi (epistemoloji), insanın metafizik özellikleri çözümlenerek daha yetkin kılınabilir. Bizzat metafizik yaratma ve inşa etmede insanı kavramak önemli bir araştırma konusudur. En az çözümlenen toplumsal sorunlardan birisi de, metafizik insanı tanımlama düzeyinden bile yoksun oluşumuzdur. İnsan nasıl metafizik olabiliyor? Bu hangi ihtiyaçtan kaynaklanıyor? Olumlu ve olumsuz yanları nelerdir? Metafiziksiz yaşamak mümkün müdür? Belli başlı metafizik özellikler nelerdir? Metafizik sadece düşünce ve dinsel alanda mı geçerlidir? Toplumla metafizik arasındaki ilişki nedir? Metafizik sanıldığı gibi diyalektik karşıtlığı mıdır, onunla sınırlandırılabilir mi? Bu konuda soruları daha da çoğaltabiliriz.
Madem insan temel bilgi öznemizdir, o halde bu öznenin en temel vasıflarından olan metafizik düşünce ve kurumlarını tanımadan, bu kaynaktan yeterli bilgiye erişme iddiamız eksik kalacaktır. Gerek sosyolojinin, gerek psikolojinin kendisine hiç sorun yapmadığı bir alandan bahsediyoruz. Başta dini olmak üzere birçok düşünce ekolünün metafizik olarak değerlendirilmesi, metafizik sorununu daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Metafizik sorununa yaklaşımımızın temelinde, onun toplumsal insanın temel bir özelliği olması yatmaktadır. Metafizik, toplumsal insanın onsuz edemeyeceği bir toplumsal inşa gerçeğidir. İnsanı metafizikten soyutlarsak, onu ya süper bir hayvana (Nietzsche’nin Almanlar için kullandığı bu kavram Faşizm -Nazi- Almanya’sında kanıtlanmıştır), ya da süper bir bilgisayara dönüştürmüş oluruz. Bu duruma gelmiş bir insanlığın insan olarak ne kadar yaşam şansı olabilir?
Gelelim metafizik insanın ne olduğuna.
a- Ahlak metafizik insan özelliğidir.
b- Din önemli bir metafizik özelliktir.
c- Tüm kollarıyla sanat ancak metafizik olarak tanımlanabilir.
d- Kurumsal toplum, hatta toplum bir bütün olarak metafizik tanım’a daha uygun düşmektedir. Daha da sıralayabileceğimiz bu özellikleriyle acaba insan neden ve nasıl metafizik olabilmektedir?
Birincisi, insandaki düşünebilme kapasitesidir. Bir nevi kendi farkına varan evren olarak insan, duyduğu dehşeti (hem acısı, hem sevinci yönüyle) gidermek için kendini fizik üstü inşa etmek zorundadır. Başka türlü fiziki acı ve sevinçlerin üstesinden gelemez. Savaşlar, ölüm, şehvet, tutku, güzellik vb. algılar karşısında dayanabilmek için metafizik düşünce ve kurumlar vazgeçilmesi zor bir ihtiyaç durumundadır. Tanrı yoksa icat edilmek, sanat oluşturulmak, bilgi geliştirilmekle ancak bu ihtiyaçlar tatmin edilebilir.
Daha değişik bir açıdan metafiziği fiziğin ötesi olarak düşünmek, ne çok mahkûm etmeyi ne de övgü düzmeyi gerektirir. İnsan gerçekten fiziğin sınırlarını en çok zorlayan varlıktır. Fiziğin ötesi olarak metafizik yaşaması, insanın ontolojik karakteri gereğidir. Sadece fiziki olarak kalabilmeyi savunmanın bir anlamı yoktur. Daha doğrusu, fiziki kalmak ancak mekanik insan tanımına yol açabilir. Bu, Descartes’in çoktan tanımladığı, ancak bilimsel izahı olmayan bir ‘ruh’ kavramıyla kurtulmaya çalıştığı bir yaklaşımdır.
İkincisi, ahlak olmadan toplumun sürdürülmeyecek olması metafizik olmayı gerektirmektedir.
Toplum ancak özgür bir yargılama olarak ahlakla düzenlenebilir. Sovyet Rusya’sının, Firavun Mısır’ının tüm rasyonelliklerine karşın çözülmelerini ahlak yoksunluğuna bağlayabiliriz. Rasyonalite tek başına toplumu sürdüremez. Belki robotlaştırabilir, gelişkin hayvanlar haline getirebilir, ama insan olarak tutamaz. Ahlakın bazı niteliklerini sayalım: Acıya dayanma gücü ve gereğini karşılayabilmesi, zevk, arzu ve şehvete sınır koyması, üremeyi fiziki değil toplumsal kurallara bağlaması geleneklere, dine, yasalara uyma ve uymama tercihine ilişkin karar vermesi. Örneğin ahlakın üremeye yol açan cinsel ilişkiyi kurallara bağlaması insan türünde zorunlu bir ihtiyaçtır. Nüfusu kontrol altına almadan toplumu sürdüremeyiz. Tek başına bu konu bile ahlaki metafiziğin büyük gereğini ortaya koymaktadır.
Üçüncüsü, sanatla insan kendine has bir evren yaratmaktadır. Toplum ancak ses, resim, mimari gibi temel alanlardaki yaratımlarla sürdürülmektedir. Müziksiz, edebiyatsız, mimarisiz toplum düşünülebilir mi? Tüm bu alanlardaki yaratımlar metafizik anlamındadır. Bu yaratımlar toplumun sürdürülmesinin vazgeçilmezleridir. Sanat tam bir metafizik kurgulama olarak insanın estetik olabilme ihtiyacını gidermektedir. İnsan nasıl iyi-kötü seçimiyle ahlak davranışına anlam biçiyorsa, güzel-çirkin yargısıyla da sanatsal davranışa anlam biçmektedir.
Dördüncüsü, politik yönetim alanı da metafizik yargılarla doludur. Alanın kendisi en güçlü metafizik inşalardan ibarettir. Politikayı fizik yasalarla izah edemeyiz. Fizik yasalarla yönetmenin azamisi robotsallıktır diğer yüzüyle faşizmin ‘sürü güdümü’dür. Politik alanın seçme, özgür davranma anlamını da taşıdığını belirtirsek, politik insanın metafizik karakterine bir kez daha varmış oluruz. Aristo’nun “İnsan politik hayvandır belirlemesi daha çok bu anlamı çağrıştırmaktadır.
Beşincisi, hukuk, felsefe, din ve hatta ‘bilimciliğin’ metafizikle yüklü alanlar olduğunu özenle belirtmeliyiz. Tarihsel toplumda tüm bu alanların niceliksel ve niteliksel yönleriyle metafizik eserlerle dolu, yüklü olduğunu bilmekteyiz.
Birey-toplum yaşamında metafiziğin ağırlıklı konumunu tespit ettikten sonra, hakkında daha anlamlı yaklaşımlar geliştirebiliriz.
1- Tarihsel gelişiminde metafizikçi yaklaşımlar kendilerini ya tümden yüceltip temel hakikat gibi açıklamışlardır, ya da karşıtları tarafından eleştirel yaklaşımlarla tam bir düzmece alan biçiminde görülüp, gerçekliği olmayan, insanı aldatma söz ve aygıtlarından ibaret sayılmışlardır. Her iki yaklaşımda da tarihsel toplum algılamasından ya habersiz olunduğu ya da bu konuda abartıya kaçıldığı rahatlıkla ileri sürülebilir. Her iki anlayışın da farkında olmadıkları husus, metafiziğin hangi toplumsal-bireysel özellik ve ihtiyaçtan kaynaklandığıdır. Yüceltici kesim metafiziğin fiziksel âlemle bağını bir tarafa bırakmış olup, sonsuz özgürmüşçesine bir yanılgıyı taşımaktadır. Bu kesimdekiler düşünce ve ruhun maddi âlemle ya bağını inkâr etmişler, ya da saptırıp aşkın tanrı düzenlerinden bizzat insanın tanrılaşmasına kadar saplantılar ve abartılara yoğunca düşmüşlerdir. Şüphesiz bu gelişmelerde hiyerarşik ve devlet düzeninin etkisi büyüktür.
Metafiziğin önemini inkâr eden kesim ise, materyalist âlemi, maddi uygarlığı, son dönemde rasyonalite ve pozitivizmi bayrak edinerek saldırıya geçmiştir: Metafizik kokan her şey hastalıktır, aldatma aracıdır, toptan reddedilmelidir. Fakat sonradan daha iyi fark edildi ki, özellikle kapitalist modernitenin sahip olduğu rasyonalite ve pozitivizminin ‘faşist sürü’, ‘robot-mekanik insan’ ve ‘simülasyondan’ ibaret yaşam algılamalarına yol açarak, çevreyi de yok ederek bir tarihsel toplum yıkımına yol açması söz konusudur. Fizik yasalarına aşırı bağlılık, toplumun yıkımı ve çözülüşünden kendini alıkoymamaktadır. ‘Bilimcilik’in en kötü metafizik olduğu da böylece kanıtlanmış oluyordu. Eğer toplumsal yaşamın bir anlamı varsa tabii! ‘Bilimciliğin’ en sığ materyalizm olduğunu, iktidar ve istismarın en iyi eğitilmiş uzmanı olduğunu, dolayısıyla bilerek veya bilmeyerek kendini en çok aldatan konumunda tutarak metafiziğin bu en tortu biçimini temsil ettiğini önemle belirtmeliyim.
2- Hiçbir tarafta yer almayan, ‘nihilist’ olarak da değerlendirebileceğimiz kümede yer alanlar ise, her iki tarafta yer almak zorunda olmadıklarını, metafizik yanlısı ve karşıtlığının gerekmediğini, tam bağımsız yaşanabileceğini iddia etmektedirler. Görünüşte zararsız gibi duran bu kümenin, özünde ise en tehlikeli küme olduğunu belirtmek gerekir. Diğer iki tarafın hiç olmazsa büyük idealleri vardır. Temsil ettikleri değerlerin farkındadırlar. Toplumu şekillendirmede ve bireyi yeniden inşa etmede iddialıdırlar. Tam bağımsız küme ise, aslında toplumun içinde ve toplum değerleriyle yaşadığı halde, nihilist (inkârcı) bir tutumla oralı olmayan bir yaşamın mümkün olduğuna inanmaktadır. ‘Bilimci’ metafizikçilere en yakın kesimdir. Kapitalist modernitenin sayılarını çığ gibi arttırdığı bu kesim, yıkılmış, çözülmüş toplumun deklase (boşluğa, lağıma atılmış) unsurlarından oluşmaktadır. Tersinden buna hayvanlaşmaya en yakın kesim de diyebiliriz. Futbol holiganları bu kesime en yakın duran, görünür bir örneği sergilemektedir. Benzeri gruplar hızla çoğalmaktadır. Kapitalist modernitenin kanseri arttırdığı bu örneklerle de kanıtlanabilir. Metafiziğe ilişkin her iki tarihsel yaklaşım da sonuçta modernitenin pozitivist bilimcilikçi anlayışında birleşirler. Dinleri kılık değiştirmiş metafizik olan pozitivizm dini iken, tanrıları da ulus-devlettir. Maskesini atan tanrı, bizzat ulus-devlet biçiminde tüm modern toplumların içinde kapsamlı ritüel ve simgeleriyle kutsanmaktadır.
3- Daha dengeli bir yaklaşımın geliştirilmesinin hem gerekli hem de mümkün olduğunu düşünüyorum. Daha doğrusu, metafiziğin bir toplumsal inşa olduğunu bilerek ahlak, sanat, politika ve düşüncede ‘iyi, güzel, özgür ve doğru’ya yakın bir metafiziğin geliştirilmesini temel görev saymaktayım. Ne toptan kabul edici, ne de reddedici ve ukalaca tam bağımsızlık safsatalarına düşmeden tarihsel toplumda hep izlendiği gibi, ‘iyi, güzel, özgür ve doğru’ arayışımızı sürdürmek ‘erdemli yaşam’ın özüdür. Toplumda anlamlı yaşamı mümkün kılanın da bu erdemli yaşam sanatı olduğuna inanmaktayım.
Şüphesiz metafiziklere mahkûm değiliz. Ama en ‘iyisini, güzelini, özgürünü ve doğrusunu’ bulmaktan ve geliştirmekten de vazgeçemeyiz. Kötüye, çirkine, köleliğe ve yanlışa mahkûm olmak ne kadar kader değilse iyi, güzel, özgür ve doğru bir yaşam tarzı da imkânsız değildir. En kötü seçenek olarak, çaresizliğin ve sorumsuzluğun (kapitalist modernite başta olmak üzere, tüm hiyerarşik ve devletli düzenlerin) yol açtığı nihilist yaşama da mecbur değiliz. Bu konuda kavga, tarih kadar, toplumun ilk inşa çağından beri sürmektedir. Günümüzdeki özgün yan, kapitalist modernite gibi bir sistemin çözülüş döneminde yaşamamızdır bunun iyi, güzel, özgür ve doğru olanın mücadelesi için özgün düşünce ve eylem duruşlarına, toplumsal yeniden inşalara ihtiyaç göstermesidir. Bu yönlü yoğun çabalara aşk düzeyinde bir tutkuyla girişmek kadar, en bilimsel arayışlara (yöntem ve hakikat rejimine) ihtiyaç vardır.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan
Demokratik Uygarlık Manifestosu’ndan
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info