30 Temmuz 2013 Salı Saat 06:59
Uygarlık sistemlerinin üç özelliğini yeniden hatırlarsak, bunlardan birincisi rekabet-hegemonya, ikincisi merkez-çevre ve üçüncüsü inişli-çıkışlı döngüsel karakteridir. Bunların temelinde ise, iktidar ve ekonomiye yönelik tekellerin kendi ara-larındaki mücadeleleri yatar.
Uygarlığın çıkış ve olgunlaşma dönemlerinde daha yavaş bir seyirle kendini gösteren bu eği-limler, kapitalist modernite çağında hem kısa aralıklı, çok yoğun ve hızlı, hem de çok kanlı bir biçimde yansırlar. Toplumsal, ekonomik ve politik yaşam üzerinde bu etkenler ve eğilimler sonucunda rekabet-hegemonya, çok gelişmiş merkez metro-pollere karşılık az gelişmiş kolonyal bölgeler, kısa ve uzun aralıklarla kendini gösteren buhranlar ve çöküşler hiçbir zaman eksik olmaz. Tarihin kaydettiği ilk hegemon olan Kral Sargon’dan günümüzdeki son hegemon G. W. Bush’a kadar bu döngü hep yaşanmıştır.
Kapitalist modernite bu döngüyü çarpıcı bir biçimde Britanya-İngiltere hegemonyasının doğuşu ve yükselişinde yeniden kanıtlamıştır. İngiltere hegemonyasını yalnız bir ada ülkesinin tekelci seçkinlerinin çıkışı olarak değerlendirmek hatalı ve eksik olacaktır. İngiliz hegemonyası çıkışının daha ilk adımlarında küresel düzeyde hareket etmiş, günümüze kadar da hep küresel kalmıştır.
Moderniteyi değerlendirirken, yapılan tüm hata ve yanlışlıkların temelinde yatan bir yaklaşım tarzını aşmak ve kesinlikle düzeltmek gerekir. O da ülke, ulus-devlet, olay ve şahıs bazlı düşünme ve hüküm yürütme alışkanlığıdır. Özellikle ulus-devlet ideolojilerinin bu yönlü pozitivist yaklaşımları, toplumsal tarih gerçekliğinin karartılmasında belirleyici rol oynar. Amaç ulus-devlet tanrıcılığını ve dinciliğini kesin hakikat olarak sunmaktır. Doğru olan, nesnel-öznel aynılığına düşmeden, evrensellik-tikellik iç içeliği temelinde toplumsal doğayı inşa edilmiş gerçeklikler, anlamlar ve hakikatler bütünlüğü içinde bilme tarzıdır. Yaşamsal bakış olarak da değerlendirebileceğimiz bu yaklaşım, tüm evrenselliklere olduğu kadar tikelliklere ve doğallıklara da temel yöntem olarak uygulanmak durumundadır.
İngiltere tekelciliği (Hegemon, dünya-sistem, kapitalist sömürgeci, emperyalist, imparatorluk, modernite, uygarlık olarak da adlandırılabilir) üç sacayağı -kapitalizm, ulus-devlet, endüstriyalizm- üzerinde çıkış yaparken, aynı eğilimler içinde hareket etti. Rekabet-hegemonya, merkez-çevre ve inişli-çıkışlı krizler hep var oldu. Rakiplerini kontrol altına almayı, merkezini çevreye hâkim kılmayı ve bunalım döngülerinden (kısa ve orta süreler-konjonktürel bunalım) çıkmayı başardı. İç ve dış koşullar ayrımını yapmadan, bu hareket tarzını tüm stratejik ve taktik hamlelerine uyguladı. Buna ister emperyalizmin ‘böl-yönet’ politikası ister strateji ve taktik ustalığı diyelim, özünde aynı yaklaşımı ifade eder. Bunlar kapitalist modernitenin man-tığı, yapılanması ve anlamı gereği böyle işlemektedir. İngiltere sistemin oluşum mantığını kullanarak Avrupa’daki rakiplerini etkisizleştirmeyi, özellikle Fransa, Almanya ve İspanya’nın hegemonik özlemlerini boşa çıkarmayı başardı. Şüphesiz üç temel silahı olan kapitalizmi, ulus-devleti ve endüstri mantığını en uygun biçimde işletmesi bunda belirleyici oldu. İngiltere’nin bu mantık temelinde kullanmadığı hiçbir hakikat kalmamıştır. Bu mantığı işleterek Portekiz’i İspanya’ya, Fransız Devrimi’ni Fransa’nın hegemonya peşindeki krallığına, hatta sisteme en bilinçli biçimde karşı çıkmaya çalışan K. Marks ve Marksistleri Almanya’ya ve Avusturya İmparatorluğu’na, tüm Hıristiyan mezhepleşmelerini Papalık otoritesine karşı kullanmaya çalışmış ve çoğunlukla da bunu başarmıştır. Aynı strateji ve taktikleri sistemin ruhuna ve mantığına uygun olarak küresel çapta kullanmakla kendi hegemonyasını tesis edebilmiştir.
19. yüzyılın ikinci yarısında tüm dünyada üzerinde güneş batmayan imparatorluğunu tesis etmesinde belirleyici olan çıkış yapılan ülke, devlet, ulus ve hatta sınıfın büyüklüğü değil, dayanılan sistemin rakipleri karşısındaki mantığı, anlamı ve hakikat değeri olarak gücüdür. Güç’ün bu yönlü en başarılı biçimde kullanımını Büyük İskender’de de görüyoruz. İskender’in arkasındaki sistem Grek uygarlığıydı. Sistemlerin rekabet mücadelesinde sonucu belirleyen, dayandıkları mantıkî anlam ve hakikat değeridir. Her mantıkî anlam hakikat haline gelmeyebilir. Hakikat, hareket halindeki anlamlı yaşamdır. Bir kişide güçlü şekilde yaşanan anlam, örgütlenip hareketlendikçe bir toplumsal hakikat haline gelebilir. Toplumsal mücadelelerde karşı karşıya gelen hep bu yönlü örgütlenmiş hakikat halleridir. Anlamlı yaşam değeri olanlar er geç sonucu belirleyeceklerdir.
O halde İngiltere İmparatorluğu’nda temsil edilen mantık küçük bir adadaki devlet ve sınıfın kendine özgü gücü değildir kapitalist sistemin anlamlılığıdır, onun bütünsel tarihsel gücüdür, sistem olarak inşa edilmiş varlığıdır. Hindistan gibi bir alt kıtayı on bin kişilik bir güçle yönetmesinde de asıl belirleyici olanın arkasındaki modernite hakikati olduğu açıktır.
a- İngiltere İmparatorluğu Ortadoğu’ya yayılımında aynı stratejik gerekçelere göre hareket etmiştir. Sistemin küresel ihtiyaçları bölgeye yaklaşımını belirlemiştir. Başta Hindistan olmak üzere Uzakdoğu’daki sömürgelere giden yol üzerindeki stratejik değerler, kutsal mekânlar ve bölgenin barındırdığı zengin ekonomik kaynaklar hâkimiyet kurma gerekçeleridir. 19. yüzyıldan itibaren yoğunlaşan nüfuz hâkimiyeti adım adım geliştirilmiştir. İngiltere alan üzerinde hâkimiyet mücadelesi yürütürken, zayıflatmış olsa da halen hegemonya peşinde koşan eski rakibi Fransa’yla yeni hegemon adaylar olan Almanya ve Rusya’nın bölgeye sızmalarını engellemeyi, güçlerini sınırlamayı ve kendi önderliğinde modernite değerlerini tesis etmeyi amaçlamıştır. Bu stratejik amaçları günümüze kadar değişmemiştir. Şöyle ki:
1- Dünya genelinde olduğu gibi bölgenin egemen güçlerini öncelikle kendine bağımlı kılmayı, bunun başarılamaması halinde parçalamayı öngörmüş eski uygarlığın ayakta kalan son iki gücü olan Osmanlı İmparatorluğu ile İran Şahlığı’na bu temelde yaklaşmıştır. Diğer hegemonya adayları Almanya, Fransa ve Rusya’ya karşı himayesine almaya çalıştığı bu iki böl-gesel güce modernite değerlerini yükleyerek, kalıcı bir bağımlılığı tesis etmeye önem vermiştir. Boş durmayan diğer hege-monya adayları da nüfuz bölgeleri peşinde koşmuşlardır. Benzer stratejik amaçlar onlar için de geçerlidir. Her iki bölgesel güç bu nüfuz mücadelesinden yararlanarak, denge politikalarıyla ömürlerini uzatmaya çalışmışlardır. İngiltere daha deneyimli hegemonik güç olarak sadece iki bölgesel gücü bağımlı kılmakla yetinmemiş, Avrupa’da çoktan uyguladığı ‘küçük ulus-devlet’ politikasıyla uzun vadeli geleceklerini de planlamıştır.
Ulus-devletçilik çokça sanıldığı gibi milli, ulusçu güçlerin bir yaratımı, icadı değildir. Tersine, İngiltere hegemonyacılığının dünya çapında uyguladığı ‘böl-yönet’ politikasının icat edilmiş muhteşem aracıdır. İngiltere Avrupa’nın tüm imparatorluklarını bu silahla ve hem de devrimcilik adına (milli devrim) vurmuştur. Milli kurtuluş hareketlerinin kesinlikle revizyondan geçirilmesi gerekir. Bu hareketlerin sosyalizmin gereği olduğu sanılır, ama bu kanı yanlıştır. Söz konusu hareketlerin yaratıcısı ve başta gelen uygulayıcısı İngiltere’dir. İngiltere’nin kendisi imparatorluk olarak genişlerken, rakip imparatorlukları ulus-devletçiklerle bölerek güçten düşürmüş ve parçalamıştır. Kaldı ki, kapitalist modernitenin iktidar stratejisi de esas olarak bu tip devletleri gerektirir. Ulus-devlet etle tırnak gibi moderniteyle bağlantılıdır. İngiltere bu temeldeki köklü iktidar deneyimlerine dayanarak küçük iktidar elitlerini hazırlamaya her zaman önem vermiştir. İktidardaki elit kadar muhalif elitler de kendisi için çok gereklidir. Gerektiği zaman bunları kullanmaktan da çekinmemiştir. İki bölgesel imparatorluğun resmi elitleriyle bağını sürdürürken, bu imparatorluklarla çelişkileri olan çeşitli azınlıklar, aşiretler ve mezheplerden oluşan minimum, küçük ulus-devletçi hareketlerle ideolojik ve pratik olarak ilişkilenip sadece kendilerini desteklememiş, gerektiğinde inşa edilmelerinde belirleyici güç olmuştur.
Ermeni, Rum, Asuri, Arap, Kürt, Türk ve Fars ulusal hareketlerine revizyondan geçirilmiş bu bakış açısıyla yaklaşıldığında Ortadoğu’nun son iki yüz yılını daha gerçekçi kavramak mümkün olacaktır. Revizyondan geçirilmesi gereken ideoloji, sağcı-solcu ve dinci-laik ayrımı yapmadan, hepsinin temelinde yatan oryantalist bakış açısıdır, oryantalizmin kendisidir. Ortadoğu’nun son iki yüz yıllık döneminde iktidar açısından sadece hegemonik bağımlılık konusunda değil, bölgenin ulus-devletçiklerle parçalanmasında da derinliğine bir kriz yaşanmıştır. Bu krizde Osmanlı İmparatorluğu çökertilmiş, yerine çok sayıda ulus-devletçik inşa edilmiştir. Araplar yirmi iki devletçiğe bölünürken, halkların yüzlerce kabile ve mezheple parçalanması da hep gündemde tutulmuştur. İmparatorluğun hâkim eliti olan Türkler Anadolu’da küçük bir ulus-devletle oyalanırken, Balkanlarda, Kafkaslarda ve Ortadoğu’da onlarca Türk ve Türkmen azınlığı kendi kaderine terk edilmiştir. Ermeniler, Anadolu Rumları, Süryaniler, Pontuslular etnik temizlikle yerlerinden edilmişler binlerce yıllık kültürlerini yitirmeyle karşı karşıya kalmışlardır. Hem halk olarak hem de dinsel konumları itibariyle Yahudiler, adeta kendi tarihlerini yeniden yaşatırcasına, bölgenin diğer önemli bir kaos dinamiği olarak rol oynamaktadır. Kapitalist modernitenin önde gelen bir inşa gücü olarak Yahudilerin son iki yüz yılda bölgeye yoğunlaşan dönüşleri kaotik durumu derinleştirmiştir.
Yahudilik sadece Filistin-Araplarla ilgili bir kaos dinamiği değildir çok yönlü özellikler taşıyan ve aydın yönü de gelişkin olan bir güçtür. Bunların yanı sıra bölgede demokratik inşanın temel güçlerinden biri olarak da üzerinde önemle durmayı gerektirmektedir. Unutmayalım ki, aynı zamanda peygamberlik ve tek tanrılı din geleneğinin inşacı ve taşıyıcı güçlerinin de başında gelmektedir. Bölgenin en eski halkı olan Kürtler, hep fiziki ve kültürel soykırımın eşiğinde tutulmuşlardır. Kürt halkının düşürüldüğü ‘çıbanbaşı’ konumundan çıkmasına müsaade edilmemiş, bölge halkları üzerinde uygulanan ‘böl-yönet’ politikasının etkili bir kozu olarak hep elde tutulmuştur. İran kendi içinde hep gergin tutulup yönetilmeye çalışılmıştır. Bu da yetmiyormuş gibi, son tahlilde her ikisi de güdümlü işbirlikçilik olan laik ve dinci yaşam tarzlarıyla siyasi kaos daha da derinleştirilmiştir.
Dikkat edilirse, iktidar ve güç krizinde başta ABD, Rusya ve Almanya olmak üzere, diğer modernite temsilcilerinin rolünü pek irdelemedik. Bunun nedeni modernitenin belirleyici rolünü öne çıkarmak kadar, ülke isimlerinin anlatıma pek güç katmadığını belirtmek içindir. Kaldı ki, bu tip güçlerin, özellikle ABD ve Rusya’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra artan müdahalelerinin iktidar krizini daha da derinleştirmekten başka sonuç vermediği günümüzde daha iyi anlaşılmaktadır. Afganistan, Irak, İran, Suriye-Lübnan, İsrail-Filistin başta olmak üzere, diğer Ortadoğu ülkelerinde siyasi bunalımların vardığı düzey yaklaşımımızı doğrulamaktadır.
İster milli ister dinci görünsün, bölgenin inşa edilmiş irili ufaklı tüm devletlerinin kapitalist modernitenin pespaye ajanları ve figüranları olmaktan öteye rol oynamadıkları açıktır. Kısa tarihlerine bir göz atıldığında, milli ve İslamcı devletlerin emperyalizmin son iki yüz yıllık imalatları olduklarının anlaşılmasında güçlük çekilmeyecektir. Hegemonik ürünler olmaları ve ‘ucube yurttaş’ oluşumu üzerinden estirdikleri terör nedeniyle bu devletlerin gerçek yüzleri bir türlü anlaşılamamıştır.
Kendi iktidar ve ulus-devlet güçlerinin ajan-figüran rollerini bu denli başarıyla gizledikleri Ortadoğu’ya benzer ikinci bir alan daha göstermek mümkün değildir. Bunda iktidar ve devlet oyunlarında edinilen binlerce yıllık tecrübenin ve ideolojik hegemonyanın da çok önemli payı vardır. İktidar ve devlet krizlerinin derinliğini Afganistan, Irak ve İsrail-Filistin’de gözlemleyenler durumu yadırgayabilirler. Fakat bu gerçeklik krizin ve kaotik durumun tarihsel temelinin derinliği kadar, uy-garlığın çöküşü ile ilgili önemli bir yanının olduğunu göstermekte ya da kanıtlamaktadır. Sadece son iki yüz yıllık ulus-devletçikler çözülmemekte, aynı zamanda beş bin yıllık devletçi ve iktidarcı uygarlık geleneği de çökmektedir.
Ortadoğu’daki iktidar ve devlet krizleri ancak uygarlık temelli olarak çözümlenirse kavranabilir. Kapitalist modernitenin son iki yüz yıllık cilası uygarlık krizini göz ardı ettirmemelidir. Kaldı ki, modernitenin kendisi, Ortadoğu’daki uygulamalarıyla kaotik özelliklerini bütün açıklığıyla ortaya sermiştir. Kapitalizmin bir kriz rejimi olduğunu alandaki uygulamaları kadar öğretici kılan başka bir deneyim yoktur.
2- İngiltere hegemonyacılığı önderliğinde yayılan modernitenin Ortadoğu’nun toplumsal zeminindeki görünümü daha da kaotiktir. Uygarlık sistemlerinin kuruluşuyla birlikte toplumsal dinamiklerin ağır sorunlu yapılar haline geldiklerini bilmekteyiz. Sümer, Akad, Babil ve Asur dönemleri sadece iktidar krizleriyle değil, acılar yüklü sosyal krizlerle de kendilerini hatırlatırlar. Ur, Nippur, Akad, Babil ve Ninova kent ağıtları, yaşanılan krizlerin yol açtığı feryatları günümüze kadar hissettirmektedir. Peki, bugünkü Halepçe, Kerkük ve Bağdat’ın durumunun bu ağıtlarda dillendirilen durumlardan farkı nedir?
Kapitalizmin kendisi bölge toplumunun yapısında bilinmedik bir olgu değildir. Kapitalizm binlerce yıldan beri kendini tüccar-tefeci olarak tanıtmıştı. İktidar ve tarım tekelleriyle sıkı ilişkisini de hep korumuştu. Krizleri en çok istismar eden kesimdi. Bütün kutsal dinler tarafından lanetlendiği gibi, komünal toplum düzenlerinin ahlâksız olarak yargılayıp kendile-rinden uzak tuttukları bildik bir kurumdu. Kapitalist moderniteyle gelişen, bu kesimin gün yüzüne çıkmasıdır. Bu kesimin Avrupa’da kazandığı sınıfsal meşruiyeti Ortadoğu’da da kazanması sosyal dengeleri zorlamıştır. Burjuva sınıf olarak meş-ruiyetini sağlama temelinde bölgeye gelip kendi işbirlikçilerini oluşturmakla hegemonik iktidar için çok önemli bir kesimi inşa etmiş oluyordu. Batı modernitesinin taşıyıcısı, bürokrasiyle birlikte bu komprador kesimdi. Sistem esas olarak bu iki işbirlikçi kesimle bölgeye yerleşmeye çalıştı. Ortadoğu toplumunda yabancılaşmayı en çok yaşayan bu kesimler, bunalımın sosyal boyutunu temsil etmektedir. Bunların bölge kültürüne taşıdıkları yabancılaştırıcı değerler sosyal bunalımı, kaosu geliştirmekten öteye bir rol oynamamıştır.
Son iki yüz yılda ulus-devlet fideliğinde yetişen burjuvazi, bölgenin tarihsel toplum yapılanmasına yabancı bir aşı gibi gelmekte, vurulan aşı tutmamaktadır. Bundan ötürü de elindeki devlet aygıtını ve ekonomi üzerindeki tekellerini faşizan temelde kullanmaktan çekinmemektedir. Daha doğrusu, iktidar yoluyla süzülen bir sermaye tekeli olarak faşizme sığınmaktan başka çaresi kalmamaktadır. Dünyanın benzer diğer bölgelerinde ve Ortadoğu’da sermayenin bu niteliği ve ulus-devletin inşasındaki zorbalık faşizmin esas özünü teşkil etmektedir. Faşizm sermayenin ulus-devletle iç içe oluşumunun iktidar biçimi olarak, iktidar yoluyla yoğun sermaye birikimini tekelleştirme biçimi olarak anlam kazanmaktadır.
Tanımı gereği faşizm, toplumla sürekli savaş rejimidir. Faşizm esasta iç savaş rejimi olarak da tanımlanabilir. Irak’ta günlük olarak yaşananlar bu değerlendirmeyi oldukça aydınlatmaktadır. Toplumla sürekli savaş halinde olan bir rejim ise, en tehlikeli kriz halini ve kaotik durumu ifade eder. Bir boyutu da böyle tanımlandığında, Ortadoğu toplumunda yaşanan krizin derinliği ve şiddeti daha iyi anlaşılacaktır. Toplum ister suskun olsun ve sükûnet içinde gözüksün, isterse patlayıcılarla her gün sarsılsın, özünde kaotik durum ve kriz halindeki yaşam varlığını korumaktadır. Toplumdaki sükûnet soğuk savaşı, çatış-malı ortam ise aynı yapıdaki sıcak savaşı ifade etmektedir.
Özcesi modernitenin kapitalizm, sermaye ve burjuvazi ihracı geleneksel toplumsal krizi ve kaotik durumu daha da de-rinleştirmiştir. Şüphesiz bir sosyal yaşam vardır. Fakat bu yaşam biraz da başı koparılmış veya bazı organları kopmuş hay-vanların debelenmesinde görülen belli belirsiz yaşam haline benzemektedir. Ortadaki fiziki ve kültürel soykırımları, her gün yaşanan toplumsal travmaları ve çöküntüleri tanımlarken bu tür benzetmeler abartı sayılmamalıdır. Empati kurulursa oldukça öğretici olacaktır.
3- Modernitenin saldırısında endüstriyalizmi de aynı kapsamda değerlendirmek gerekir. Modernitenin son döneminde bölgeye ihraç edilen endüstriler toplumun ve çevrenin krizinde artan bir rol oynamıştır. Temel ihtiyaçlara dayalı ekonomi yerine tekel kârlarına öncelik veren endüstriyalizm, kalkınma adı altında mevcut kendine yeterli ekonomiyi de yıkıma uğ-ratmıştır. Binlerce yıllık bir iç dengesi olan ekonomik yaşam, bir avuç emperyalist ve işbirlikçi tekelcinin kârı uğruna bir insanın ortalama ömrü içinde ekonomik soykırıma uğramıştır. Dev işsizler ordusu yanında boşaltılan köyler, iç ve dış göçler, enflasyon, ekonomik krizler, kentsiz kentleşmeler, hızla çöken eko-çevreler bu soykırımın birkaç göstergesidir. Sadece petrol ve silah tekellerinin bu kırımlardaki rolleri göz önüne getirildiğinde gerçeklik daha iyi anlaşılır. Ayrıca dünya genelindeki iklim değişiklikleri, zaten büyük kısmı çöl olan bölgenin çölleşme oranını felaket boyutlarına taşımaktadır.
Kapitalist modernitenin Ortadoğu’ya yönelik son iki yüzyıldaki yayılımı tüm uygarlık tarihi boyunca yürütülenlerden daha çok savaşlara ve ölümlere neden olduğu gibi, en derin ve süreklilik kazanan bir yapısal kriz ve kaotik duruma yol açtığı da anlaşılabilir bir gerçekliktir.
b- Tekraren de olsa modernitenin saldırı mantığının günümüzdeki somut gelişmelere yansımasına yakından bakmak çok daha öğretici olacaktır. Bunun için tarih ve şimdi arasındaki ilişkiye yeniden bakmak kolaylık sağlayacaktır. Şüphesiz tarih eşittir şimdi demek kaba bir totoloji olacaktır. Fakat şimdi’nin çok büyük oranda geçmişin, tarihin etkisinde oluştuğunu görememek daha büyük körlüklere yol açacaktır. Bu bağı en çarpıcı olarak Arap-Yahudi ilişkisinde gözlemleyebildiğimiz gibi, Türk-Kürt, Türk-Ermeni, Türk-Rum, Türk-Yahudi ilişkisinde de izleyebiliriz. Tüm bu ikilemlerde yaşanan güncel gelişmeler tarihten kopuk ele alınamaz. Toplum-tarih ilişkisini özgüllüğü içinde değerlendirmek en hayati yöntem sorunudur. Tüm ilişki ve çelişkileri içinde tarihi toplumsallığın inşa edici unsuru rolünde görmek temel mantık konusu olarak anlam bulmalıdır. Kısacası şimdi, güncel, tarihsiz anlaşılamaz. Çok daha önemli olan ise, şimdideki yeni olanı (tarihin payı yüzde 99 olsa da) görmeden güncel somut olanı doğru değerlendirmek, çözümlemek mümkün değildir. Bu konuda belki çok şey söylenebilir, ama söylenenler boş şeyler olmanın ötesine geçmez.
Modernitenin Ortadoğu’daki güncel ağırlığının arkasındaki tarihi Akaların Troya’ya (M.Ö. 1200) son saldırılarından başlat-mak uygun bir başlangıç olabilir. İskender ile başlayan (M.Ö. 330) Helenizm süreci de önemli bir fetih aşamasıdır. Haçlı saldırıları (1096-1389) daha yakın bir saldırı tarihidir. Buna mukabil Doğu’dan da Batı’ya kapsamlı saldırılar düzenlenmiştir. Karşılıklı etkilenmeler çok yönlü olmuştur. Kapitalist modernitenin saldırısında ideolojik hegemonyanın rolünü görmemek büyük eksiklik olacaktır. Oryantalizm göz önünde bulundurulmadan modernitenin fiziki hâkimiyeti tek başına anlaşılamaz. Son iki yüz yıllık hegemonik mücadele günceli en yakından belirleyen gerçekliktir. Güncel olan ise değirmen taşı gibi dönerek, hep yeni olan bir şeyler üretmek ve inşa etmek derdindedir.
Bu temel perspektif içinde baktığımızda güncele ilişkin söylenebilecek ilk husus, genelde toplumsal soruna, özelde kriz ve kaostan nasıl çıkılacağına ilişkin hem geleneksel hem de modern hâkim güçlerin sunabilecekleri bir çözümlerinin olmadığıdır. Kendileri sorun ve kriz kaynağı olan güçler, elbette çözüm gücü olamazlar. İster dincilik ister milliyetçilik adına olsun, geleneksel tarihe sığınarak çözüm gücü olunamaz. Çünkü bu güçlerin tarihi de çözümsüzlük tarihidir. Hangi eski görkemli uygarlık yeniden canlanabilir? Örneğin İslamiyet ve Osmanlılar diriltilebilse bile, bu diriliş herhalde ABD’nin sıkı koruması altında ve hekimliğinin mucizevî gücü ile sağlanabilecektir ki, o zaman da ortaya çıkacak olan başka bir İslam ve Osmanlı olacaktır.
Modern güçlerin de sunabilecekleri çözümler yoktur. Kendileri en sorunlu ve sık krizli bir sistemin inşacıları iken, nasıl çözüm sunabilecekler? Bu güçler küresel ve yapısal boyutuyla güncel finansal krizden çıkış bulamazken, Ortadoğu gibi temelleri yüzyılların ötesine uzanan ve modernitenin daha da içinden çıkılmaz hale getirdiği sorunlar ve krizlerine hangi çözümü sunabilecektir? Sadece sanal kâğıt ve rakamlarla oynayarak mevcut dünya üretiminin on katı kadar vurgun yürüten (yılda yaklaşık 600 trilyon Dolar) bir sistem, çözümün değil cehennemin yolunu açabilir ancak!
İdeolojik iktidar ve devlet tekelciliğinin güncellenmesini ve somut görünümlerini ortaya koymaya çalışalım.
1- Arap-Yahudi Çelişkisi: Tarihte uygarlık sistemi, güncel ve yakın tarihte ise modernitenin kendisi ürettiği için bu çe-lişki çözümlenemez. İktidar ve devlet bağlamından kurtulmadıkları müddetçe, İslam ve Yahudilik asla barıştırılamazlar. İktidar ve devlet gücü olarak kalmakta ısrar ettikleri müddetçe, her iki güç tarihte olduğu gibi günümüzde de varoluşlarını ancak birbirlerini yok etmede bulacaklardır. İktidar tarihleri öyle inşa ediliyor. Modernite bu süreci daha da yoğunlaştırarak ve katılaştırarak sürdürdü. Üçlü sacayağı altında birilerinin ezilmesine çözüm adı verilmektedir. Yani modernitenin diliyle çözüm, üçlü kızgın sacayağı (kapitalizm, ulus-devlet ve endüstriyalizm) altında ezilip yanmakla mümkündür. Kapitalist modernitenin beş yüz yıllık tarihi bu tarz çözümlerin sayısız örnekleriyle doludur. Yaklaşık yüz yıldır bölgeyi en olumsuz şekilde etkileyen, çok büyük acılara ve kayıplara yol açan bu sorunun, mevcut hâkim yaklaşımlar sonucunda daha da çürütücü etkilerde bulunarak sürmesi kaçınılmazdır.
İktidarlı-devletli uygarlık çözümlerinin gerçek kanlı yüzünü hiçbir örnek Arap-Yahudi sorunu kadar sergileyemez. Daha da feci olanı, Yahudilerin inşasında büyük rol oynadıkları kapitalist modernite güçlerince ‘biricikliği-tekilliği’ olan soykırımı yaşamış olmalarıdır. Gerçekten önceden planlanan bu soykırım kadar modernitenin nihai çözümünün, daha doğrusu çözümsüzlüğünün ne olduğunu açığa vuracak çok az örnek vardır.
2- Türk-Kürt-Ermeni-Asuri-Rum-Yahudi Çelişkisi: Bu çelişkiler kategorisi esas olarak kapitalist modernite kaynaklıdır. Kökleri eski uygarlıklara kadar uzansa da, modernitenin üç mahşeri atlısının -kapitalizm, ulus-devlet, endüstriyalizm- bölgeye yayılmasıyla birlikte, Anadolu ve Mezopotamya toprakları tarihinde tanık olmadığı boyutlarda sayısız etnik kırımlara ve milliyet kırımlarına sahne oldu. Bir anlamda merkezî uygarlık sisteminin temel inşa gücü olan bu halklar ve kültürler, modernitenin son iki yüz yıllık tarihiyle birbirlerine aşırı düşmanlık besler hale getirilip karşılıklı kırımlara uğratıldılar. Binlerce yıllık kültürel birikimler tasfiye olurken, bazı halklar bölgeden sürüldüler, bazıları imha edildiler. Geriye kalanlar da çöl ve dağ kabilelerine dönüştürüldüler. Çelişkiler aslında Türkler ve diğer halklar arasında veya halkların kendi aralarında değildi. Açık ki bu çelişkilerin inşa gücü beş yüz yıllık ‘böl-yönet’ politikasıyla kendini kanıtlamış modernitenin hegemonik ulusal güçleriydi. Bu güçler bölgedeki konjonktürel çıkarları uğruna kökleri tarihin derinliklerine uzanan bu halkları birbirlerine kırdırtmaktan çekinmediler. Görünüşte birbirleriyle savaşan tüm bu halklar, özünde tekelci kapitalizmin iktidar ve sömürüsünün kurbanlarıydı. Ne acıdır ki, bu halklar birbirlerini boğazlarken neye, kime hizmet ettiklerinin bile derinliğine farkında değildiler. Bu çelişki kapsamında gerçekleşen kırımlar bile tek başına modernitenin tarihteki tüm uygarlık sistemlerinin en kanlısı olduğunu ispatlamaya yeterlidir. Ortadoğu genelinde uzun zamanlar ‘halklar bahçesi’ olan yerler bugün sessiz bir ‘halklar mezarlığına’ dönüşmüştür. Eğer halklar ve kültürleri adına vicdana gelip bir şeyler söylenecekse ve gerçek aydın sorumluluğunun gerekleri yerine getirilecekse, öncelikle bu kültürler ve halklar mezarlığının gerçek sorumlularının aydınlatılması ve hesabının sorulması gerekecektir.
3- Şia-Sünni Çelişkisi: Kökenleri her ne kadar İslam uygarlığının (iktidarcı İslam) daha ilk çıkışına dek uzansa da, bu iki mezhebin günümüzdeki çatışmaları modernite ile bağlantılıdır. Özellikle son dönem İran-Irak çatışmasının ancak modernitenin ulus-devlet formunda ve emperyalizmle bağlantısı içinde doğru bir anlatısı yapılabilir. Kaldı ki, gerek İslamiyet-Musevilik, gerek İslamiyet-Hıristiyanlık, hatta Hıristiyanlık-Yahudilik çelişki ve çatışmaları da proto-modernite bağlamında rahatlıkla çözümlenebilir. Dinlerin kapitalist modernite öncesi çatışma nedenleri ve formları pozitivist görünüm altında olduğu gibi moderniteye yansımıştır. Özellikle Ortadoğu kökenli tek tanrılı üç dini ön-milliyetçilik olarak değerlendirmek gerekir. Bu dinlerin modernite milliyetçiliklerinden farkları teolojik maske takmış olmalarıdır.
Konuyla ilgili tüm araştırmalar modernite döneminin pozitivist anlatılarının kökeninde temelde dinsel formların mev-cudiyetini kanıtlamaktadır. İddiaların aksine, sekülerizmle (dünyevilik) uhrevilik (ahiretçilik, dinsellik) arasında özde bir fark bulunmamaktadır ancak yaratılan biçimsel bazı farklılıklar abartılmıştır. Sonuçta hem iktidar ve devlet dini hem de modernitenin ulus-devlet söylemi haline gelmiş anlatılar aynı tekelci çıkarlara hizmet etmektedir. Tarihte olduğu gibi gü-nümüzde de Avrupa ve Ortadoğu’daki mezhep savaşları uygarlık ve modernite kaynaklı olup, hızından hiçbir şey kaybetmeden aynı çıkarlar temelinde devam ettirilmektedir. Radikal İslamcılık, Musevilik ve Hıristiyanlık akımlarıyla her türlü milliyetçilik modernitenin üç mahşeri atlısının hizmetinde birleşmişlerdir.
Ortadoğu halklarının zengin kültürünü binlerce yıldır kemiren uygarlık bezirgânları kanlı çehreleriyle günümüzde kapi-talist modernitenin hizmetinde olup, elde kalan son birikimleri de acımasızca ve hesapsızca tüketmekte bölgeyi harabeye, çevreyi çöle, dağları ıssızlığa çevirmektedir.
4- Ulus-Devletçiklerin Her Şeyle Çelişkileri: Ünlü bir söz vardır: Kapitalizmin insanlığa en büyük kazığı, inşa ettiği ulus-devletlerdir denir. Ortadoğu halkları ve ulusları için bu değerlendirme olanca çıplaklığıyla doğrudur bölgenin hemen hemen her odağında günlük savaşlarıyla anbean doğrulanmaktadır. Kendi aralarında ve içte kendi halklarıyla savaş halinde olmayan ulus-devlet yoktur. Büyük Arap ulusunu ve kültürünü tüketen, İsrail’den çok yirmi iki ulus-devletçiğin iktidar hesaplarıdır bunların çılgın ve akıl almaz masraflarıdır. Halkları yerlerde sürünürken, bu iktidarlar Nemrut ve Firavunları gölgede bırakan her tür ihtişamı (üstelik hiçbir anlamı olmayan göstermelik şovları) sergilemekten çekinmemektedirler. Onlara bu gücü veren ise yeni seküler tanrı olan ulus-devletçikleridir. Eski tanrılarına bağlılıkları sahte ve sözdedir. Arap ulus-devletçiliği İngiltere İmparatorluğu’nun Hindistan yolunu denetim altında tutma, petrol kaynaklarına sahip olma ve Osmanlı İmparatorluğu’nu kontrol etme hesaplarına dayalı olarak geliştirildi. Gerçek bu olduğu halde bu devletlerin millici geçinmeleri, modernitenin iktidar tekniği gereğidir. Söz konusu ulus-devletler dünya kapitalist hegemonyacılığının temel ajan kurumlarıdır. Arap ulus-devletçiklerinde bu gerçeklik oldukça açıktır.
Fars ulus-devlet oluşumunda aynı oyunları görmek daha ibret vericidir. Farslar Pers uygarlığından beri iktidar sanatında kazandıkları ustalığı modernite döneminde işbirlikçilik temelinde daha da geliştirmişlerdir. Denilebilir ki, uygarlık ve modernite aldatmacalarını (Şia milliyetçiliği) iç içe kullanmada mevcut Çin rejimiyle yarışacak güçtedirler. Çin’deki rejim en vahşi kapitalizmi ‘komünizm’ diye cilalayıp sunarken, İran modernistleri kapitalizm imalatı ulus-devlet putunu büyük ruhçuluk olarak ‘İslam Cumhuriyeti’ adıyla sunmaktan utanmayacak denli pişkindirler. İran güncel somutluğuyla küresel sis-temin zayıf karnı durumunda olup Iraklaşma olasılığı yüksektir. Bölgenin diğer ulus-devletleri gibi kurumsal faşizmi temsil etmesine rağmen, ABD-AB hegemonyacılığının zaaflarını kullanarak ömrünü uzatmaktadır. İran diğer ulus-devletler gibi krizin pençesinde olup, Irak’takini andıran kaotik duruma yol açabilecek potansiyeli fazlasıyla taşımaktadır.
Türkî ulus-devletler AB-ABD himayesine ilaveten Rusya’nın hegemonyası içinde varlık kazanmışlardır. Çekişme konu-sudurlar. Çok milli geçinmelerine rağmen, hegemonyasız ayakta durmaları zordur. Bölgesel krizden fazlasıyla pay almış olup kaotik potansiyel taşımaktadırlar. Afganistan-Irak ekseninde yaşananlar bölgesel ulus-devletlerin olası akıbetlerini açıkça yansıtmaktadır.
Ortadoğu’da iktidar ve devlet gerçekliği, ağır toplumsal sorunlara çözüm geliştirmekten çok, sorunların kaynağında yer alması nedeniyle bölgesel krizlerin sıkça savaşlarla sonuçlanmasına yol açmaktadır. Savaşlar krizi daha da büyütmekte ve kaotik durumları yaygınlaştırmaktadır.
c- Güncel olarak modernitenin endüstricilik ve kapitalizm ayağı asıl tahribatını geleneksel tarımı ve köy toplumunu çözmekte ve yıkmakta göstermektedir. Modernitenin ulus-devlet ayağı bölgeyi topyekûn bir zindana çevirip kana ve gözyaşına boğarken, diğer iki ayağı olan endüstriyalizm ve kapitalizm ise üstten işbirlikçi tekelciliğin en talancı yöntemlerine başvurarak, binlerce yıllık birikimlerin ürünü olan toplumsal değerleri kâr etmiyor gerekçesiyle bir çırpıda bir tarafa itmekte, ıskartaya çıkartmakta ve böylelikle çürütmektedir. Tarım ve köy toplumunun yıkılışı basit bir ekonomik sorun değildir on bin yıllık bir toplumsal kültürün imhasıdır. Sorun tarım yerine daha çok kâr getiren sanayi ekonomisinin önem kazanması da değildir toplumsal varlığın kendisidir. Günümüzün yapısal krizi ortamında başta tarım alanları olmak üzere pek çok alanda toplum bilinçli olarak işsiz bırakılmakta, genetik bitkiler öne çıkarılarak tarım darbelenmektedir. Genetik bitkiler sadece doğal bitkileri kırımdan geçirmiyor, sonu bilinmez hastalıklara da ortam hazırlıyor.
Sanayi kapitalizmi en az ulus-devlet tekelciliği kadar topluma saldıran bir tekel konumundadır. Ekonomiyle ilgisi yanlış anlaşılmakta ve bilinçli çarpıtılmaktadır. Endüstriyalizm Avrupa hegemonyacılığında tarihsel rol oynamıştır. Fakat dünyanın çevre alanlarındaki asıl rolü bu hegemonyayı yerleştirmektir. Hem de yerel sanayileri daha verimli üretim teknikleri adı altında yıkarak bu rolünü oynamaktadır. Ekonomik değil, anti-ekonomiktir. Tarihte hep zengin kalmış Ortadoğu toplumları modernitenin son iki yüz yıllık saldırıları altında en fakir dönemlerini yaşamışlardır. Tarımın ve tarım toplumunun yıkılışı bir ekonomik verimlilik gereği değildir burjuvazinin sınıfsal tahakkümünün sağlanması için gerçekleştirilmektedir ve siyasi iktidarla ilgili bir olaydır.
Endüstriyalizm hegemonik metropoller için azami kâr sağlayabilir fakat bunun karşılığı kırsal alanların çölleşmesi, köylerin boşaltılması, dolayısıyla sosyal ve ekonomik bunalımın derinleştirilmesidir. Ortadoğu coğrafyasında ve ekonomik yaşamında endüstriyalizm, belki de iktidar-devlet savaşlarından daha tehlikeli sonuçlar doğuran bir ideolojik-politik saldırı tekniğidir. İklim değişikliğinin, göller, sulak alanlar ve nehirlerin kurumasının esas sorumlu gücü olup, tahribatları bu hızla devam ederse yaşanacak bir dünya bırakmayacaktır. Ortadoğu’da on beş bin yıllık bir kültür birikimiyle inşa edilmiş toplum ve yaşam için endüstriyalizmin teşkil ettiği tehdit, savaşlar yoluyla yaşanan soykırımlar kadar tehlikelidir. Tekrar belirtmeliyim ki, endüstriyalizm, sanıldığının aksine, ekonomiye ve topluma saldıran en temel araçtır. Gerçek sanayinin de yıkım gücüdür. Kapitalizmin azamî kâr hırsıyla yürütülen endüstriyel kalkınmacılık ülkeleri refaha ve zenginliğe değil, yıkıma ve yoksulluğa götürür kriz içinde debelenmekten de öteye harabeye çevirir. Sadece Afganistan’da sürdürülen haşhaş endüstrisiyle Irak için geliştirilen petrol endüstrilerinin bu alanları içine düşürdüğü harabelik durum gerçeği apaçık kılmaktadır. Harap olan sadece ülkeler değildir tarihsel toplumdur, kültürdür.
d- Ortadoğu’da toplumsal sorunların çözümsüzlüğünde, modernitenin tezgâhında dokunan orta sınıf, bürokrasi ve kentin rolü önemle değerlendirilmek durumundadır. Kapitalizm, ulus-devlet ve endüstriyalizm bağlamında yeniden inşa edilen orta sınıf, bürokrasi ve kent üçlüsü kendisini çekim ve çözüm merkezi olarak sunmakta ustadır. Kapitalist modernitenin yayılım ortamının ürünleri oldukları halde, kendi kökenlerini bağımsız ve orijinalmiş gibi sunmaya özen gösterirler. Geleneksel toplum üzerinde hegemonik güç olarak konumlanmayı öncelikleri sayarlar. Moderniteyle ilişkileri işbirlikçilik ve ajanlık temelinde olduğu halde, kendilerini modernitenin inşa edici güçleri olarak kabul ettirmek için her türlü çılgınlığı yaparlar. Bunları kurumsal faşizmin sosyal, kurumsal ve mekânsal temeli olarak tanımlamak mümkündür. Geleneksel topluma dıştan dayatıldıkları için tutmayan aşı görünümündedirler. Yabancılaşma gerçeklikleri köklüdür. Moderniteye ölüm kalım meselesi olarak sarılmaları yabancılaşmış gerçekliklerinden ileri gelmektedir. Kapitalist hegemonyacılığın doğrudan işgal ve sömürgeciliği gerçekleşemediğinden, kendileri yerli maskeli işgalci ve sömürgeci güçler konumundadır toplum üzerinde içten bir işgalcilik ve sömürgecilik yürütürler. Milliyetçi ve devletçi olmalarına rağmen en keskin toplumcu geçinmeleri bir paradoks olarak karşımıza çıkar. Derinliğine düşündüğümde, bu kesimleri (ortaçağlardaki kralın prensliklerinin güncelleşmiş bir varyasyonu olarak) kapitalist merkezin şubeleri olarak değerlendirmek durumunda kalıyorum.
Özcesi konumları moderniteden kopyalama tarzında olduğundan çözümün değil, sorunun temel kaynaklarındandır. Modernitenin çözümsüzlüğü kendini en açık şekilde orta sınıfın köksüzlüğünde, bürokrasinin tıkanmışlığında, kentin kent-sizleşmesinde yansıtır. Tüm maskeleme çabalarına rağmen, sistemin yapısal krizini bu üçlü olguda çıplak olarak okumak mümkündür.
e- Filozof Nietzsche, kapitalist modernitenin insanlık ve çevre üzerindeki tahribatının anlamını derinliğine kavrayan ender kişiliklerdendir. Modernitenin süzgecinden geçmiş insanı toplum ve birey olarak iğdiş olmuş, karılaşmış, dekadan, posa metaforlarıyla değerlendirmeye çalışır. Eğretileme olarak, doğruya yakın bir görüş olarak katılırım. Bir atın başını kucaklayıp ağlamasıyla modernitenin daha büyük zulmünün hayvanlar üzerinde yaşandığını anlatmak ister. Ormanları bir sığınak, yaşamın korunacağı mekân olarak görür ve sık sık ziyaret eder. Üzerinde durduğu ‘üst insan’ (Übermensch) kavramı yanlış değerlendirilmiştir. Uygarlık boyunca gerçekleştirilen tüm kölelik tiplerini bir düşüş olarak görür ki, K. Marks’ınkinin çok ilerisinde, insancıl bir yaklaşımdır bu. İşçileşmenin övünülecek, üzerine politika inşa edilecek bir varlık olamayacağını çok gerçekçi olarak değerlendirmiştir. Tarih bu görüşünü doğrulamıştır. Nietzsche’nin hedeflediği ‘üst insan’ı faşizmin ön habercisi gibi görmek çok ucuz bir propagandadır. Tersine, Nietzsche’nin ‘üst insan’ını her tür köleleşmeye, çevre yıkımına ve kişiliksizleştirmeye karşı bir kavram olarak yorumlamak daha doğrudur.
Güncel gelişmeler küresel kriz, finansal boyut, işsizlik ve sanal yöntemlerle tarihin en büyük soygun sistemleri (yılda 600 trilyon Dolarlık talan) arasındaki ilişkileri açığa çıkarmıştır. Avrupa merkezli modernite azami küreselleşmeyi yaşarken, aynı döngü içinde yapısal krizinin ve sürdürülemezliğinin de farkına varmıştır. Zirve üstüne zirve yapıyorlar. BM, IMF, Dünya Bankası, NATO, AB ve kopyalarının sistemin krizden çıkışı için yetersiz kaldıkları iyice açığa çıkmıştır. Merkez bankaları, 7’ler, 8’ler ve 20’lerin paket üstüne paket açıklamaları, ilgili bilançolar, işsizlik, borçluluk rakamları, üretim kapasitelerinin düşüşü, gıda sorunlarının köklü biçimde gündeme girişi vb. birçok gösterge, toplumsal tahakküm alanındaki ekonomik tekelciliğin krizle bağlantısını yansıtmaktadır.
Afganistan, Pakistan, İran, Irak ve İsrail-Filistin örnekleri, ulus-devletin sadece Ortadoğu açısından değil, küresel çapta çözümsüzlüğünü, kriz ve kaotik durum üzerindeki etkilerini yol açtığı yıkımlar, döktüğü kanlar ve akıttığı gözyaşlarıyla açığa çıkarmaktadır. Ulus-devletler insan toplumları için sadece en zalim yönetim araçları değil, çözümsüzlük kaynakları olduklarını da kanıtlamaktadır. Bölgenin kültürel dokusunu parçalayan ulus-devlet, tarih boyunca uğranılan en büyük felaketi simgelemektedir.
Avrupa’nın kendisi için bile alarm zillerinin çalması anlamına gelen ve ancak reformlarla sürdürülebilen kapitalizm ve endüstriyalizmin Ortadoğu toplumunda yaşanan tarihsel sorunları sınır tanımayan çatışma ve savaş biçimlerine taşırması kaçınılmazdır. Ortadoğu toplumunda kapitalizmi ve endüstriyalizmi derinleştirmek, toplumun kendisine ve çevresine karşı savaşı yoğunlaştırmak anlamına gelir. Hangi kılıflar altında sunulursa sunulsun, üçlü sacayağı biçiminde stratejik bir savaş aracı olan modernitenin güncel somut hali bu yargıyı doğrulamaktadır.
İdeolojik hegemonya, oryantalizm gerçekleri çarpıtmaktadır. Son iki yüz yıllık süreç Ortadoğu’nun Batı modernitesi ta-rafından fethedilmesiyle geçmiştir. Ulus-devletçikler, montaj sanayileri, kamusal ekonomi sahtekârlıkları asıl gerçeği gizle-yemez. Fethin emrinden bir an için çıkma cesareti gösteren Saddam Hüseyin’in başına gelenler ancak Fransa Kralı 16. Louis’nin durumu ile karşılaştırılabilir. Nasıl ki Fransa Kralının başı koparıldıktan sonra Avrupa ateşin içine düştüyse, ulus-devlet kralı Saddam’ın idamı da Ortadoğu’nun zaten eksik olmayan sıcak savaş gerçeğinin daha da alevlenmesi, bölgeye yayılması ve süreklilik kazanması anlamına gelecektir, gelmiştir.
Oryantalist paradigmayı parçaladığımızda göreceğiz ki, Sovyet sisteminin yıkılmasıyla ‘soğuk savaş’ın sona ermesi Or-tadoğu açısından sıcak savaşın bir üst evreye sıçraması olmuştur. 1991’deki Körfez Savaşı’nın soğuk savaşın bitiminden bir yıl sonraya denk gelmesi bu görüşü doğrulamaktadır. ‘Uzun süre’ açısından baktığımızda, Ortadoğu üzerindeki bu modernite savaşı Napolyon’un 1800’lerin başından itibaren Mısır’a adım atmasıyla başlamış ulus-devletçikler yaratma, kapitalist acen-teler oluşturma ve petrol başta olmak üzere jeoekonomik kaynakların endüstriyalizm tarafından talanıyla zirveye çıkarılmıştır. Modernitenin kalın çizgisel anlatımı budur. Gerisi ayrıntı ve bol döngülü hikâyelerdir.
Bölge için kriz ve kaos kavramlarını sıkça kullanmaktan çekiniyorum. Yaşanan gerçeklik sıcak savaş ise, o zaman bunu kriz ve kaosa indirgemek yanıltıcı olacaktır. Şüphesiz günümüz savaşları ne ilk ve ortaçağların savaşlarına, ne de modernitenin iki dünya savaşına kadar yaşattığı savaş biçimlerine benzer. Özellikle Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarıyla birlikte savaşlar kitleselleşti. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ise toplumsallaştı. Modernitenin üç ayaklı canavar yürüyüşünde yaşanan savaşların iç ve dış ayrımlarıyla toplum dışında verilmesi döneminin sona erdiğini, modernitenin yeni döneminin ise iç ve dış savaşların toplum içinde birleşik olarak yürütülmesi anlamına geldiğini kavramak onun yeni özünün gereğidir. Genelde tüm Ortadoğu toplumunda yaşanan savaş gerçeğini, özelde en açığa çıkmış haliyle Filistin-İsrail, Afganistan-Pakistan ve İran-Irak savaşları gerçeğini bu kapsamda çözümlemek büyük önem taşır. Akla hayale sığmayan olaylar, süreçler bu kapsamdaki çözümlemelerle daha iyi anlaşılır kılınacaktır.
ABD-AB hegemonyasında yürütülen yeni Ortadoğu savaşları nasıl sonuçlanabilir? Bu savaşlar daha da yaygınlaşıp yo-ğunlaşacak mı? Hegemon güçler bölgeyi terk edebilirler mi? Ederlerse veya etmezlerse neleri beklemek gerekir? Açık ki bu temel sorulara net ve kesin cevaplar verilemez. Ama farklı bir tarihsel aşamayla karşı karşıya olduğumuz kesindir. Savun-mamda bu aşamaya kadarki toplumsal doğa, uygarlık, modernite ve Ortadoğu denilen jeokültüre ilişkin bir çözümleme taslağını sundum. Bu savunmamın bundan sonraki bölüm kriz ve savaştan çıkış için olası çözüm modeli üzerinde yoğun-laşmak olacaktır.
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info