26 Ocak 2013 Cumartesi Saat 10:05
Avrupa uygarlık merkezli sosyal bilimlerin Greko-Romen uygarlığını orijinal kabul etme temelinde geliştirilmesi, evrensel tarih yazımı ve okumalarını ileri düzeyde çarpıtmıştır. Sosyal bilimlerin kendileri bu çarpıtmaların derin etkisini taşımaktadır. Şüphesiz her idealli çağ veya uygarlık kendini merkez ve orijinal sayma tutkularıyla yüklüdür. Avrupa merkezî uygarlığı bu konuda yine de kendine erkenden özeleştirisel yaklaşma erdemini göstermiştir. Eleştirel akımın gelişmesi evrensel tarihin yazım ve okumalarını daha gerçekçi (hakikate yakın) kılmaktadır. Sosyal bilimin bu yönlü araştırmaları belli bir derinlik kazanmıştır. Fakat tüm bilimlerde olduğu gibi sosyal bilimlerin de aşırı disiplinlere dönüşmesi, gerçeğin bütünlüğünü parçalama tehlikesine yol açmıştır. Hegel’in “Gerçek bütündür yargısının Adorno’da “Gerçek bütün değildir tepkisine dönüşmesi durumu özetlemektedir. Makro evrensel tarihe duyulan tepkiyle başta ‘ulusal tarihler’ olmak üzere mikro tarihlere aşırı yönelim açık ki hakikatin bütünlüğünü bozmuş ve olumsuzlukları arttırmıştır. Bütünsel yaklaşımın mikro olay, olgu ve ilişki süreçlerini aşırı ihmalinin bu sonuçta rolü olmuştur. Doğru ama zor olanı, bütünsel ve parçalı (makro ve mikro) yaklaşımları gerçekte yaşandığı gibi iç içe çözümleyip sentezleme yöntemiyle sunabilmektir. Okuma, yazma ve sunma çabalarımda bu yaklaşıma özen gösteriyorum.
Hegel’in evrensel tarih felsefesi kavram olarak geliştiricidir. Hegel’in tarih felsefesini Greko-Romen uygarlığına dayandırması ve fazlasıyla metafizik ağırlıklı olması ağır eleştirilere yol açmıştır. F. Nietzsche’nin Hegel’e yönelik eleştirisi öğreticidir. Soyut idealarına (Geist) karşı olanca gücüyle ve açıklığıyla somut yaşamı dayatmaktadır. “Gerçek somuttur demek ister. Bunu yaparken evrensel tarihi, soyutu tümüyle göz ardı etmez. Greko-Romenciliği aşar. Zerdüşt’e kadar uzanır. Orada tek tanrılı dinci metafiziğe karşı ahlâk felsefesini araştırmaya koyulur. Acının, coşkunun felsefesini yapmak ister.
K. Marks’ın Sol Hegelciliğine kısmen değindik. Kendini ne kadar materyalist olarak sunsa da, Marks’ın pozitif metafiziği aştığı söylenemez. Fransız toplumbilimciliği (mikro ulus tarihçiliğinin temeli) bütünüyle mikrocudur. Bunda Fransız Devrimi ve aşırı ulus-devletçiliğinin, cumhuriyetçiliğinin payı büyüktür. İngiliz ekonomi-politiği temelinde gelişen İngiliz tarih ekolü ise son derece pragmatisttir. Tüm amacı yükselen İngiliz İmparatorluğu’na, bu imparatorluğun hegemonyasına tarihsel arka destekler bulmak, ona ideolojik temel sağlamaktır. Pratikle yoğun bağlantısından ötürü Alman ve Fransız çıkışlarından daha başarılıdır. Başarılı olan sistemin felsefesi de başarılı olur ama bu, hakikatçi olduğu anlamına gelmez. Her başarı hakikat olmadığı gibi, her yenilgi de yanlışlığın kanıtı değildir. Bu gerçeği iyi bilmeden hakikat yürüyüşünü doğru yapamayız.
Sümer kaynaklı merkezî uygarlık sisteminin beş bin yılı aşan yürüyüşü, evrensel tarih lehine en önemli argümanların başında gelir. Hegel’in bu argümanı kullanamaması yeteneksizliğinden, körlüğünden ötürü değil, Sümerik araştırmaların henüz başlamamış olmasıyla bağlantılıdır. İbrahimî dinlerin çıkış kaynaklarına ilişkin materyaller çok sınırlıydı. Kabile sisteminin önemi de pek anlaşılmıyor veya neolitik sistemle birlikte oynadığı evrensel rol layıkıyla değerlendirilemiyordu. Ortam (Fransız İhtilali dönemi ve sonrası) tümüyle milliyetçiliğe (yeni dinsel argüman) ve ulus-devletin tarih araştırmalarına açılmıştı. Her aydın, tarihçi kendi ulusal tarihinin peşindeydi. Açık ki, yaşanılan devrimin karakterinden ötürü (burjuva hegemonyası) tüm bu tarih yazımları ağır sınıf bakış açılarıyla yüklüydü. Burjuva aydınlar ulus-devlet tarihçiliğinde başat rol oynarken, muhafazakârlar feodal aristokrasiye yeniden tarihsel temel ararken, demokratlar ve sosyalistler de emekçilerin, halkların tarihini araştırmaya koyuluyordu. Toplum doğası ise, sınıf bakış açılarıyla yorumlanamayacak kadar karmaşık, esnek ve dolayısıyla bütünlüklü, ama parçaların önemini de ortaya koyan bir yaklaşımı şart kılıyordu. 20. yüzyılın başlarında eleştirel kuramla (Frankfurt Okulu) Annales Tarih Ekolü, bütün ve parçalı yaklaşımları daha derinliğine işlediler. 20. yüzyılın ikinci yarısındaki bilimsel devrimler sosyoloji bilimine de yansıyarak, daha dengeli anlatımları ve araştırmaları mümkün kıldı. Günümüzde toplumsal, dolayısıyla tarihsel ve evrensel hakikate biraz daha yakın olduğumuz söylenebilir. Eğer diyalektikten bir şey anlıyorsak, hakikate biraz daha yakın olmanın yanı başında büyük yanlışların da bulunduğunu iyi bilmemiz gerekir.
Hegel, Napolyon’un kimliğini ve tarihsel yürüyüşünü (askeri ve siyasi hareketlerini) değerlendirirken, özünde doğru ve önemli bir halkadan yola çıkıyordu. Napolyon’u yeryüzüne inen tanrı ve sistemini (ulus-devlet sistemini) en homojen ve son ideal devlet biçimi olarak yargılarken de anlatım olarak geliştirici ve öğreticidir. Hakikatçilik bu konuda Hegel’i gözardı ettirmemelidir. Kişi olarak Napolyon o döneme kadar gelmiş olan tarihin kendisidir. Onu doğuran maddi ve manevi kültür öğeleri araştırılırsa, bu sonuca varmak zor olmayacaktır. Kısaca yorumlarsak, Avrupa uygarlığının temelinde yatan Hıristiyanlık ve özünde yatan ‘Baba-Oğul-Kutsal Ruh’ üçlemesinin Napolyon’da yansıması anlaşılır bir husustur. Hıristiyanlık devletleştiği ölçüde, bünyesindeki tanrısallık da somut devlet halini alacaktır. Kaldı ki, Yahudilik ve Müslümanlık hakkında da bu tip yorumlar geliştirilebilir. Ulusal kiliselerle devletleşmiş tanrının birleşmesi ‘ulus-devlet’ tanrı olarak yorumlanabilir. Hegel’in yaptığı da budur.
Bu yorumu daha da geliştirip yaygınca kullanmak mümkündür. Ayrıca daha iyi kavrayabilmek için tanrı kavramını yorumlamak büyük önem taşır. E. Durkheim tanrıyı ‘toplumsal kimlik imgesi’ olarak yorumlarken iyi bir sosyoloji yapmaktaydı. En gerçekçi sosyolojik tanrı kavrayışı, toplumun genel kimlik imgesi olarak yorumlananıdır. Buna yapmak istediğim katkı sadece imge değil, “Tanrı bir toplumsal-siyasal programdır biçimindedir. Bu hususu Muhammed’in Allah kavrayışına ilişkin daha kapsamlı yorumlamaya çalışacağım. Daha da önemlisi, İbrahim’in dinini yorumlamaya ilişkin olan hususlardır. Mısır ve Sümerlerin mitolojik anlatımları ve tanrı panteonlarını veri olarak kullanmadan, İbrahimî dinlerin sosyolojisini yapmak olanaksız olmasa bile çok eksik olacaktır.
Geriye doğru yürüyüşümüzü sürdürürsek, Sümer uygarlığının elimize ulaşan yazılı belgelerinden İnanna ve Gılgameş destan yorumlarının çok daha öğretici olduğu görülecektir. Evrensel tarih yazımı için tek argüman olmasa bile, en önemli yöntemlerden birinin bu yönlü olduğu yadsınamaz. Denilebilir ki, metafizik üzerinden yorum yapılarak tarih yazılmaz. Bu çok yavan bir ideadır. Buna cevabım, “İnsan kültürü şimdiye kadarki gelişimiyle ezici olarak metafiziktir biçiminde olacaktır. Kaldı ki, metafiziği tümüyle hakikat dışı saymak ne doğrudur ne de mümkündür. Bu ideayı en çok ileri süren pozitivistlerin bile en kaba metafizikçiler oldukları anlaşılmıştır. Nietzsche’nin bu konuda bir değerlendirmesi aydınlatıcıdır, o da şudur: “Önemli olan metafizik yapıp yapmamak değil, iyi metafizik yapmaktır. Yaşamda acıları azaltan, coşkuyu ve neşeyi çoğaltan metafizik iyi metafiziktir. Kötü metafiziğe ilişkin en çarpıcı örneklerden biri pozitivist evrensel anlayışın ulus-devlet ve faşizmi hortlatmasıdır.
Tekrar konuya dönersek, merkezî uygarlık sistemini kavramadan evrensel tarihi kavramak çok eksik kalacaktır. Evrensel tarihi kavramadan da parçalı toplum tarihlerini kavramak sadece eksik olmakla kalmayacak, mukayese olmadığından ötürü anlamsız da olacaktır. Bu konuda çok kısa bir notu da kabile sistemi için eklemeliyim. Kabilenin klandan sonra en temel mikro anlatım konusu yapılması yaklaşımı doğru değildir. Klan gibi kabile de sistemik bir yapı olup evrensel özellikler taşır. Klan ve kabile sistemini eklemeden evrensel tarih anlatımı hakkında yorum yapmak sadece yanlışlıklarla dolu olmayacak, oldukça eksik de kalacaktır. Nasıl günümüzde ulusal tarihsiz evrensel tarih anlatılamazsa, klan ve kabilesiz evrensel ve parçalı tarihler de anlatılamaz. Tarihi yazıyla başlatmaksa tamamen mitolojik bir tercihtir. Pozitivist-mitolojik tercih dersek daha doğru olur.
Tarihsel direniş ve arayışlara ilişkin bu kısa ön açıklamalar konuyu kavramak açısından önemlidir. Merkezî uygarlık süreci orijinal haliyle başladığında, karşısında geliştiği dünya neolitik toplum çağını olanca görkemiyle yaşayan dünyaydı. İki süreç arasında mükemmel bir diyalektik ilişki kurulabilir. Sümer rahip tapınaklarında bu diyalektik kurgunun tüm plan ve projelerinin, uygulama esaslarının geliştirildiğinden şüphe edilemez. İster belgesel-ampirik, ister rasyonel-soyut düşünelim, kurulan diyalektik ilişki büyük gelişmelere gebedir. Yukarı Mezopotamya’nın, Verimli Hilal’in en verimli bölgesinin bütün maddi ve manevi kültür değerleri (Tarihçi Gordon Childe, bu kültürü 16. yüzyıldan sonraki Avrupa kültürüyle eşdeğer tutar) Sümer uygarlığının (kent-sınıf-devlet yumağı) yedeğine, malzeme olarak kullanımına alınmaktadır. Daha sonra bu değerler işlenerek ve dönüştürülerek uygarlık denen makine yaratılacaktır.
Uygarlık ve makine sözcükleri üzerinde durulmayı gerektirir önemdedir. Hâkim sistem haline gelmiş olduğundan ötürü, uygarlık, propagandası çok yapılmış bir sözcüktür. Bu sözcük ‘şehirleşme’, ‘sivilleşme’ anlamındadır. Medeni, modern, centilmen, rasyonel, düzenli, kibar, güzel, hesaplı, planlı, güvenli, barışçıl vb. sıfatlarla habire yüceltilen yeni yaşamın adıdır uygarlık. Maddi kültürün somut yaşamdaki etkisini bu sözcüklerle nitelerken, manevi kültürünü yeni tanrılar panteonu ve cennet tasvirleriyle donatır. Manevi kültür bu kavramlarla yeni uygarlık güçlerinin mükemmeliyetle, ölümsüzlükle yüklenmiş azami programlarını sunmaktadır. Maddi kültüre ilişkin sözcükler asgari gündelik yaşam programını sunarken, manevi kültürün anlatımları azami, gelecekte erişilecek yaşam ideallerinin programını vermektedir. Azami ve asgari programları geliştirdikleri için, Sümer rahip tapınaklarını çok önemsemek gerekir. Günümüzdeki tapınakların işlevi kurulu düzen propagandası yapmaktan öteye gitmez.
Sümerlerin orijinal tapınakları daha sonraki beş bin yılı aşan uygarlık fenomenlerinin oluşumunda ana rahim görevini görmüşlerdir. Sümer rahipleri başlangıçta kentin, sınıfın, devletin tüm kurum ve ideolojileriyle inşasını bizzat yürütmüşlerdir. Yani uygarlık denen makinenin acente halini yaratmışlardır. Hiç şüphe duymamalıyız ki, ‘tanrısal yaratılış’ kavramının kökü uygarlık makinesinin yaratımıyla oldukça ilişkilidir. Makine olarak uygarlık kavramı da çözümlenmeye değer niteliktedir. Makine kendi kendine yürüyen otomobil gibi araçlara verilen hem ad hem sıfat türünden bir kelimedir. Sorulması gereken soru, inşa edilen bu toplum makinesinin ne anlam ifade ettiğidir. Açık ki, kontrolü ve hâkimiyeti altına aldığı toplumu daha hızlı çalıştırmak, böylelikle daha çok toplumsal artık elde etmek ve el koymak bu makinenin tarihsel işlevidir. İşlev görevden daha farklı, özle ilgili bir kavramdır. Görev bırakılabilir, ama işlev bırakılamaz. Çünkü ilgili organın-aracın özüne, bünyesine ilişkin bir husustur. Araç dağılırsa, o zaman işlev de biter. Kent-sınıf-devlet örüntüsüyle uygarlık böylesi işlevi olan bir makinedir, toplum değildir. Toplumu çalıştıran, hem de hızlı çalıştırandır. İşine gelmediği zaman çalıştırmayan, işsiz bırakandır. Bununla da yetinmeyip bu artıklara el koyandır. Bunun için ideolojik, askeri her tür tedbiri alandır. Kendini binbir hile, yalan ve acımasızlıkla toplum üzerinde tutan bir Leviathan (canavar)’dır. Milyonlarca yıl süren jeobiyolojinin en uygun alanlarında toplumun yarattığı kültür üzerine kurulup tanrısallık (yaratıcılık) taslayandır, tasarlayarak tanrısallık taslayandır.
Bu durumda şu soruyu sormak gerekir: Barbar olan ve canavara benzeyen kimdir? Doğayla iç içe, ana ile çocuk gibi kucak kucağa yaşam sürdüren toplumlar mıdır, yoksa onların sırtına yüklenip değerlerini gasp edenler midir? Açık ki, kavramı tersine çevirmenin zamanı çoktan gelmiş, geçmiştir bile! Barbar ve canavar olan uygarlık güçleridir. Gerçek insan olanlar ise, doğayla ve kendi içlerinde ana-çocuk gibi sevgiyle yaşayanlardır. Kadının ağırlıklı rol oynadığı toplumda yaşayanlardır. Çevreyi yıkmadan, kirletmeden yaşayanlardır. Baskı ve sömürüyü kendine yabancı sayanlardır. Bu tanımlamalar basit gelebilir. Fakat uygarlığın toplumla girdiği diyalektik zıtlığı olanca açıklığıyla kavrayabilmek için aydınlatıcı, kendine getirici ve dönüştürücüdür. Unutmayalım ki, ezici insan çokluğumuz uygarlığın aptallaştırdıklarından öteye bir rol oynamıyor. Yani makinenin çalıştırdıklarıyız. Her makinede olduğu gibi uygarlıklar da çalışma sürelerinde yıpranabilir ve bunalım geçirebilirler. Ağır bunalım ve sorunları hiç eksik olmaz. Ne de olsa hükmettikleri canlı insan toplulukları, beyni ve arzuları olan yaratıklardır. Bu varlıkların uzun süreli yalan ve zorluklara dayanmama gibi bir esneklikleri vardır. Direnebilir, başkaldırabilir, daha anlamlı, özgür, eşit ve kardeşçe yaşam hayalleri kurabilirler. Böylesi bir yaşam için örgütlenebilir, hatta savaşabilirler.
Konumuzu bu temelde üç ana başlık altında sürdürmeye devam edelim.
A- Uygarlığın Bunalımı ve Kendi İç Çözüm Arayışları
Uygarlık derken merkezî uygarlık sistemini esas halka olarak araştırma konusu yapmamız diğer uygarlıkları inkâr etmek veya görmezlikten gelmek anlamına gelmez. Önemli olmadıklarını da söylemiyoruz. Tarihsel akışın ana nehir kavramının daha öğretici ve geliştirici olduğunu vurgulamak istiyorum. Diğerleri ana nehre akan kol niteliğindedir. Akışını güçlendirirler, fakat uygarlığın özselliğini değiştiremezler. Çağları ve günümüzü en çok belirleyen sistemi merkezî dünya sistem olarak değerlendirmelere konu edinmek, diğer kolların değerlendirilmesine de katkıda bulunacaktır. Evrensel tarihsel akışı yitirmeden, farklı mekân ve zamanlarda oluşan tarihsel akışları daha doğru anlayabiliriz. Bütün parçayı izah edebilir, parça ise bütünü izah etme kapasitesinde değildir. Beş bin yılı aşan merkezî uygarlık veya dünya sistemi yaklaşımını bu nedenlerle tercih ediyoruz.
Sümer kent uygarlığı başlangıç itibariyle oldukça verimli işliyordu: Her acenteden çıkma araç gibi. Kendini hızla çoğalttı. Peş peşe kentler kuruldu. Aşağı Mezopotamya’dan Yukarı Mezopotamya başta olmak üzere her tarafa yayıldı. Her kent daha fazla artık-değer demekti. Yerleşik hiyerarşilerin bu temelde hızla hanedan devletlerine dönüşmesi beklenirdi. Hammadde ve mamul madde ticareti hızlandırırken, kentleri hegemonik rekabete de zorluyordu. Ticarete hükmeden güç hegemonya şansını arttırıyordu. Dar alanlarda çok sayıda kentin inşası rekabeti ve hegemonya savaşını körükleyen diğer etkendi. Ayrıca başlangıçta gerekli olan nüfus çok arttığından ötürü soruna dönüşüyordu. Verim nüfus artışı demekti. Toprak bol oldukça ve sulama imkânları elverdikçe, bu sistem başarıyla yürüyebilirdi. Fakat verimli alanlar Dicle-Fırat yakınlarıyla sınırlıydı. Bu alanların kentleşme sürecine alınmasıyla bunalımın objektif koşullarına dayanmış olunuyordu.
Uruk kendi çağını yaklaşık beş yüz yıl sürdürüp, rekabet sonucu yerini ve hegemonyasını Ur sitesine kaptırdı. Uruk’un bunalımı Ur sitesinin çıkışına yol açtı. Yaklaşık M.Ö. 3000-2000 döneminde üç Ur Hanedanı, M.Ö. 2350-2150 döneminde Semitik Akad Hanedanlığı ve M.Ö. 2150-2050 Aryenik Gudea Hanedanlığının yaşadığı bunalımlarla bu dönemin sonuna gelinmiş oldu. Eldeki belgeler bu dönemde kent kavgalarının çok yoğun olduğunu göstermektedir. Bazı kentlerin tümüyle ortadan kaldırıldığını bilmekteyiz. Örneğin ‘Agade’nin Lanetlenmesi’ öyküsünden Akad başkentinin çok acıklı biçimde tarihten silindiğini görmekteyiz. Benzeri birçok öykü vardır. Günümüzün kriz ve rekabetlerini aratmayan kriz ve rekabetlerin yaşandığı bir gerçektir. Kâr her zaman artık-ürün demektir. Dolayısıyla üzerinde yürütülen kavgalar her zaman benzer olacak ve aynı sonuçları verecektir. Uygarlık bunalımının geliştiği açıktır. Yıkılan kentler ve acımasız savaşlar tıpkı günümüzdeki Irak gibi bu gerçeği sadece doğrulamaktadır. Irak’ın Uruk’tan kaynaklandığını hatırlarsak, ne denli hazin bir tarihin (Uygarlık tarihi oluyor) yaşandığını daha iyi anlayabiliriz.
Bunalıma bulunan çare de gelenekseldir. Uygarlık günümüze kadar hızından ve yoğunlaşarak devamından hiçbir şey kaybetmemiştir. Daha fazla sömürü alanı keşfetmek ve bu sömürü için daha fazla güç, iktidar, devlet sahibi olmak temel amacı olmuştur. M.Ö. 2000’lerin sonlarında bunalımdan güçlenerek çıkan güç Babil olmuştur. Daha fazla güç ve sömürü olanaklarına sahiptir. Ticaret ve sanayide öne geçmiştir. Kendi hegemonyasında bazı kesintilerle M.Ö. 300’lere kadar etkili olabilmiştir. Bu dönemin tüm hegemonları en son İskender örneğinde olduğu gibi Babil’de olmak ister. Babil’in bunalımlarını en iyi kullanan, yanı başındaki ticaret kurtları haline gelmiş Asurlu tüccarlar ve kolonileridir. Asurlular bir nevi karaların Fenikelileri gibidir. Fenikelilerin Akdeniz’de ticaretle gerçekleştirdiklerini Ortadoğu karasında Asurlular gerçekleştirecektir. Babil’le sıkı rekabet içinde (Halen Süryani-Keldani rekabeti bu geleneği yansıtır) olan Asurlular da Babil hegemonyasında (M.Ö. 2000-1600) ancak ticaret tekelini elinde tutabileceklerdi.
Hammurabi’den sonra Babil’in yaşadığı bunalımdan iki tarihsel gücün çıkışı gerçekleşecektir: İçinden İbrahim’in çıkışı (tahminen M.Ö. 1700-1600 arası), dışından ise Hurrilerin savunmadan saldırıya geçişleri. M.Ö. 1596’da Babil, Hurri kökenli hanedanlarla (Hititler ve Kassitler bilinenleridir) bugünkü Bağdat yönetimine benzeyen bir durum gibi ortak yönetime geçer.
Babil’in hegemonyasını yitirişiyle yeni iki hegemonik güç sahneye çıkar. İç Anadolu’da Hattuşaş merkezli (bugünkü Çorum-Boğazköy) Hitit ve Waşukanî (Güzelpınar, bugünkü Türkiye-Suriye sınırındaki Serêkani-Ceylanpınar) merkezli Mitanni hegemonyası yükselir. İkisi de Hurri (proto-Kürt) kabile boylarına dayanan prenslik konumundaki beylikler tarafından kurulur (M.Ö.1600-1250). Dönem Mısır Yeni Hanedanı dönemiyle birlikte, Ortadoğu uygarlığında yeni parlak bir aşamayı temsil eder. Üç uygarlık merkezi arasında çok canlı bir diplomasinin gelişmesi ve saray düzeyinde karşılıklı olarak kadınlarla yapılan evlilikler temelinde ilkel enternasyonal benzeri bir ilişki dönemi yaşanır. Hitit ve Mitanni hegemonyasının geleneksel bunalım nedeniyle (Bu dönemin bunalımları daha uzun aralıklıdır, yüz ile dört yüz yıl arasında değişmektedir) çöküşü (içte hanedan kavgaları, dıştan kabile saldırıları), tetikte bekleyen Asur hanedanlarının yükselişine yol açar. İki dönem halinde (M.Ö. 1300-1000, 900-600) Ortadoğu’nun en kuvvetli hegemonik gücü haline gelirler.
Asur İmparatorluğu’nun tarihin tanıdığı en gaddar güç olduğu söylenir. İşin özüne inilirse, gaddarlığın tekel kârıyla bağlantısı anlam kazanır. Halk olarak Asurların diğer halklardan özde farkı yoktur. Fakat hegemonyasının ticaret tekeline dayanması kâr için şiddeti zorunlu kılar. Ticaret tekellerinde kâr, tarım tekellerinde (Sümer toprak yönetimi) olduğu gibi şiddet olmadan gerçekleştirilemez. Asur şiddetinin temelinde bu gerçeklik yatar. Asur hegemonyasının uygarlık açısından getirdiği yenilik, olsa olsa daha çok kâr için daha çok iktidar, daha çok iktidar için daha çok şiddet olabilir. Şiddetin kapsam ve mekânında büyüme olduğu açıktır. Asur tarzı çözüm bu nedenle tarihte şiddet kökenli çözümlerin anası sayılır. Ortadoğu’da sorunlara halen çözüm olarak düşünülen bu gelenek Asur hegemonyasına çok şey borçludur.
Asur şiddeti ve temelindeki kâr hırsı insanlık vicdanında büyük yaralar açmıştır. Bunalıma yol açmakla kalmamış, Asurluların hem siyasi-askeri güç olarak, hem halk-toplum olarak belini bir daha doğrultamaz hale gelmelerine neden olmuştur. Ortadoğu halklarının büyük beddua ve lanetleriyle (iktidar ve ticaret tekellerinin) anılmasına, özgürlük için şahlanmalarına yol açmıştır. Demirci Kawa Efsanesi, Medlerin ve Urartuların ünlü ‘üç yüz yıllık direniş’leri bu dönemin ürünüdür. Çok daha önemlisi, tarihte hikmetler çağı (M.Ö. 600-300) denilen bir döneme de yol açmıştır. Bilgelik çağı da diyebileceğimiz bu dönemde, halkların başına gelen büyük Asur felaketini çözümlemek için büyük düşünmek gereği de doğmuştur. Hem düşünce hem vicdan ayaklanması bu çağın doğurucu gücüdür. Merkezinde Zerdüşt’ün rol oynadığı bu çağın (M.Ö. 6. yüzyıl) temsilini Doğuda Hindistan’da Buda ve Çin’de Konfüçyüs, Batıda Greklerde ise Sokrates yapar. Büyük bunalımlar büyük şiddet ve alçalmaların yanında büyük düşünce ve vicdan yükselişlerine ortam açabilirler.
Med ve Babil ittifakıyla tarihe gömülen Asur hegemonyası, kısa süreli bir Med ve Babil döneminden (M.Ö. 600-550) sonra yerini Pers hanedanlarına bıraktı (M.Ö. 550-330). Perslerin sorunların çözümünde Asurların tersine bir yöntem izlediği söylenir. Diyalektik açıdan da bu doğru olabilir. Hoşgörü, ayrım yapmadan halkların kültürlerine özgürlük, yönetimde adalet ve doğru sözlülük sözü edilen yöntemin kapsadığı olumlu özellikleridir. Bu yönüyle Pers tarzı çözümün Ortadoğu halklarınca ehveni şer olarak karşılandığı söylenebilir. Tarihin en geniş hegemonyası kuruldu. Doğuda Hindistan’a, batıda ise Makedonya’ya kadar uzandı. Sadece Çin ve Roma Cumhuriyeti sınırlarının dışında kaldı. Ne de olsa yine de bir uygarlık gücüydü. Temel çelişkisi kısa sürede etkisini gösterecek, bunalımı daha da derinleşecekti. İçerde sert hanedan içi çatışmalar, dıştan kabilelerin saldırıları yavaş yavaş sonunu getirecekti.
İskender’in gücünün bel kemiği kabile soylularına dayanıyordu. İskender’in kılıcı bahaneydi. Sanıldığının aksine, İskender’in büyük savaşçılığından ziyade, içteki çürümüşlük Pers hegemonyasının sonunu getirmiştir. Helenizm Çağı (M.Ö. 300-M.S. 300) yaklaşık beş yüz yıllık bir dönemde gerçek bir Doğu-Batı sentezi olmuştur. Perslerin Doğudan geliştirdiklerini Helenler Batıdan geliştirmeyle karşılık verince, insanlık tarihinde büyük bir sentez yaşanmıştır. Grek uygarlığı (M.Ö. 600-300) bu süreçten beslenmiş ve Helenizmle büyük bir çıkış yapmıştır. Her ne kadar Roma askeri ve siyasi hegemon ise de, kültürel gelişmeyi Helenler temsil etmiştir. Perslerin devamı Part ve Sasani Hanedanlarının tarihsel anlamda kültürel bir katkısı olmamıştır. Roma’yla giriştikleri hegemonik savaş, Ortadoğu toplumunda yeniden büyük direniş ve arayışlara yol açmıştır. Hıristiyanlık ve Manizm bu arayışların sonucu olarak doğmuşlardır. İslamî çıkış bu sürecin devamı niteliğindedir.
Roma hegemonik dönemi uygarlık sistemini bir adım daha ileriye taşımıştır. Britanya Adasına kadar Avrupa’nın önemli bir kısmı ilk defa uygarlıkla tanışmıştır. Afrika’ya ve Hindistan alt kıtasına nüfuz edilmeye başlanmıştır. Arabistan Yarımadası hem Sasaniler, hem Roma, hem de Habeşliler tarafından uygarlık çemberine alınmıştır. Öte yandan Çin kendi uygarlığını genişliğine ve derinliğine yaymaktadır. Açık ki miladî yıllara geldiğimizde uygarlık güçleri bünyesel bunalımlarına insan topluluklarını dahil ettikçe, ömürlerini uzatsalar da kalıcı çözüm getiremiyorlardı. Buda’nın şu meşhur sözü bu gerçeği ifade eder: “Ateşi ateşle söndüremezsin. İktidarı daha fazla iktidarla aşmak çözüm değildir. Ateşin yaktığı sahaları daha da büyütmesine benzer. Roma’nın çöküşü, kuralımızı doğrulamaya devam eder. İçte İmparatorlar arası büyük çekişme (Son dönemde aynı zaman diliminde çoklu imparator süreci yaşanmıştı), dıştan dalga dalga kabile sisteminin saldırılarıyla birleşince çöküş kaçınılmaz olur. Hıristiyanlığın büyük vicdanî hareketi de bu çöküşte önemli rol oynamıştır.
Sasaniler de benzer bir süreç yaşamaktadır. İç çekişmeler dinsel ve kabilesel hareketlerle birleşince, bunalımın şiddetlenmesi ve çöküş kaçınılmaz olur. 4. ve 5. yüzyıllar merkezî uygarlık sisteminin (dünya sistemi) küresel bunalım dönemidir. Geçen dört bin yıllık süreçte kadın özel ve genel fahişe olarak tamamen kapatılmış, özel ve genel mülk konusu yapılarak nesneleştirilip metalaştırılmıştır. Yerleşik köylü ve kent zanaatkâr kesimi kadından sonra ve kadın gibi köleleştirilerek haraç, vergi ve savaş için ‘döl’ üretim aracına dönüştürülmüştür. Tanrısallaştırılmış üst tabaka hariç, kontrol altındaki tüm resmi toplum unsurları (Sınıf ve tabaka demek zordur) genel kölelik koşullanmasına tabi kılınmıştır. Uygarlığın Çin, Hint, hatta taze Afrika ve Amerika çıkış kolları daha katı ‘kastik’ düzen altındadır. Direnişler ve arayışlar bu sisteme karşı gelişecektir.
Tıpkı kapitalizmin bünyesel bunalımları gibi, tüm uygarlık bunalımları sistemin üç temel özelliğini doğrulamaktadır. Birincisi, merkez-çevre ilişkisi değişken olmakla birlikte süreklidir. İkincisi, sistem güçleri arasında kâr nedeniyle sürekli rekabet ve çatışmalar vardır. Üçüncüsü, ilk iki özelliğin sonucu olarak sistem devamlı inişli-çıkışlı bunalımlı süreçleri yaşamak durumundadır. Bu üç özelliğin doğal sonucu ise, sistemin hegemonik karakterde bir yönetimi kaçınılmaz kıldığıdır. Uygarlıklar hegemonyasız yürümez. Tüm bu özelliklerin birleşik ortak sonucu da küreselleşmenin sürekli derinliğine ve genişliğine yayılma durumudur. Bu temel özellikler uygarlıkları başlangıcından itibaren küresel olmaya zorlar. Bu gerçeklik iktidar ve sermaye tekellerinin doğasından kaynaklanır. Yatay ve dikey olarak ne kadar çok yayılırlarsa, güç ve kâr da birbirini besleyerek o denli büyür. Aralarında korelasyon olduğu kesindir. Eğer günümüzde uygarlık yaşamı büyük bir sıkışıklık içine almışsa (Tüm sosyolojik veriler bu gerçekliği doğrulamaktadır), bunalım insanlarla sınırlı kalmayıp ekolojik yapılanmayı da tehdit altına almışsa, bunun gerçek nedeni başlangıçtan itibaren bünyesinde barındırdığı yıkım ve barbarlık özelliğidir. Olup bitenler özünde olanların açığa çıkmasıdır.
B- Kabile, Aşiret ve Kavim (Etnisite) Direnişleri
Dünya sistemi ideolojik kurgusuyla çokça idea etse de, düzen tanrısal buyruğun gereği olarak işlememiş ve yürümemiştir. Açık ki, tanrısal buyruk ve düzen (Olanca ideolojik perdeleme gayretlerine rağmen, benim için ‘buyruk’ ve ‘düzenin’ anlamı çok açıktır) toplumsal artığın üzerine kurulu yönetici tabakanın (yönetici + asker + rahip) emir ve kurallarını temsil etmektedir. En üstten en alttaki kula kadar binlerce yıl inceltile inceltile, tekrarlana tekrarlana (bir kişiye kırk defa deli dersen deli olurmuş misali) tanrısal bir gereklilik ve gerçekmiş gibi topluma sindirtilen bu ideolojik hegemonyaya rağmen, zulüm, zorbalık ve talan düzeni kendini tamamıyla örtbas etmeyi ve kabul ettirmeyi başaramamıştır. Sistem dışında kalmış ve sürekli sistemin talan ve köleleştirme ‘sefer’leriyle yüz yüze kalan kabile sisteminde yaşayan aşiret ve kavim isyanları baş göstermiş ve süreç içinde tıpkı uygarlık sistemi gibi süreklilik kazanmışlardır. Sistem bu hareketlerin ‘barbar’ olduğu propagandasını yapmıştır. Açıkladığım nedenlerle bunun tersi doğrudur uygarlık düzeni bir ‘barbarlık makinesi’dir. İnsancıl yaşamdan kopmak istemeyen ise, kabile-komün düzenidir.
Tarihsel olarak kendini görünür kılmayı başaran halklar olduğu kadar, ezici çoğunluğun bunu başaramadığını özellikle belirtmek gerekir. Tarih aslında yazıldığı gibi olmamalıydı. Gerçek tarihin kendini gösteremeyen ve yazdıramayanların tarihi olduğuna eminim. Toplumun ezici çoğunluğunun emeği, direnişi, yaratışı, keşfi hep görünmez kılınmıştır. Bilinerek ve kendiliğinden böyle olmuştur. Toplumsal kazanımlarına el konulmuştur. Gerçek sahipleri bilinmez kılınmış, yazamamış ve yazdırılmamıştır. Özellikle kadına ait olanların yanı sıra çiftçi, çoban ve zanaatkârların keşif ve icatları tüm keşif ve icatların neredeyse tamamını oluşturdukları halde, tarih hiç de bu gerçekliği teslim etmemektedir. Tanrıça İnanna’nın erkek tanrı-krallara seslenirken ve tek tek sayarak, “Benim 104 Me’mi (toplumsal keşif, icat ve kurallar) sizler benden çalmadınız mı? söylemi belki de kulağa cılız ve anlamsız gelen (Çünkü kulaklar öyle alıştırılmış) gerçek tarihin son destanı olan İnanna Destanı’nın en çarpıcı söylemidir. Dumuzi ve Enkimdu Destanında (Çoban ve çiftçi söyleyiş destanıdır) çiftçi ve çoban dünyası kendi emek, icat ve keşiflerinin önemini bu tür destanlarla dile getirirken, tarih herhalde gerçeklere daha yakındı. Günümüz pozitivist ulusal tarihleri tüm bilimsel söylemlerine rağmen hakikatlere en uzak kötü metafizik örneklerdir. Avrupa merkezli pozitivist-bilimci sosyolojiyle Sümer dönemi mitolojisini karşılaştırmalı inceleme ve yorumlamalara tabi tutarsak, toplumsal hakikatlere yakınlık Sümer mitolojisinden yana olacaktır. En azından benim inancım ve rasyonalitem bunu öngörüyor.
Şimdi tarihsel direnişlerin kendi somut örneklerine bakalım.
a- Semitik Kökenli Kabile Direnişleri ve Karşı Saldırıları
Büyük Sahra Çölü’nden Arap Yarımadasının doğusuna kadar olan alanda altı bin yıl öncesine kadar daha yağmurlu ve yeşil bir sahanın mevcut olduğuna dair bilimsel kanıtlar vardır. Semitik adı verilen geniş bir kabile sisteminin bu jeobiyolojik ortamla iç içe geliştiğini söylemiştik. Bu sistem yaklaşık M.Ö. 4000 yılından itibaren iki yönlü bir baskıya maruz kaldı. Doğal kuraklık ve çölleşme döneminin başlamasıyla birlikte, Mısır ve Sümer uygarlıklarının yükselişiydi bu iki önemli baskı unsuru. Dolayısıyla kabilelerin içte vahalık alanlara, dışa doğru ise daha yağmurlu ve yeşilli alanlara doğru büyük tarihsel hareketi zorunluluk kazanıyordu. Tarih bu hareketleri belgelemektedir. Sümer ve Mısır belgeleri bu ‘tehlike’den sürekli bahsetmektedir. Mısırlılar bu güçlere ‘Apiru’ yani ‘tozlu insanlar’ (‘Toz-kir içindekiler’ anlamında kullanılıyor) derken, Sümerler sanırım ya aynı anlamda ya da ‘Batıdan Gelenler’ anlamında ‘Amoritler’ olarak, ‘tehlike saçanlar’ biçiminde kimliklendiriyor. Önemli bir kısmını köleleştirerek hizmetlerine alıyorlar. Bu yöntemin günümüze kadar siyahîlerin köleleştirilmesinde olduğu gibi acımasızca kullanılmaya devam ettiğini biliyoruz.
Yaklaşık altı bin yıllık köleleştirme sistemi acaba ne acılar pahasına yürütüldü? Sonuçlarından kimler nasıl yararlandı? Herhalde bu sorulara cevap vermeden gerçek tarih yazılamaz. Konumu savunmaya daha uygun olduğundan, Mısır kendini bu kabilelerin göç ve saldırısından, özde direnişinden daha iyi koruyabiliyordu. Sümerler bunların direnişleri ve saldırılarına karşı daha savunmasız konumdaydı. Dalga dalga gelişen bu kabile direnişleri ve saldırılarının M.Ö. 1400’lerde sonuç vermeye başladığını gözlemlemekteyiz. Tarihe Akadlar olarak geçen hanedanlık, bu kabile direnişleri ve saldırılarının Sümer savunmasını yıkmaları sonucunda iktidar sistemine oturmuştur. M.Ö. 2350-2150’de hükümranlık sürdüren ve tarihe ilk ‘imparator’ olarak geçen Sargon’un kurucusu olduğu bu hanedan krallık dönemi, bir ‘Proto-Asur’ rejimi olarak değerlendirilebilir. Sargon’un kimliğinde bir kural oluşmaktadır. Uygarlık ortamında fırsat bulduklarında, kabile şeflerinin nasıl geçmişi aratan zorbalara dönüştüklerini açıklayan kural gerçekliğidir sözü edilen. Bunda yaşadıkları zorluklar kadar, açgözlü oluşları ve yeni iktidar koltuğunda sarhoş olmalarının etkileri önemlidir.
İkinci Semitik kabile dalgasının ardından Babil ve Asur dönemleri yaşanır. Sargon’u aratmayan yarı tanrı-krallarıyla meşhur bir dönemdir Asur ve Babil. İktidar ve ticaret kurumunun gelişmesinde tarihsel katkıları olmuştur. Şüphesiz kölelik kurumunun gelişmesinde de orijinal Mısır ve Sümer hanedanlarından daha az rolleri olmamıştır. Sömürü ve baskının klasik kurumlaşmasında Babil ve Asur’un evrensel bir rol oynadığından kuşku duyulamaz. Bunun Greko-Romenlerin katkısından az olmadığını belirlemek doğru tarih yazımı için önemlidir. Akad, Babil ve Asur dönemlerinde Sümer dil ve kültürü özümsenip ikinci plana düşürülürken, Akadca ve Aramice dönemin resmi ortak dili haline gelmiştir. Özellikle Aramice, Ortadoğu’nun Latincesi olarak, Arap dili resmi uygarlık dili olana kadar kullanımda kalmıştır. Arkasındaki iktidar ve ticaret tekellerini hatırlatması açısından bu konumu önemlidir. Ayrıca ortak ideolojik (ilahiyat) dildir. Maddi kültürün resmi dili kendini manevi kültürün resmi dili olarak da kabul ettiriyor, meşrulaştırıyor.
Üçüncü büyük Semitik kabile savaşçılığı dalgası Araplık adına sürdürülür. İslam öncesinden yaklaşık M.Ö. 500’lerde kendini Arap kimliğiyle yansıtan anti-uygarlıkçı direniş ve saldırılar, İslamiyet’le evrensel çapta rol oynayacaktır. Tüm Kuzey Afrika, Büyük Sahra’nın çevresi ve Arabistan Yarımadasından Toros-Zagros sisteminin eteklerine kadar yayılabilmiştir. Çok büyük bir kabile hareketidir. İki bin beş yüz yıldır hızından bir şey kaybetmeden aynı mekânlarda kendini sürdürmeye ve dönüştürmeye devam etmektedir. Araplıktaki dönüşüm süreci özellikle incelenmeye değerdir. Üst tabakada şeyhlik, emirlik ve sultanlık kurumlaşması, devlet ve iktidarı anlamak açısından öğreticidir. Şeyhlik, emirlik, sultanlık, iktidar ve devlet kavramlarının kökü de Arapça’dan çıkmadır. Örneğin devletin kelime anlamı, ele geçirilen bir kadınla geçirilecek gece anlamına gelen bir sözcükten türemedir. Devletin kelime olarak bile tecavüz ve köleleştirilmeyle ilişkisi oldukça ilginçtir. Arapça’da iktidarı çağrıştıran tüm kavram ve kurumların anlamı çıplaktır ve keyif çatma ve sürdürmeyi çağrıştırır.
Ahd-i Atik’te (Tevrat) Semitik kabilelerin çok daha ayrıntılı listeleri sunulur. Bizzat İbrani kabilesinin öyküsü ayrıntılı anlatılır. Tek tanrılı dinler bölümünde uzunca çözümlenecek bu konu hakkında bu bölüme ilişkin çıkarılması gereken sonuç, karmaşık bir Semitik kabile tablosuyla karşı karşıya olduğumuzdur. Örneğin Kenanîler bir koldur. Aramîlerin de ayrı bir kol olma durumları söz konusudur.
Semitik kabile ve aşiretlerin alt tabakasını ‘Bedevi’ler oluşturmaktadır. Bedevileri yoksulluk içindeki çöl, vaha ve köylü Arap olarak da yorumlamak mümkündür. Bedevilik kabilesel yönü kadar sınıfsal ve sosyal anlamı olan bir kategoridir. Çok eski bir tarihi ve kendine özgü bir sosyal kimliği vardır. Bu anlamda Bedevilik ayrı bir Araplıktır. Türklerdeki Türkmenlik ve Kürtlerdeki Kurmanclık gibi sosyal ve kültürel anlam taşır. Araplar hem üst hem de alt tabaka olarak tarihten günümüze kadar başta Ortadoğu olmak üzere evrensel tarihi en çok meşgul eden ve etkileyen kabile sistemine sahip bir kavimdir. Değişim ve dönüşümleri bütün hızıyla devam ediyor. Her ikisi de Semitik kökenli olan Araplarla İsrail arasındaki çatışmanın dünyadaki ve bölgedeki etkileri göz önüne getirildiğinde, bahsedilen gerçeğin ne kadar önemli olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Arap olgusundaki değişim ve dönüşümleri anlamadan, Ortadoğu ve dünyayı tam kavramak eksik ve zor olacaktır.
Genelde Semitik, özelde Arap kabile ve kavimlerindeki direniş ve arayış hareketlerini hangi anlamda anti-uygarlıkçı ve uygarlık-içi olarak değerlendirmek gerektiği sorunlu bir konudur. Etnik olanın dinsel olanla ayrımı da ciddi bir sorundur. Diğer kabile ve kavimlerde de benzer ayrım sorunları vardır. Fakat Araplarda konu daha karmaşıktır. Sistem içi veya karşıtı olmak dünyadaki tüm benzer hareketlerin hep gündeminde olmuştur. Hem tarihte hem de günümüzde bu sorun hep varlığını korumuştur. Semitik ve Arap kabile ve kavim hareketlerinin iki boyutu da vardır ve önemlidir. Kabile ve kavimlerde hem anti-uygarlıkçı yön, hem uygarlıkçı yön arasında diyalektik bir ilişki ve çelişki olup daimi mücadele halinde olmuşlardır. Etnisite daha çok anti-uygarlıkçı yönüyle kendini yansıtırken, dinsel yön daha çok uygarlıkçı yönüyle kendini yansıtır. Fakat her iki tip hareket içinde ve arasında uygarlıkçılık ve anti-uygarlık eğilimlerinin dönüşüm ve değişimlere çok açık olduklarını belirtmek mümkündür. Modern ve geleneksel yorumcular bu iki ayrım arasında çok karmaşık bir anlatım geliştirmişlerdir. Söylemin karmaşıklığı ve olguları doğru yansıtmaması eylem alanında çok yanlış sonuçlara yol açabilir. Söylemin = eylem öncelliğini çoğunlukla beraberinde taşıdığını öngördüğümüzde, anlatımlarımızın konu ve sorunlara denk gelmesinin ne kadar önem taşıdığını kestirmek mümkündür.
b- Hurrilerin Direnişi ve Saldırıları
Etimolojik olarak Ari, Ur ve Hurri kelimelerinin Sümerce kökenli olduğu ve tepe veya plato halkı, dağlı grup anlamına geldiği kanısındayım. Sümerlerin Kuzeydoğu komşularına yaşadıkları coğrafyadan ötürü ‘dağ-tepe halkı’ demiş olmaları mümkündür. Kaldı ki, aynı coğrafyada yaşamaya devam eden Kürtlere halen ‘dağlı halk’ anlamına gelen birçok deyiş yakıştırılır. ‘Kart-kurt’ deyişi de bu geleneklerdendir. ‘Dağ halkı’ deyimi bu nedenle anlaşılırdır.
Hurriler etimolojik açıdan Hint-Avrupa kabile gruplarına dahil edilseler de, tüm bu gruplardan daha çok otantik yani yerli bir karaktere sahiptir. Yorumum, Dördüncü Buzul Döneminin sonundan beri aynı bölgede yaşayan ve neolitik devrimi başat rolde geliştiren aynı topluluk olduklarına ilişkindir. Tüm jeobiyolojik, arkeolojik, antropolojik, etimolojik ve etnik araştırmalar halen aynı bölgede yaşayan Kürt halkının çok eski ve otantik karakterinde hemfikirdir.
Neolitik dönem topluluklarının Verimli Hilal’in merkezinde, Pencab’dan Nil’e kadar uygarlıksal gelişme için gerekli olan maddi ve manevi kültür öğelerini altı bin yıl öncesinde olgunlaştırdıkları bilimce tespit edilebilmektedir. Gordon Childe’ın, bu olgun neolitik dönemi 16. yüzyıl sonrası Avrupası’na benzettiğini aktarmıştım. Birçok araştırma benzer sonuçlara varmaktadır.
Bölgede El Ubeyd kültürünün M.Ö. 4000’lere kadar giden rastlanmaktadır. Aşağı Mezopotamya kültürü olan El Ubeyd kültürünün izleri bölge kültürüyle alışverişin daha o dönemde sıkı olduğunu göstermektedir. Daha da önemlisi, Uruk, Ur ve Asur dönemlerinin kalıntıları çok daha fazladır. Fırat ve Dicle’nin kıyılarında ve arasında bu dönemlerin yaygın koloni hareketlerinin izlerine rastlamaktayız. Bu konuda arkeolojik kalıntılar çok somut veriler sunmaktadır. O halde bölge ve halkı üzerinde tarihsel olarak tespit edilebildiği kadarıyla altı bin yıldan beri bir kolonileştirme tehdidi ve uygulaması vardır. Diğer yönlerden de benzer tehditlerin varlığı mümkündür. Özellikle Kafkasya üzerinden sürekli gelişen istila hareketlerine rastlanmaktadır. Neolitik devrimin geliştiği alanların en eski ve çok verimli alanlar olması nedeniyle tıpkı AB ve ABD’ye yönelik günümüzdeki göçler gibi, her taraftan alana yönelik nüfus hareketlerinin gelişmiş olması beklenebilir. Verimli ve zengin bölgeler her zaman çekici olmuşlardır. Verimli Hilal bu yönüyle son derece çekici özelliklere sahiptir.
Tersi bir durum da söz konusu olabilir. Sistemin olgunlaşma döneminden sonra artan nüfustan ötürü alan dar gelmeye başlamış olabilir. Başta komşu, yakın ve verimli olabilecek alanlar olmak üzere birçok alanda karşı hareketlerin gelişmiş olması mümkündür ve beklenebilir. Tarihsel kayıtlar bu konuda da veriler sunmakta, olgunluk aşamasından itibaren (M.Ö. 7000-5000) bölge kültürünün kendini hem kültürel hem de fiziki olarak dönemine göre dünyanın her tarafına hızla yaydığını göstermektedir. Bu tarihlerden sonra biraz gecikmeli olarak Avrupa içlerinden Hindistan’a (Hint-Avrupa dil grubu bu gerçeği doğrulamaktadır), Mısır’dan Sümerlere kadar bu kültürel değerlerin her iki yolla da yayıldıkları bilimsel bir gerçekliktir. Aksi halde otantik halkın neolitik kelimelerinin Hint’te ve Avrupa’da ne işi vardır! Yine yüz binlerce yıl aynı verimli topraklara sahip Nil, Fırat, Dicle ve Pencab’ın denize yakın alüvyonlu topraklarında neden uygarlığın izine rastlanmadığı sorusu cevaplandırılamaz. Merkezî uygarlık kavramı kadar ‘merkezî tarım çağı’ kavramı da insanlık tarihini doğru yazmak ve okumak için gereklidir.
Otantik halk olmaya ilişkin Urfa-Göbeklitepe Tapınağının on iki bin yıllık mirası esasında her şeyi açıklıyor. Bölgenin kabile sistemine dayalı halkı, çok eski ve çok gelişmiş bir kültüre sahiptir. Bizzat alan kazılarını yürüten arkeologların görüşleri de tarihin yeniden yazımının şart olduğu yönündedir. Burada şoven bir yaklaşım içinde olmadığımı önemle belirtmeliyim. Söz konusu olan, tüm insanlık için doğru tarih yazımı konusudur. Doğru tarih yazımının da insanlık için her şeyden daha çok gerekli olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Çünkü doğru tarih doğru insandır, doğru insan doğru yaşamdır.
Üzerlerinde giderek gelişen baskıdan ötürü Hurri kabilelerinin M.Ö. 4000-3000 döneminde aşiretleşmelere doğru evrim gösterdiklerini gözlemleyebiliyoruz. Gözlemleyebildiklerimiz elbette tarihsel kayıtlar yoluyladır. Aşiret kültürünün izlerine bu dönemde rastlıyoruz. Sümer yazılı belgeleri kuzeydoğu komşularından daha sıkça haber vermektedir. Önceki bölümlerde sınırlı da olsa Sümerlerin kökenine değinmiştim. Şahsi kanaatim, Sümerlerin Yukarı Mezopotamya’dan kültürel ve fiziksel yayılma sonucunda bazı Semitik grupları da bünyesine katarak gelişmiş bir kültürel sentez olduklarına ilişkindir. Bu görüşümü koruyorum. Hurrilerin aşiretlere dönüşümleri siyasi yönden geliştiklerinin de kanıtıdır. Aşiret çoğunlukla kabilelerin ortak savunma ve yönetim ihtiyacı için zorunlu bir aşamadır. Artan iç ve özellikle dış sorunların aşiretleşmeyi hızlandırdığı kesindir. M.Ö. 3000-2000 dönemi aşiretlerin konfederasyon tipi gevşek bağlı oluşumlara girdiğini göstermektedir. Siyasi elitlerin oluştuğu gerek Sümer (M.Ö. 2150-2050, Guti-Gudea dönemi), gerekse Hitit öncesi Orta Anadolu kültüründe (Bugünkü Elbistan yöresinden Anum Harbi’den Neşalı Beylere –Kültepe- yazılan mektup bunun bir kanıtıdır) gözlemlenmektedir. Yazıtlar Hurrice’dir.
Hurri elitlerinin hem savunma hem yayılma konumunda oldukları eldeki belgelerden anlaşılmaktadır. Hurriler Asur baskısına karşı sürekli direnme gereğini duymaktalar. Zengin maden ve kereste yatağı üzerinde olmaları, Asur krallarının sürekli üzerlerine gitmelerine yol açıyor. Bu baskılar sonucunda iki önemli kol halinde yanıtlar geliştirilecektir: İç Anadolu’da önce Neşa, sonra Hattuşaş merkezli Hitit Konfederasyonu (M.Ö. 1650-1200), Waşukâni merkezli Mitanniler (M.Ö. 1500-1250). Babil ve özellikle Asur tüccarlarının baskı, sömürü ve kolonileştirme hamlelerinin bu konfederasyonlara yol açtığı rahatlıkla belirtilebilir. Bu iki konfederasyonun halkının birlikte M.Ö. 1596’da Babil’i işgal etmelerinden hareketle bu sonuca varmak mümkündür. Şu hususu önemle belirtmeliyim ki, günümüzün ulusalcı terminolojisiyle dört bin yıl öncesinin siyasi ve sosyal oluşumlarını yorumlayamayız. Yapabildiğimiz, hiçbir şey yapmamak ve yazmamaktansa, bir tarih imgesi oluşumu için hiç olmazsa çok yanlışa kaçmayacak söylemlerde bulunmaktır. Konuya yaklaşımımız böyle anlaşılmalıdır. Başka türlü tarih çarpıtmalarını ve inkâr eğilimlerini kıramayız.
Hurriler M.Ö. 2000’lere doğru yaklaşık olarak bugünkü Kürtlerin yaşadığı alanlara sahip veya hükmedebilecek konuma gelmiş gözüküyorlar. Özellikle Sümer, Babil ve Asur kolonilerini bazen yakıp yıktıklarını höyük kazılarından gözlemleyebiliyoruz. Urfa-Bozova-Tutriş Höyüğündeki kazılardan M.Ö. 2000’lerde bu türden bir koloni olma ihtimali bulunan yerleşim yerlerinde yakıp yıkmaların yaşandığına tanık olmaktayız. Geçerken şunu da belirtmeliyim ki, Hurrice dilinin Proto Kürtçe (Ön Kürtçe) olduğunu sıradan bir etimolojik çalışma yapan herkes kavrayabilir. Dağların derinliklerinde bozulmadan kalan Dersim’de, Bingöl’de ve Zagroslardaki Kürtçe lehçelerinin Hurri diline daha yakın olmaları bu gerçeği daha çok doğrulamaktadır.
M.Ö. 2000-1000 döneminin Babil ve Asur kolonociliğine karşı bir direniş dönemi olduğu açıktır. Özellikle M.Ö. 1300-1000 döneminde yükselişe geçen Asur hegemonik gücünün bugünkü Bismil ovasında (Tashan denilmektedir) bir eyalet merkezi oluşturarak, Lice-Genç yöresinde halen direnişlerini sürdüren Hurri beylik ve kabilelerine karşı sürekli sefer halinde olduğu iyice bilinmektedir. Çarpıcı doğrulanma Lice yakınlarındaki kayalıklara kazılan Asur kral figürleridir. Zagroslar üzerinde de benzer seferlerin sürekli yapıldığı görülmektedir. M.Ö. 1200’lerden kalma Asur belgelerinde Nairi (Nehir anlamındadır) Halkı ve Konfederasyonundan bahsedilmektedir. Yerleşim alanları Dicle-Zap kıyıları oluyor. Şu hususu da önemle belirtmeliyim ki, kralların ve elitlerin aralarındaki bu çatışmalar toplumsal artık üzerinedir. Buna mukabil halk olarak Asurlularla Hurriler iç içe sürekli barış içinde yaşayabilmişlerdir. Halk ve kabile toplulukları arasında sistemik bir kavganın temeli yoktur.
Hurri adlandırması Sümerce olduğu için, Sümerlerin dil etkinliği zayıflayıp Babil ve Asur dil etkinliği olan Akadca ve Aramice hâkim olunca, Hurri boylarına farklı adlar verildiğini görmekteyiz. Dönemin hem zihniyeti hem de dili değişince, şüphesiz adlandırmalarda da farklılıklar oluşacaktır. O dönemlerde hiç kimse, hiçbir kabile Arap, Asur veya Kürt olduğunu söylemez. En çok kendi kabileleri ve bağlı oldukları tanrıların adıyla kendilerine kimlik ismi takar ve öyle adlandırılmak isterler. M.Ö. 1000’lerden sonra Hurri adlandırmaları (Sümerce) yerini Asurca-Aramice adlandırmalara bırakır. Med ve Bianili (Bugünkü Van ve Medya halkı) adları Asur terminolojisinde daha çok geçer. Urartu daha eski ve muhtemelen Sümerlerden kalma bir terminolojidir.
M.Ö. 1000’lerden sonrası demir aletler dönemidir. Demir gözde madendir. Bugünkü petrol gibi üzerinde kavgalar yürütülmektedir. Demir yatakları ve işlemesi Toros-Zagros silsilesinde bakır yatakları gibi daha çok yoğundur. Urartu uygarlığı (M.Ö. 900-600) bir demir uygarlığı olarak Asur kralları karşısında ayakta kalabilen tek güçtür. Medya beylikleri sürekli direniş içinde olmalarına rağmen, ancak M.Ö. 612’de Asur Devletine veya uygarlığına karşı zafere ulaşırlar. Urartuların doğu ucundaki Med direnişi önemlidir ve yaklaşık üç yüz yıl sürmüştür. Medler kendi konfederasyonlarını egemenliği Perslere kaptırdıkları tarih olan M.Ö. 550’ye kadar sürdürürler. Ondan sonrası artık farklı bir dönemdir. Med aristokrasisi Perslerle ittifak halinde ikinci sıradaki konumuna razı olarak varlığını sürdürdü. Bu durum geleneksel Kürt işbirlikçiliğinde köklü bir aşamadır. Heredot Tarihi’nde aynen şöyle anlatılan bir olay vardır: Son Med Kralı Astiyag, hain komutan Harpagos’a “Bre alçak, haydi beni yıktın. Neden bizzat kendin baş olmadın ya da başka bir Medliyi baş yapmadın da Pers asilzadelere uşaklığı tercih ettin? diye soruyor. Bu günümüz gerçekliği için de son derece yerinde olan bir sorudur.
Toros-Zagros sistemindeki kabile boylarının Pers-Sasani dönemindeki direniş ve arayışları iki yönlü gelişmeyle devam eder. Bir yandan kendi işbirlikçilerine ve Pers-Sasani aristokrasisine karşı dar kabile boyutlarına çekilerek konumlarını, diğer yandan çiftçilik ve çobanlık temelinde yerleşik ve yarı-yerleşik halde toplumsal varlıklarını sürdürmeye çalışırlar. Tıpkı Arap Bedevilerindeki gibi, tamamen uygarlık dışı izole edilmiş bir yaşam tarzı geçerlidir. Aşiretler düzeyindeki liderliklerinin, uygarlık güçleriyle idare etme ve aşiretler arası sorunları çözme dışında önemli bir işlevleri yoktur. Küçük beylikler oluşturma dışında ciddi bir iktidar eğilimleri de pek gözükmez. Devlet deyince İran, Helen ve Romalılarla işbirliği yapmak ve içlerinde erimek akıllarına gelir. İlkçağda uzun süre yaşandığı gibi kendi başlarına erk oluşturma hareketleri oldukça sönmüştür.
Diğer yandan gelişen ikinci eğilim, dinsel niteliği ağır basan ideolojik kökenli olanlardır. Gerçi aşiretlerin de her zaman ideolojileri vardır. Bahsedilen ise, aşiret temelinde olmayan, aşiret üstü hareketlerdir. Özellikle Mitracılık, Hıristiyanlık, Yahudilik ve Manicilik etkili olmak isteyen akımlardır. Zerdüştlüğün devamı niteliğindeki Zerdeştçilik-Êzidilik ayrı bir kol niteliğindedir. Bu hareketler de direniş kapsamındadır ve daha çok yoksulların saflarında etkilidirler.
İslamiyet’in yayılış döneminde Hurri-Med kökenli halk direnişleri ilk defa Kürt adıyla tarih sahnesine çıkarlar. Aşiret ve kabile direnişçiliği dinsel hareketler karşısında ikinci planda kalır. Sasanilerin M.S. 650’de devlet olmaktan çıkmaları ve Doğu Roma’nın (Bizans) Toroslar ötesine çekilmesi, Kürtlerin direnişi ve kabullenilişi açısından yeni bir dönemdir. Geleneksel işbirlikçi kesim küçük beyliklerine sahip olma temelinde İslamiyet’in tüm hanedanlarıyla (Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı vb.) işbirlikçilik yapmaya devam eder. Mervani Devleti gibi devlet olarak örgütlenme çabaları uzun sürmez. Selahaddin Eyyubi’yi Kürt ama Arapları yöneten bir hanedanlık kurucusu olarak değerlendirmek daha yerinde olacaktır. Küçümsemek için belirtmiyorum, başka türlü yapamazdı. Direnişi aile adına zayıf, İslam adına güçlüdür. Bu dönemde Kürt yoksulları Kurmanc adıyla daha çok uygarlık sisteminin dışında kalırlar. Kurmanclar hem kabile, hem uygarlık sisteminden kopmuş küçük aileler halinde köyler ve kentlerde, daha çok da yarı-göçebelik, marabalık ve ırgatçılık yaparak, bu anlamda direnerek varlıklarını sürdürmek isterler.
İdeolojik düzeyde ailecilik ve kabileciliğin halen çok güçlü olması bu anlatım çerçevesinde anlaşılırdır. Tarihin en eski ve otantik kabilelerinin mirasını sürekli devralan grupların son temsilcisi olarak Kürtlerin bu zihniyet dünyalarını anlamak mümkündür. O kadar uygarlık ve siyaset olgusu dışında bırakılmışlardır ki, böylesi kavramlar ve olguları pek tanımaz ve anlamazlar. Daha doğrusu, ideolojik hegemonyalar ve tortuları dolayısıyla anlamalarına imkân tanınmaz. İşbirlikçi üst tabakanın konumu değişiktir. Uygarlık ve siyaseti tanırlar. Pratikte kim çıkarlarına dokunmuyorsa, ondan yana geçinirler. Güç ve çıkar dışında hiçbir ilkeleri yoktur. Kim iktidarda olursa olsun, çıkarlarına evet diyorsa, onun için ihanet edemeyecekleri hiçbir toplumsal değerleri yoktur. Özcesi, ahlâkî ve politik topluma ilişkin tüm değerlere ihanet temelinde bir çıkar ve güç ilişkisiyle yaşamını güvenceye almak, çok az toplumda rastlanan bir özellik olarak Kürt işbirlikçiliğinde tarihsel olarak yapılanmış gibidir.
Hurrileri Aryenlerin Batı kolu olarak tanımlarsak, Pers kabileleri de Doğu Aryenler olarak tanımlanabilir. Tarihsel toplumsal yakınlıkları vardır. Zaten Med-Pers organizasyonunda bu gerçeklik somuttur. Dolayısıyla ayrıca Perslere, bugünkü İranlılara ilişkin ayrı bir çözümleme yapma gereği duymuyorum. Muhtemelen Belucistan, Pakistan ve Afganistan’daki Aryen gruplar benzer rolleri tarihte paylaşmışlardır. Hurrilere ilişkin anlatılanlar somutlaştırılarak tüm Aryen kabile boyları için de söylemleştirilebilir. Aralarındaki farklılıklar gelişe gelişe bugünkü tabloyu ortaya çıkarmıştır. Kabile ve din direnişçiliği halen canlılığını koruyorsa (Afganistan ve Pakistan’daki gibi), bu durum tarihsel temellerinin ne kadar eski ve güçlü olduğunu gösterir.
c- Ural-Altay Kabile Direnişi ve Saldırıları
Ural-Altay kültürünün son halkasını Ural-Altay Dağları arasında yaşayan kabile boylarında gözlemek mümkündür. Çinlilerle çok uzaktan yakınlıkları varsa da, kültürel gelişme ve uygarlık çelişkisi nedeniyle oldukça farklı bir gruba dönüşmüşlerdir. Oluştuğundan beri Çin uygarlığı ile çelişki içinde olmuşlardır. Hurri-Sümer çelişkisine benzer bir kabile-uygarlık çelişkisi oluşmuştur. Merkezinde Proto-Türk olan Hunlar ve Moğolların yer aldığı bu gruplar M.Ö. 1000 yıllarından itibaren bir ucu Çin uygarlık bölgesi, diğer ucu Roma uygarlığı, bir başka ucu ise güneyde Pers uygarlığına dayalı alan içinde sürekli hareket halinde olmuştur. Arabistan’da olduğu gibi Orta Asya denilen bu bölgede de benzer çölleşme ve uygarlık güçlerinden kaynaklanan baskılar nedeniyle direnişçi bir yaşam zorunlu hale gelmiştir.
Çin kaynaklarında Hun tehlikesine M.Ö. 3. yüzyılda dikkat çekilmektedir. Mete Han diye Türkçeleştirilen bir Han’dan söz edilmektedir. M.Ö. 209’da Mete Han önderliğinde Hun kabile saldırıları söz konusu edilmektedir. Muhtemelen bu süreci M.Ö. 1000’li yıllara kadar götürmek daha doğru olacaktır. Çin uygarlığı M.Ö. 1500’lere dayanmaktadir. Kabilelerle uygarlık arasındaki çelişkiler sürekli olduğundan, bu saldırıları bu uygarlığın başlangıç yıllarına taşırmak mümkündür. Zaten Çin surları da bu gerçeği yansıtmaktadır.
Bu toplulukların M.Ö. 7000’lerden itibaren Güney Sibirya’dan indiklerini biliyoruz. Bir kollarının da daha yakın bir tarihte Bering Boğazı’ndan Amerika kıtasına geçtiği etimolojik ve antropolojik araştırmalarla kanıtlanmaktadır. Muhtemelen M.Ö. 4000 yıllarında neolitik toplumla tanışmışlardır. Çin uygarlığı ve kuraklık, durumlarında köklü değişikliklere yol açsa gerek. Bu koşullar nedeniyle Semitik gruplar gibi son derece hareketli bir sürece girmeleri bu görüşü doğrulamaktadır. Çin uygarlığına yönelik direniş ve saldırılardan pek sonuç alamayınca, M.S. 3. yüzyıldan itibaren Batıya yöneldiklerini görüyoruz. İran kaynaklarında çok daha eskiden bu gruplardan ‘Turanîler’ diye bahsedildiğini bilmekteyiz. Güneybatı komşuları olduğu için İran’la sıkça temas kurmuş olmaları beklenebilir. İran Pers İmparatoru Kyros’un bugünkü Kazakistan (Masagete) hudutları dahilinde İskit adı verilen bu grupların başka bir koluyla yaptığı çarpışmada ölmesi, aralarındaki ilişkinin karakterini yeterince yansıtmaktadır. İskitlerin Tuna Nehrinin kuzeyinden Orta Asya’ya kadar olan bölgelerde M.Ö. 8.-6. yüzyıllar arasında güçlü bir konfederasyon kurduğunu hatırlarsak, çelişkilerin boyutunu daha iyi tahmin etmek mümkündür.
İskitlerin Kafkas ve Orta Asya kökenli olması durumu değiştirmez. Önemli bir anti-uygarlıkçı güçtür. Uygarlığın baskının mı hareketliliklerine yol açtığı, yoksa uygarlık bölgelerinin zenginliklerine göz diktikleri için mi hareket ettikleri birbirinden kolayca ayırt edilemez. İki konu arasında son derece geçişken bir konum mevcuttur. Uygarlıklar hep genişlemek isterler. Sonuç baskıdır. Başkaldırı hareketleri ise, başarı için uygarlığın özellikle askeri ve siyasi yöntemi ve araçlarını kullanmak durumunda kaldıklarından, en azından direniş boylarının elitleri bu tutumda olduklarından, uygarlığı ya yıkmak ya da bir parçasını koparmak isteyeceklerdir. Tıpkı Akadlarda olduğu gibi, her iki durumda da uygarlık sisteminin yayılmasına yol açarlar. Taze güç olan kabile şefleri uygarlık nimetlerine (Kabile şeflerinin yaşamları sınırlı da olsa buna benzer nimetler üzerine kuruludur. Ön uygarlık yaşamı söz konusudur) alışık oldukları için, tercihlerini ya savaştıkları uygarlık sistemi içinde erimek ya da yenisini kurmak biçiminde kullanırlar.
İran-Turan kavgası ünlü Şehname Destanı’nda uzun boylu anlatılır. Turan kelimesinin sadece Proto Türkleri kapsamadığı, tüm bölge gruplarını ifade etmeye yaradığı belirtilebilir. Turan boylarının zaman zaman Hindistan’a kadar sızdıkları, İran, Afganistan ve Pakistan bölgelerine ise daha sıkça girdikleri ve geçici konfederasyonlar kurdukları bilinmektedir. Hunların M.S. 5. yüzyıl başlarında bugünkü Macaristan’da kurdukları kabile konfederasyonu, Attila önderliğinde Roma kapılarına dayanacak (M.S. 453) kadar etkili olmuştur. Papa’nın yalvarmaları olmasaydı, belki de Gotlardan (Germen boyları) önce Roma’yı düşürebilirlerdi. Yine Doğu Roma kapılarına da dayanmışlardı. Aynı gruplardan Avarlar bugünkü tüm Güney Rusya’yı etkileri altına almışlardı. Benzer daha birçok grup hareketi vardır. Kimmerler ve İskitler M.Ö. 6. yüzyılda Urartu kapılarından Lidya (Batı Anadolu’da M.Ö. 7.-6. yüzyılda kurulan bir krallık) sınırlarına kadar ortalığı alt üst etmişlerdir. Semitik grupların Sümer uygarlığına yönelik direnişleri ve saldırılarının bir benzerinin tüm bu gruplarca Pers-Roma uygarlıklarına karşı yürütüldüğü çarpıcı bir gerçekliktir. Kabile halklarının uygarlıklara karşı kininin rastgele ‘barbarlık’ suçlamalarıyla değil, daha bilimsel yorumlarla izah edilme gereği vardır.
M.S. 550’lerde Göktürk adıyla (‘Türk’ kavramına ilk defa burada rastlıyoruz) bugünkü Moğolistan sınırları içinde bir beylik kurulduğunu görmekteyiz. Aşiret konfederasyonuna benziyor. İç çelişkiler nedeniyle kısa ömürlü oluyor. Uygurlar İslamiyet öncesi diğer bir ön uygarlık deneyimidir. M. S. 750’lerde kurulan bu oluşumda Budizm ve Mani dini etkilidir. Çin’le rekabet edebilecek bir uygarlık mümkün gözükmemektedir. İslamiyet’in bölgeye girişine kadar anti-uygarlıkçı kabile hareketleri ortama egemendir. Konar-göçerli bu durum İslamiyet’in bölgeye girişiyle köklü dönüşümlere uğrayacaktır.
İslamiyet’in çıkışı ilkçağ uygarlıklarının sonu ve ortaçağ uygarlıklarına geçiş anlamında köklü bir dönüşüme yol açar. Çıkışta anti-uygarlıkçı iken, kısa süre sonra uygarlığın temeli haline gelmesi, üzerinde önemle durulması gereken bir dönüşümdür. Anti-uygarlıkçı Arap Bedevilerine dayanarak çıkış yapmasına rağmen ortaçağın hegemonik gücü haline gelmesi, yaşadığı bir yığın iç çatışma ve Orta Asya kabile sisteminde yol açtığı dönüşümler incelenmeye değerdir. Çin uygarlığının binlerce yıl sağlayamadığı uygarlık yayılımını İslamiyet’in kısa bir sürede Çin sınırlarına dayandırması bir uygarlık devrimi olarak değerlendirilebilir. Kürt ve Kürdistan isimlerinde olduğu gibi, Türk ve Türkistan isimleri de İslamiyet döneminde kullanıma girmiştir. Bunlar İslamiyet’in kavimleştirmedeki rolünü açıkça gösteren olgulardır. Kabileden kavme geçiş ülke ve kavim ismini gerekli kılar. 10. yüzyılda Türk boyları ezici çoğunluğuyla İslamiyet’e yönelmişlerdi. Türklerin hızla İslamlaşmasında iki önemli etken rol oynar: Birincisi, İslamlığın Çin gibi köleleştirici olmaması ikincisi ise önlerinde önemli bir bent olan İran İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla İran yolunun açılmasıdır. Türk tarihinin en önemli aşamasının İslamî uygarlıkla sağlandığı açıktır. Kabile aristokrasisinin hızla devletleşmesi Türk ve Türkmen biçimindeki bir ayrışmayı da beraberinde getirdi. Arap-Bedevi ayrımı, Kürt-Kurmanc ayrımının benzeridir. Türk uygarlaşan kesimi niteler ve adlandırırken, Türkmen anti-uygar konumunu sürdüren, sistemin giderek dışladığı Müslüman kesimi niteler ve adlandırır. Kabile ve sınıf çelişkisi iç içe girer.
İslamiyet’in aynı zamanda bir sınıf hareketi (orta ve üst tabaka) olduğunu iyi anlamak gerekir. Türkler Türkistan’da konumlarını sağlamlaştırmakla kalmadılar Selçuklu ve Osmanlı Hanedanlıklarında 1000-1900 tarihleri arasında hegemonik güç rolünü oynadılar. Direnişler ve saldırılar daha çok Bizans İmparatorluğu’na karşı yürütüldü. Bunun sonucunda Anadolu Türk-İslamlaşırken, Türkmenler Ortadoğu’nun, hatta Balkanların birçok yöresine (özellikle hayvancılığa ve göçebeliğe uygun dağlık yörelere) yayıldılar. Kabileciliği esas olarak Türkmenler sürdürdü. Türklerin Ortadoğu’ya yayılmasında çelişki ve çatışmalar devlet erki peşindeki Türklerle diğer kavimlerin erk sahibi güçleri arasında cereyan etti. Türkmenlerin konumu daha barışçıl ve uzlaşmacıydı. Savaşın güç olgusundan kaynaklandığını Türk uygarlaşmasında da çok rahatlıkla izlemek mümkündür.
Türk boylarından sonra Orta Asya’nın ikinci büyük kabile direniş ve saldırı hareketini yakın akrabaları olan Moğol boyları sürdürdü. Hem de İslamiyet temelinde olmadan. 13. yüzyıl evrensel tarih açısından bir Moğol yüzyılıdır. Uzakdoğudan Avrupa’ya kadar tüm Avrasya’yı fetheden Moğol güçleri anti-uygarlıkçı karakterleri açısından dikkat çekicidir. Tüm Ortadoğu’ya da yayıldılar. İsteselerdi yeni gelişen Avrupa uygarlığını tamamen yıkabilirlerdi. Çin uygarlığını da ele geçirdiler, fakat aynı kural gereği uygarlığın sistemi içinde erimekten kurtulamadılar. Timur’un yarı-Türk, yarı-Moğol güçleri benzer bir çıkışı 14. yüzyıl boyunca gerçekleştirdi. Her iki güç Selçuklu ve Osmanlı Hanedanlarını da (Abbasiler dahil) yendi. Fakat uygarlık makinesinin binlerce yıllık denenmiş gücü bu cihangir kabile sistemindeki gelişkin şeflikleri bünyesine alarak, kendini daha da çoğaltıp güçlendirerek sürdürmesini bilmiştir.
Ortadoğu kapsamında Ege kıyılarında Troya’nın düşmesiyle M.Ö. 1200 sonlarında baş gösteren Trak kabile hareketlerinin Anadolu içlerine doğru yayılmaları, Frigya gibi bazı krallıklar oluşturmaları, Su Kavimleri denen boyların Hititleri yıkıp Mısır uygarlığının kapılarına kadar dayanmaları (Bugünkü Filistinlilerin tahmini ataları olmaları bu durumdan kalma olabilir) önemli kabile direniş ve saldırı hareketleri kapsamındadır. Kendilerine Helenlerin ataları diyen İon, Aiol ve Dor kabilelerinin M.Ö. 1200’lerde Miken uygarlığını yıkıp uzun süre sonra Ege’nin her iki yakasında tarihsel önemi büyük olan kent devletlerini kurma sürecine (M.Ö. 700-500) girmeleri, Anadolu’yu yeni baştan kolonize etmeleri önemli çıkışlardır. Bunlar Ortadoğu kültürü ve uygarlığı üzerinde kalıcı iz bırakan çıkışlardır. Trak kabileleri bölge kültürü içinde erirken, Helen kabile boyları bölge kültürüne damgalarını vurdular. Helenizm Ortadoğu kültürü ve uygarlığında temel bir damardır.
Şüphesiz Kafkas kökenli kabilelerin de Ortadoğu’yla ilişkileri yoğun olmuştur. Uygarlaşmaya karşı çok önemli direnişler ve saldırılar ortaya sermişlerdir. İskitler ve Kimmerler dışında örnekler de vardır. Muhtemelen Gürcüler ve Ermeniler de benzer gelişmeleri yaşamışlardır. Adeta kabile yaşamının anayurdu olan Kafkaslarda yaşayan kabile toplulukları, Sümerlerden beri bölgeye sürekli inip çıkmışlardır. Kültürüne renk katmış ve uygarlıklarında karşıt olma ve pekişmelerinde önemli rol oynamışlardır. Dördüncü sırada bir kabile direniş ve saldırı gücü olarak bölge tarihine yerleştirilebilir. Günümüzde yaşanan gelişmeler bu gerçekliği doğrulamaktadır.
Sonuç olarak, kabile sistemi genelde uygarlık sistemleri ve özelde merkezî uygarlık (dünya sistemi) açısından hem sistem dışı ve anti-uygarlıkçı karakterini korumuş, hem de uygarlık sistemine sürekli taze kan sunarak evrensel tarihteki konumunu sürdürmüştür. Sistemin oluşumunda ve sürdürülmesinde temelde diyalektik çelişki içinde olmuştur. Sürekli taze nüfus kaynağı rolünü oynamış, ailecilik ve hanedancılık biçiminde dönüşüm geçirmiştir. Kabile sisteminin uygarlık yanlısı hanedancı ve aileci kuruma dönüşmesi toplumun, dolayısıyla tarihin yaşadığı en önemli değişimlerden biridir. Aile ve hanedanlık kabile sisteminin inkârı temelinde gelişen kurumlardır. Bu özelliklerini çok iyi kavramak gerekir. Ancak bu dönüşüm temelinde uygarlığa hizmet etmişler ve ondan beslenmişlerdir. Kabile sistemi özünde anti-uygarlıkçı ve özgür-eşit ilişkilerin hâkim olduğu bir kurumdur. Ailecilik ve hanedancılık bu özü (varlığı) inkâr eden, ama kabile kabuğunu korumaya (Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı vb.) özen gösteren uygarlık yanlısı olgulardır. Uygarlığın sürdürülmesinde tepede ve tabanda rol oynayan güç ve ilişki kaynaklarının büyük bir kısmını bu iki kurum üretir. Dolayısıyla bu iki kurum olmadan uygarlık varlığını kolay kolay sürdüremez.
Yeri gelmişken şu hususa dikkat çekmek önemlidir: Kabile tipi örgütlenme toplumsallığın vazgeçilmez özelliğidir. Klanı da geliştirerek bünyesine taşıdığı, kattığı için, insan örgütlenmesinin evrensel birimidir. Aile, hanedan ve kapitalist modernitenin ‘şirket’ tipi dönüşmüş ve yozlaşmış biçimlerini de buna eklersek, evrensel olma özelliğini daha iyi kavrayabiliriz. Ayrıca tüm hiyerarşi, iktidar ve devlet oluşumlarının ailesiz ve hanedansız olamayacaklarını yeterli açıklıkla göstermiş bulunuyoruz. Fakat kabile sisteminin anti-uygarlıkçı, eşit ve özgür karakteriyle yozlaşmış, dönüşmüş, güç, kölelik, rant ve kâr kaynağı olmuş ‘ailecilik’, ‘hanedancılık’ ve ‘şirketçilik’ biçimlerini ehemmiyetle birbirinden ayırmak gerekir. Kapitalist uygarlığın (modernite) ve tüm uygarlık sisteminin değişimi, dönüşümü ve aşılması dahil, inşa edilecek her türlü yeni toplumsal kurumlaşmada kabile sistemleri belki de bilimselliğe dayalı olarak gelişmiş ortamda daha eşit ve özgür temellerde yerlerini koruyacaklardır.
Şehir devletleri, imparatorluk ve ulus-devlet tipleri, çokça propagandası (resmi ideoloji nedeniyle) yapılmasına rağmen, asli toplumsal kuruluşlar değillerdir ve olamazlar. Bunlar büyüklük biçiminde sıralanmış güç ve kâr oluşturma merkezleridir, yani temel uygarlık örgütlenmeleridir. Toplumun üstünde kâr ve zor üretme makineleridir. Şehir devlet tipi kısmen topluma katkıda bulunabilir. Çünkü küçük ve toplumsal sorunlarla iç içedir. Dolayısıyla demokrasiye açık olması halinde duyarlı ve çözüm gücü olması kısmen mümkün olabilir. Bu konuda tarihsel örnek Atina demokrasisidir. İmparatorluk ve ulus-devlet tipleri ise, ezici unsurlarıyla şiddet ve kâr (vergi, rant, faiz, hatta ücret) amacına sıkı sıkıya bağlı toplum dışı veya toplum üstü organizasyonlardır. Tarih kitaplarının büyük kısmının bunların kanlı serüvenlerini başat unsur olarak işlemeleri ideolojik hegemonya gereğidir. Büyük tarihçi Fernand Braudel, haklı olarak, ‘II. Felipe Döneminde Akdeniz’ adlı kitabının sonunda bu tip bir tarih anlatımına alet olmak istemediğini, ama mevcut tarihçiliğin zorunlu bir gereğini yerine getirdiğini söylerken doğru anlatıma daha yakındır. Tarihçiliğin nasıl geliştirilmesi gerektiğine dair katkı sunucu bir tutum içindedir. Tarih bilimi gelişim yolundadır. Daha çok mesafe alması gerekir. Uygarlığın ideolojik hegemonya yüklü tarihinin tarihsel-toplumsal gerçekliği aydınlatıcı değil köreltici işlev gördüğünü hiç unutmadan, tarih okuma ve yazma çalışmalarını yapmalıyız.
Eminim ki, yeniden yazılacak tarih kitapları özellikle kabile sistemlerinin gelişimine büyük değer biçeceklerdir. Aile yaşamı da dahil, ekonomik, sosyal, siyasal ve ideolojik (dinsel, sanatsal ve bilimsel olanları dahil) çalışmaların en uygun biçiminin yenilenmiş haliyle kabile (komün) boyutlarında gelişmesi, toplumsal yaşamın sağlıklı gelişmesi açısından vazgeçilmezliğini sürdürecektir. İnsanlık uzun süre modernitenin sadece kabuğu kalmış, her şeyi kâr amaçlı olan aileci, hanedancı ve şirketçi kurumlaşmasını sırtında taşıyamaz ulus-devletin bu yapay yaşam karşıtı kurumlar kurumu olan ‘Zeuslaşmış’ tanrısallığının sürdürülmesine razı olamaz.
Kabile sisteminin uygarlık sistemleriyle giriştiği direniş ve saldırılarının demokratik kapsamı da önemli bir sorunsalı teşkil eder. Özcesi, bu direniş ve saldırıların demokratik ve devletli uygarlık açısından rolünü irdelemek büyük önem taşır. Devlet uygarlığı açısından rolü yeterince açıklanmış olmaktadır. Kabile şefliklerinin daha ‘kabilecilik’ (kabile değil) sürecinde proto uygarlık (ön uygarlık) güçlerine dönüştüğünü, kabilelerin eşit-özgür yaşamlarıyla sürekli çelişki içinde olduklarını, bu nedenle kabile içi çatışmaların yoğun yaşandığını, uygarlıklarla temasa geçildiğinde ilkin bu güçlerin yenilgi halinde hızla uygarlık güçlerine teslim olduklarını, kendileriyle birlikte kabileleri de teslimiyete zorladıklarını, başarıları halinde ise ya yeni bir hanedan olarak eski uygarlıkların başına geçtiklerini, ya da kendi hanedan kuruculuklarından yeni bir uygarlık geliştirdiklerini çarpıcı ve çok sayıda örnekle göstermeye çalıştık. Fakat hikâyenin, tarihin tümü sadece bu değildir.
Demokratik uygarlık bakış açısıyla konuyu çözümlemeye çalıştığımızda, evrensel tarihin başat faktörünün demokratik karakterde olduğunu görür ve anlarız. Tarih hep devletli uygarlıkları biricik gerçek olarak sunmuştur. Özellikle bu konuda pozitivist ulus-devlet ve ulusal tarihçiliğin körleştirme işlevi belirleyici rol oynamıştır. Tarihi kısa bir şema halinde sunmaya çalıştığımız bu savunma çalışmamız bile tarihin farklı ve doğru bir okuma ve yazılmasının mümkün olduğunu kanıtlamıştır. Tarih sanıldığından daha fazla demokratik uygarlık karakterindedir. Bu temelde okunduğunda, içinde sadece bol malzeme değil, muazzam ölçülerde ideolojik örgüler ve sistemik yapılanmalar, organizasyonlar bulunduğu görülecektir. Unutmamak gerekir ki, tarihin demos, devlet olmayan topluluk ve toplumsal paradigma yazımları ya hiç yapılmamış ya da yamalı bohça misali bölük pörçük parçalar halinde bazı karalamalar yazılmıştır. Ayrıca yazılanlar ve yazılmak istenenler ya yasaklanmış, ya karalanmış ve çoğunlukla da engellenmiştir. Tarih yazımı konusunda sanıldığından daha fazla ideolojik mücadele yaşanmıştır. Olan tarihin tamamen uygarlık sistemlerinin ideolojik süzgecinden geçirilmiş resmi tarih olduğu çok iyi bilinmeden, tarih okumaları zihni, dolayısıyla yaşamı, anlamlı toplumsal yaşamı sadece zorlamaz, olanaksız hale getirir. YANLIŞ TARİHLE DOĞRU YAŞANMAZ. KENDİ ÖZGÜRLÜK TARİHLERİNİ DOĞRU YAZAMAYANLAR ÖZGÜR YAŞAYAMAZLAR.
Kabile direnişlerinin yaşadıkları tüm ihanetlere ve yenilgilere rağmen tarihin motor güçlerinden oldukları, demokratik uygarlığın eşit-özgür yapılanmalarını sürekli yaşadıkları açıktır. Kabilenin kendisi demokratik komünalizmin tükenmeyen kaynağıdır. Kabile algımızı geliştirirken, sadece geleneksel yapılanmalara takılmamak gerekir. Akrabalık bağlarıyla örülmek kabile olmak anlamına gelmez. Sadece kan bağları kabile olmak için yeterli ve gerekli de değildir. Kabile temel nitelikte toplumsal oluşumdur. Toplumun anlamlı yaşamının temel örüntüsüdür. Daha iyi anlaşılması açısından örneğin Marks’ı bile okurken bir kabile gözüyle değerlendirmek daha gerçekçi sonuçlar verecektir. Anarşist hareketler tipik kabileci örgütlenmelerdir. Çevreci ve feminist hareketler bu sıfata daha yakındır. Devlet odaklı partiler ve sivil toplum kuruluşlarının anti-kabileci özellikleriyle birer kabuk örgütlenmesine dönüşmeleri bu konuda hayli öğreticidir.
Eşit ve özgür karakterli olması koşuluyla kabileye komün demek mümkündür. Demokratik uygarlık tarihte olduğu gibi günümüzde de yeniden yapılanmaların bu temelde geliştirilmesiyle anlam kazanacaktır. Tarih sadece devletli uygarlık yürüyüşü değildir, daha fazlasıyla demokratik komünal yürüyüşlüdür. Kabile sistemlerinin binlerce yıllık yaşamları, uygarlık tarihi boyunca gösterdikleri boyun eğmez direnişler ve karşı saldırıları bu gerçeği yeterince doğrulamaktadır. Teorisinin geliştirilmesi ve yeniden yapılanması gereken de tarihin bu soylu yürüyüşüdür.
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info