22 Nisan 2017 Cumartesi Saat 20:12
9–1900’lü Yıllarda Kürt Cemiyetleri
1-Azmi Kawr Cemiyeti: 1900
yılında Diyarbakırlı Fikri Efendi tarafından İstanbul’da kurulur. Kürtlerin
bilinen ilk örgütlülüğüdür.
2-Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti
(Yardımlaşma ve İlerleme): 19
Eylül 1908’de İstanbul’da
kurulur. Yasal sınırlar içinde çalışmalar yürütmeyi hedefler. Cemiyet İttihat
ve Terakki ile yakın ilişkide olur. Tanınan üyeleri Emin Ali Bedirxan, Şeyh
Abdulkadir, Şerif Paşa, Ahmet Zülfik. Kürt Teavun ve Teraki Gazetesi adında bir
gazete çıkarırlar.
3-25 Eylül
1908’de İstanbul, bir Kürt Lokali
resmi olarak açılır.
4-Kürt Neşri Maarif Cemiyeti:
Amaç eğitim ve öğretim çalışmalarıdır. Bu amaçla İstanbul’da Kürt Çocukları
için bir okul açılır. Cemiyetin kurucu üyelerinden olan Abdurrahman Bedirxan,
Halil Hayali, Kâtipzade Cemil ve Ahmet Ramiz daha sonra bu cemiyet bünyesinde
bir de basımevi açarlar. Cemiyet daha çok Osmanlı bünyesinde halkları birlikte
eşitlik temelinde tutmak amaçlı idi. “Meşruiyet Okulu olarak bilinen bu
Cemiyetin aynı zamanda kurdukları bir Kürt basım evleri de vardı. 1909da
kapatıldı.
5-1910 Yılı’nda Teşkilati
İştimaiye Cemiyeti
6-Kürdistan Mühipleri Sevenler Cemiyeti:
1912’de İstanbul’da açılır. Dersimli Malla Xıdır’ın öncülük ettiği Nuri
Dersim’in aktif katıldığı dernek, İstanbul’daki Kürtler arasında dayanışma
sağlamayı öngörür.
7-Cıvata Talebeyi Kurda (Hevi):
1912’de İstanbul’da kurulur. Kurucuları Zınar Silopi, Ömer Cemil, Van
Milletvekili Cemil Beyin oğlu Fuat Temo, Memduh Selim Bey’dir. Bu cemiyetin
yayın organı Yekbun’dur. Yine Hatewi Kurd yani Kürtlerin Geleceği diye başka
bir dergileri de vardır. Bu dergi hem Kurmanci, hem Soranice, hem de Türkçe
yayın yapar. Yine cemiyetin Kurd Teavun ve Terakki diye bir de gazetesi vardır.
Süleymaniyeli Abdülkerim Bey, 1913’te bu cemiyet bünyesinde
Roja Kurd ve yarı Türkçe olan Jin dergisini çıkartır. Jin Dergisi’nin Türkçe
Bölümü’ne yazanlar ise Anayasa Prof. Babanzade İ. Hakkı, Vanlı Memduh Selim,
Bitlisli Ziya Bey’dir.
8-Kürt Millet
Fırkası, Kürt Teşkilat-ı İçtimaiye: Bu dernekte Osmanlı’nın izin verdiği
ölçüde kültürel çalışma yürütme amacını gütmektedir.
9-Kürdistan Teali
Cemiyeti (Kürdistan Yükselme Derneği): 1918’de kurulur. Başkanı
Abdulkadir’dir. Derneğin toplam 19 şubesi açılır. Daha sonra iki kola ayrılır.
Bir kolun başını Abdulrezzak Bedirxan çeker -bunlar bağımsızlıkçı,- bir kolun
başını ise Abdulkadir çeker bunlar otonomiyi savunur.
10-Kürt Kadınları
Teali Cemiyeti: 1919’da kurulur. Ancak çok erkenden kapatılır.
11-1919 Yılı’nda Kürt Tamimi Maarife ve Neşriyat Cemiyeti,
Kürdistan Teali Cemiyeti’ne bağlı olarak kuruldu.
12-Kürt Amele Partisi
13-Kürdistan Teşrimi
Mesai Cemiyeti
14-Cihanzani
Cemiyeti, 1912 yılında İran’da kurulur.
15-İstihlasi
Kurdistan (Kurdistan’ın Kurtuluşu), 1912 yılında kuruldu. Kürdistan’ın
bağımsızlığını savunan bir cemiyet. (Doğu Kürdistan)
16-Mücadele Fırkası-
Lütfi Fikri, İttihat’a karşı kurulur.
İlk Kürt Okulunu yukarıda dile gelen Cemiyetler tarafından 4
Kasım 1913 Xoy şehrinde, 29 öğrenci ile başlayan ve Kürtçe’yi Kiril
Alfabesi’yle yazmış olduklarını da belirtelim.
Bu cemiyetler içerisinde en önemli olanı 1914’te kurulan
Kürt Teali Cemiyeti’dir. Dayandıkları temel ilke “eğer amaçlarımıza ulaşmak istiyorsak, büyük devletlerle bağlantı
kurmak zorunluluktur. Ne de olsa bu devletler de Wilson Prensipleri’ne göre
hareket ediyorlar. Bizim de sıkı sıkıya bu prensiplere sarılmamız gerekiyor
mantığıdır. Kürt ileri gelenlerini beklentiye sokan bu durum: ABD’nin Başkanı
olan Wilson’un sunduğu deklarasyonun beşinci maddesinde “Sömürgelerin özgür, açık görüşlü ve mutlak tarafsız bir yaklaşımla ele
alınmalı, bu tür egemenlik sorunlarının çözümünde ilgili halkların çıkarları
ile egemenliği tartışılan devletin adil taleplerinin eşit ağırlık taşıması
ilkesine kesinlikle uyulmalıdır diye sarf ettiği sözlerdi. Bu birçok
çevreye umut vermişti. Öyle ki ileriki yıllarda Lenin Wilson’un bu
deklarasyonunda dile gelenleri daha ileriye taşıyarak “Halkların Kaderlerinin Tayin Hakkı olarak Ulus Devleti her bir
halk için zorunlu olması gerektiğini dile getirmişti.
Binbaşı Noel, bu beklentili ve dışa bel bağlayan ruh halini
değerlendirirken şöyle demektedir: “Başkan Wilson’un ‘herkes istediğini
yapsın’, haline dönüşüp boşa umut veren prensibi bütün pırıltılarıyla ufuktan
yükselmektedir. Osmanlı Kürtleri avazları çıktığı kadar bağırırlarsa, Wilson’un
kendilerini duyacağını ve Diyarbakır’ı kendi başlarına veya kötü yönetmelerine
izin vereceğini, Türklerle paylaşmaları gerekmeden şişmanlamaya devam
etmelerini sağlayacağını sanıyorlar.
Bir parantez açarak
Wilson’a dönük bir iki hususu dile getirelim. Noel’in yukarıda ifade ettiği
sözleri haklı çıkaran başka bir veri ise bizatihi “Wilson’un Devlet
Sekreteri, Robert Lansing’un öngördüğü gibi, “kendi kaderini tayin etme ilkesi
birçoğuna yanlış umut verecekti sözleridir. Wilson’un ulus anlayışı oldukça özeldi. Daha belirgin bir şekilde, onun
Amerikan ulusu anlayışı Amerikalı Kızılderililer ile Amerikalı Afrikalıları
dışlıyor ve yalnızca Avrupa kökenli Amerikalıları içeriyordu (Ambrosius 2002). Wilson’un kendine özgü ulus ve demokrasi anlayışları onun
egemenlik tanımını yansıtır. Wilson egemenliğin “tüm vatandaşlara değil,
onların siyasal liderliğine dayandığını ve “hiçbir şekilde bölünmez ve kesin
bir şeyse, sınırsız güç değilse, egemenlik toplumun güçleriyle aynı değildir (Ulusların Kendi Kaderini Tayin Etme Hakkı:
Kürdistan’a Yakından Bir Bakış, Robbyn Mıchelle Usherwood) sözleri de
göstermektedir ki, Wilson gerçekten de birçok halka umut vermiş, ancak esasen
temsil ettiği düşünceler hiçbir şekilde bugüne kadar bilindiği gibi demokratik
kriterler taşımamıştır. Şu cümleler dile getirmek istediklerimizi daha çarpıcı
bir şekilde ifade etmektedir: “Wilson,
Avrupalı ve beyaz olmayan ırkı aşağı bir seviyede görüyordu. Benzer şekilde,
Avrupa kökenli halklar arasında da ırksal hiyerarşinin olduğuna inanmaktaydı. (Sluga 2005)
Bu konulara ilişkin yazdığı tezin girişinde Robbyn Mıchelle
Usherwood aynen şunları ifade etmektedir:
“Bu tez, I. Dünya
Savaşından sonra bir Orta Doğu toplumu olarak özellikle Kürtler bağlamında
ulusların kendi kaderini tayin etme ilkesini ele almaktatır. Savaş Avusturya-
Macaristan, Osmanlı ve Rus İmparatorluklarının ortadan kalkması ve akabinde
kendi kaderini tayin etme ilkesinin sonucu olarak, egemen siyasal birim haline
gelen varlıkların, yani, ulus-devletlerin kuruluşu ve yükselişi ile sonuçlandı.
Bu ilke insanların kimin tarafından yönetilmek istiyorlarsa yöneticilerini
kendilerinin belirlemesi gerektiği anlayışına işaret eden, Amerika Birleşik
Devletleri’nin yirmi-sekizinci Cumhurbaşkanı Woodrow Wilson tarafından ilan
edildi. Söz konusu araştırma tamamlandıktan sonra, açıkça görülecektir ki,
Büyük Güçler (Fransa, İtalya, Birleşik Krallık ve Amerika Birleşik Devletleri)
ulusların kendi kaderini tayin etme ilkesini uygulamada seçiciydiler. I. Dünya
Savaşının bitiminde kendi kaderini tayin etme ilkesini uygulamadaki seçiciliği
göstermek için İran, Irak, Suriye ve Türkiye’deki Kürt toplumuyla ilgili bir
alan araştırması tartışması yapılacaktır. Bu tez, I. Dünya Savaşından sonra
Kürtlerin bağımsızlığını ve hatta özerkliğini yadsımak için nihai kararı
verenler arasında bulunan ırksal tarafgirliği tartışmaktadır. Bunun yerine,
Kürtler dört devlet arasında bölündüler ve gelecekte bağımsızlıklarını elde
etme şanslarını ortadan kaldıran bir baskı biçimi içinde yaşamayı sürdürdüler.
Nitekim böyle olduğu için direnişe geçen birçok halkın
özgürlük mücadelesi görülmemiş, görülmemenin de ötesinde ilgisizlikle
karşılanmış ve ortada bırakılmışlardır. Birinci Paylaşım Savaşında göreceğimiz
gibi bu konuda en çok aldananların başında ise Kürtler gelmektedir.
Kaldığımız yerde devam edersek: 1898 yılında Kahire’de
Mithat Bedirxan tarafından Kürdistan Gazetesi çıkartıldığı gibi Amid-i Sevda ve
Peyam adında dergiler çıkarılmıştır. Tüm bu derneklerde ve örgütlerde yerini
alanlar, Kürt Aristokratlarıdır. Beylerin, Mîrlerin, Şeyhlerin, Ağaların şöyle
ya da böyle Kürdistan’da yaşanmış olan direniş liderlerinin ya çocukları ya da
akrabalarıdır. Belki o günkü şartlar itibariyle böyle olması anlaşılırdır.
Lakin bizim de bu durumu masaya yatırmamızın aynı oranda anlaşılması gerekir.
Babıâli’nin fideliğinde gelişen mektepliler-niyetlerin
ötesinde-biraz Osmanlı olacaklardır. Kaldı ki sınıf karakteri itibariyle bu
kesimler kendi çıkarlarına göre hareket edeceklerdir. Karakterleri gereği dışa
bel bağlamaya yatkın olacak ve kendilerine güvenleri az olacaktır. Bunun
içindir ki, halka uzak ve yabancı yaşayacaklardır. Ve işte bunun için de,
kendilerine izin verildiği oranda hareket edeceklerdir. Bunun dışına taşan
eylemliliklerde ve aktivitelerde bulunmayacaklardır.
10-Birinci Dünya
Savaşı Öncesi, Süreci Ve
Sonrasında
Kürdistan’daki Durum
Kürdistan Tarihi’nin en önemli kesitlerinden bir tanesi birinci
dünya savaşı öncesi, süreci ve sonrası ki süreçtir. Oldukça önemli tarihi bir
kesit olsa da halen sağlıklı bir değerlendirmeyi bekleyen tarihi bir süreç
olduğunu da hemen belirtelim. Çünkü Kürtler bu tarihi süreçten oldukça büyük
zararlarla çıktıkları gibi, başka halklarla da karşı karşıya getirilmişlerdir.
Kürtler bu tarihi süreçten sonra uluslararası güçler tarafından dört parçaya
bölündükleri gibi, bu coğrafyada, bin yıllardır birlikte ortakça yaşadıkları
halkların da karşısına çıkarılmıştır.
Yukarıdaki bölümlerde–bu karşı karşıya getirilişi-kısmen de
olsa Hamidiye Alayları’nın oluşumunda vermeye çalıştık. Yine bir sonraki
bölümde Kürtlerle Ermeniler arasındaki ilişkileri ele alırken yine değinmeye
çalışacağız. Ancak bunlara Kürtlerle İttihatçıların, Kürtlerle İngilizlerin,
Kürtlerle Abdülhamid’in, Kürtlerle Rusların, Kürtlerle Süryani ve Asurilerin
derken, Kürtlerle bu coğrafyada yaşayan tüm halkların ilişkilerini irdelemek
önemli sonuçlar ortaya çıkartabilir.
İttihatçıların politikalarını yukarıda vermeye çalıştık. İlk
kuruluşunda Kürtlerin, Arnavutların ve yine başka halklardan birçok
siyasetçinin içlerinde yer aldığını da belirtmiştik. İttihat-i Terakki Cemiyeti
ilk kuruluşunda renkli bir yapıya sahip iken, daha sonra 1906’dan itibaren bu
rengini kaybederek ırkçı ve faşist bir askeri yapıya dönüşür, ya da
dönüştürülür!
Bu durumu Fuat Dündar isimli yazar “Modern Türkiye Şifresi
adlı yapıtında ele alırken, Suavi Aydın isimli yazarın, “İki İttihat-Terakki:
İki Ayrı Zihniyet, İki Ayrı Siyaset kitabından yararlandığını belirterek:
“Bu farklılık kurucu
ve yöneticilerin kökenlerine bakıldığında da görülür. İlk Cemiyet’te (1889-1896
arası), kökeni tespit edilen 19 üyesinden 9’u Balkanlı ve İstanbullu,
ikincisinde ise (1908-1918 arasının merkez komitesi), kökeni tespit edilen 25
kişiden 15’i Türk idi. Ayrıca kökeni tespit edilen 21 subaydan 19’u Balkanlı ve
İstanbulluydu demektedir.
Bunları belirttikten sonra: “Ve önemli bir not olarak: 1908 sonrası tarih kitaplarında Cemiyet’in
kuruluşu Rumeli’deki yurtseverlerin bir girişim olarak açıklanıp Cemiyet’in
kuruluşu 1889 İstanbul’una değil, Balkanlar’a gönderme yapılarak yazılır diye
eklemektedir. (Mehmet Ö. Alkan: “Resmi
ideolojinin doğusu ve evrimi üzerine bir deneme )
Vardığı sonucu ise:
“Aslında Suavi
Aydın’ın da yerinde tespit ettiği gibi, iki farklı Cemiyet söz konusudur.
1889’da İstanbul’da bir araya gelen grup ile 1906’da Selanik’te bir araya gelen
grup. İlkinde tüm Osmanlı milletlerin bağrında taşıyan, sivillerin ve
aydınların hakim olduğu, Fransa’nın model alındığı ve Osmanlıcılığın
savunulduğu bir Cemiyet ikincisinde ise sadece Yahudi, dönme ve Türklerin yer
aldığı, subay ve küçük memurların çoğunluğunu oluşturduğu, Almanya’nın örnek
alındığı, Türkçülüğün hakim düşünce olduğu bir cemiyet söz konusudur diye
tespit etmektedir.
Burada bakıldığında daha önce halklarla ortak hareket eden
İttihat ile daha sonra halkların başına musallat olmuş İttihatçıların
yaptıkları daha iyi anlaşılıyor. Biri Osmanlı’yı esas alan, Osmanlı’yı
kurtarmak için birlikte yaşadıkları halklarla ortaklaşmayı savunurken,
diğerleri sadece dar ırkçı, milliyetçi, dönme sebatayist, faşist yapının
halkları küçük bir “Anavatan için kırımdan geçirmeyi planlıyor.
Bilindiği gibi Osmanlılar 1683 Yılı’ndan itibaren Avrupa
karşısında zayıflaya zayıflaya Balkanlara kadar gerilemiştir. Balkanlardaki
durum ise tehlikededir. Yunanistan 1821, Bulgaristan 1878, Romanya 1881,
Arnavutluk 1911-12 yıllarında Osmanlılardan koparak bağımsızlıklarını ilan
etmişlerdir. Giderek Trakya’ya doğru da bir gerileme durumu söz konusudur.
Avrupa’da yaşanan bu hezimet esasta tüm cephelerde yaşanmaktadır. Arapların
Coğrafyası derken Trablusgarp ve birçok cephede yenilgi üzerine yenilgiler
yaşanmaktadır. Asker kökenli ittihatçılar ile Selanik’te yaşayan Yahudi dönme
ve ırkçılar bu gidişi iyi tespit ettikleri için hedef yönünü Anadolu’ya
çevirmişlerdir. Anadolu’ya nasıl yerleşileceğinin birçok plan ve programını da
geliştirmektedirler. Kaybedilen topraklarda yaşayan Müslümanları çok büyük bir
incelikle hangi yerlere koyacaklarını, orada bulunan halkları nasıl
eriteceklerinin planlarını da detaylı yapacaklardır. En yalın haliyle bunları
Ermeni Halkı’na karşı uyguladıkları 1915 Soykırımı’nda göreceğiz. Kürtlere
karşı ise 1916 yılında göreceğiz. Ve sırasıyla Çerkezler, Yunanlar, Süryaniler…
Süryani ve Asuri demişken şunu da hemen ifade edelim: Asuri
halkına karşı kıyımı ise İttihatçılar, Nisan 1914’te İstanbul’dan başlayarak,
yaz aylarında, yoğun yaşadıkları Mardin’de (Beşirî Mîdyat, Cîzre) de
sürdürmüşlerdir.
Sonraki yıllarda ise bu durumu daha sistemli hale getirmiş
ve 8 Eylül 1924 yılında başlayarak daha büyük kıyımlarla bitirilme noktasına
getirmişlerdir. Bu katliamı Albay Reşat Hallı ismindeki kişi “…Türklerin gayesi ve karşı tedbir almaktaki
maksatları, İngilizlerin Hakkari iline, Nesturileri kullanarak uzattığı eli
kırmak ve ayni zamanda “Musul Sorunu Cemiyeti Akvam’da görüşüldüğü sırada
buraları işgal suretiyle Nesturileri defetmek ve Musul görüşmelerinde hakim bir
durum sağlamaktı diye yazmaktadır. (Genelkurmay
Belgelerinde Kürt isyanları)
Önemli oranda Asuri halkını tasfiyeye uğratan bu büyük
kıyıma Asuriler: “SAYFO yani “Kılıçtan
Geçirme diye tanımlıyorlar. Ermeni halkına uygulanan MEDZ YEGHERN, Dersim’deki Kürtlere uygulanan TERTELE hep aynı zihniyetin uygulanma biçimleri olduğunu halklara
yaşatılanlardan bilince çıkarıyoruz.
1908 Yılı’nda iktidara gelen İttihatçılar gel-gitler
yaşasalar da güçlenmenin yol ve yöntemlerini bulacaklardır. Kimi zaman
darbelerle, kimi zaman komplolarla, kimi zaman suikastlarla derken
güçleneceklerdir. Bu maharetlerine ek olarak birde derin taktikler
uygulamaktadırlar.
Örneğin: 1912 yılında iktidardayken, Balkanların ellerinde
gideceğini -hatta Edirne’nin korunmasının bile zor olacağını bildikleri için
-hükümetten istifa ederek, hükümeti muhaliflere bırakacaklardır. Nitekim Ekim
1912’de çıkan Balkan
Savaşı‘nın kısa zamanda hezimete dönüşmesi üzerine şiddetli bir
milliyetçilik politikası benimseyen cemiyet yenilginin suçunu hükümete
yüklemekten çekinmeyecek ve güçlü bir milliyetçi demagojiyle hızla yeniden
iktidara gelmesini bileceklerdir.
Balkanlar -hatta Edirne de -elden gittikten sonra önceleri
Osmanlı’nın onayı olmadığı halde Trablusgarp’a gidenler hızla 1912 Yılı’nın
sonunda geri döneceklerdir. Balkanlardaki kaybı karşıtlarına yükleyerek halkı
yanlarına çekeceklerdir. Ve ellerini bir şeye sürmeyenler birden büyük karşı
bir hamleyle Enver Paşa’nın komutasında Edirne’yi alarak güya İstanbul’u
sağlama aldıkları için yeniden halkın güvenini kazanacaklardır. Bu güvenle,
İttihatçıların artık tümden Enver Paşa’nın 23 Ocak 1913 günü gerçekleştirdiği
darbeyle, tek parti haline gelerek, Osmanlı’ya hakim olurlar.
Bu olup biteni anlamak için biraz gerilere gitmekte fayda
vardır.
Tek parti haline gelmenin fikir babası Alman General olan
Colman Von Der Goltz’tür. Colman Von Der Goltz 1883 Yılı’nda Abdülhamid
tarafından iki yıllığına Harbiye Mektebi yetkilisi olarak atanmış ancak 15 yıl
boyunca Osmanlılara hizmet etmiştir. Eğitim sistemi dışında, ordunun
modernleşmesi ve yeni askeri stratejilerin belirlenmesi açısından daha
belirleyici rol oynayan askerlerdendir. Goltz Paşa’nın eğitim sistemiyle yeni
bir subay kuşağı şekillenir.
Aynı Goltz Paşa görevini sadece eğitim alanıyla sınırlı
tutmaz paşa birçok siyasi ve askeri konularda da etki yaratacak raporlar
hazırlar. Araplara ve bölgede etkili politika yürütmesi için Abdülhamid’e
önerilerde bulunur.
Almanya’ya döndükten sonra da Osmanlı’ya olan ilgisini
sürdüreceği gibi askerlerle de ilişkilerini sürdürür. Daha sonra tüm
ittihatçıları etkileyecek olan makalesini “Deutsch Rundschau Dergisi’nde , Ekim
1897 Yılı’nda yayınlar. Yazı Türkçe olarak 1905 Yılı’nda: “Devlet-i Aliyenin
zaaf ve kuvveti olarak yayınlanır.
Makalede, Anadolu’da ırkçı ve faşist ve bir halkı, asker
millet olarak şekillendirmeye çalışan İttihatçıların tüm görüşlerinin burada
esinlendiğini söylemek yanlış olmaz.
Goltz şöyle der:
“Türkiye’de… Geniş ve
hantal bir devlet yerine daha küçük fakat daha kuvvetli bir medeni devlet
zuhura gelmelidir. Doğuda (Osmanlı) gerçekleşen ya da gerçekleşmesi gereken
işte böyle bir süreçtir…
Yüz binlerce muhacir
acemice tedbirler yüzünden mahvolmuş durumdadır. Yerleştirilenler, o yörenin
yerli halkı ile kaynaşmayıp, örneğin Çerkezler gibi, devlet için bir nevi
devlet teşkil ediyorlar ve hatta askerlikten çekiniyorlar… Bu konuda alınması
gereken esas tedbirlere ihtiyaç vardır… Müslüman Giritlilerin büyük kısmının
daha milyonlarca ahaliyi alabilecek olan Türkiye Toprağına göç etmeleri de
hesaplanmalıdır…
Daralan memlekette yani Anadolu ve Rumeli’nde daha birçok kıymetli
fütuhatlar yapılabilir. Yukarı Arnavutluk, … Zeytun Ermeni Bölgesi… Havran
Dürzi Dağları, … Kürdistan’ın bilhassa Dersim taraflarında Hakkari’de, Musul, Bağdat
ve Basra muhtelif cihetlerinde…
Balkan Yarımadası’nda
hudut tashihinden ne çıkar? Devletin zayıf bir Bizans Devleti’nden kuvvetli bir
Türk ve Arap Devlet haline dönüşmesi, duruma göre çok daha müsaittir…
Milli yapıyı iç
meselelere yöneltmek, terk edilmek istenmeyen Avrupa Devlet Muazzaması rolünü
akıldan çıkarmak, Anadolu Vilayetleri’nin maddi ve manevi gelişmesine zihin
yorarak, …ilmi çalışmalara merkez haline getirmek, Arabistan Eyaletini mahalli
kuvvetler vasıtasıyla yönetip müdafaa eylemek, …Göçebe halinde yaşayanları
yerleştirip…
Başkenti… Türk ve Arap
Hududu’nda mesela Konya ve yahut Kayseri’ye veya daha ileriye güneye
nakletmelidir…
Osmanlı Devleti’nin
zaafı, memleketin çok küçük olmasından değil, bilakis muhafazası için bu anda
mevcut olan kuvvet nispetle bugün bile çok geniş bulunmasından dolayıdır…
Goltz’un, “Das Volk in Waffen (Tam Türkçesi Silahlar içinde
olan Halk) adlı yapıtını Millet-i Müselleha yani Asker Millet olarak
yayınlanmış ve belirttiğimiz gibi tek tip bir devletin nasıl yaratılacağının da
işaretlerini vermiştir.
Bunun böyle olduğunu İttihatçıların çıkarttıkları
dergilerinin isimlerinden de görmek mümkündür. Silah, Süngü, Top, Tüfenk,
Hançer vs. dergi isimleriyken, gençleri askerleştirmek için açtıkları: 1914
Yılı’nda Osmanlı Güç Cemiyeti, 1916 Yılı’nda Osmanlı Genç ve Dinç Cemiyeti ve
1914 Yılı’nda Kazım Karabekir tarafından Osmanlı Güç Cemiyeti tüzüğüne
dayanarak “Çocuk Ordusu bile kurarlar.
Çünkü Goltz’un görüşlerine göre “erkek ve savaşçı aynı şey
olduğu için, millet için tüm erkekler harekete geçmeli ve bu görevi erkekler,
“ortak vatana duyulan aşktan dolayı gönüllü yapmalıdırlar. Daha somut olarak: “Artık yabancılara başvurma ihtiyacımız
kalmayacaktır, çünkü yurdun çocukları orduya ve yapılacak işlere yeterli olacaktır.
Artık asker celbine ihtiyacımız olmayacaktır, çünkü kadrolarımızı, bayrak
altında birleşmiş ulusumuzdan temin edebileceğiz demektedir Goltz. (Hitler
Faşizm’i kimlerden ve hangi uygulamalardan esinlendiği herhalde şimdi daha iyi
anlaşılıyor. )
Goltz’u izleyen bu faşist zihniyetli İttihatçıların önde
gelenlerinden olan Ahmed Rıza: “Vazife, Mesuliyet’ler: Asker adlı eserinde
ise:
“Bizde daha
yerleşmemiz aşiretler, daire-i sulh ve uhuvvete girememiş cemaatler,
Osmanlılaşamamış Hristiyanlar, tahdid ve tahkim edilmemiş hududlar var.
Osmanlıların Hukuk’una her günü taarruz ediliyor. Devletimizin istiklali bin
tehlike içinde bulunuyor. Binaenaleyh, emniyet ve asayişi temine kâfi olacak
derecede muntazam ordulara, seyyar ve kavi bir donanmaya ihtiyacımız her
devletten ziyadedir diye yazacaktır.
“Osmanlı Tebaası
sayılan Hristiyanlar içinde düşman ordularına yol gösteren, zahire tedarik eden
ve köprülerimizi yıkmak, depolarımızı yakmak gibi muavenetlerde görülmüştü. Bu
gizli düşmanlara karşı dahil-i memlekette bir çare düşünülmüş müdür? diyerek
gelecekte yaşanacak kıyımlara işaret etmekte ve var olan zihniyeti 1907 yılında
yazılan eserde ortaya koymaktadır.
İttihatçıların zihinsel yapıları ve etkilendikleri düşünce
yapılarını bu kadar geniş açma gereğinin nedenlerine geçmeden önce bir
alıntıyla söyleyeceklerimize gelelim:
“Talat Paşa çok
önceleri bir Ermeni aydını olan Vramian’a Kürtleri asimile etme projesinde
bahsettiğinde, Armen Garo (Karekin Pastırmacıyan, 1908 ve 1912 dönemi Erzurum
Eski Mebusu), Talat Paşa’yı şöyle yanıtlar:
“Neyle? Hangi kültür
ile? Tarihinizi bilmiş olsaydınız bu saçma açıklamada bulunmazdınız.
Topraklarımızda 500-600 seneden beri olduğunuzu unutmayınız ve sizden önce de
birçok millet bu topraklardan geçti: Farslar, Romalılar, Araplar, Bizanslılar.
Eğer bunlar Kürtleri asimile edemediyse, siz nasıl edeceksiniz?
Avagyan-Minnassian (Fuat Dündar’ın çalışmasında alıntı.)
Bir parantez açarak İttihatçıların halkları kültürel
soykırıma uğratmak için neler yaptıklarına kısa bir değinelim. Asimile etme
politikalarını sonraki yıllarda adım adım hayata geçirmek için birçok
uygulamaya İttihatçılar imza atacaklardır. Örneğin Kürt Dili’nin ilkel ve geri
olduğunu, aslında bir dil olmadığını bunun için bir an evvel ortadan
kaldırılması gerektiğini söyleyerek, Kürt Dili’ne dönük yoğun karşıt çalışmalar
yapmışlardır. Adem Habil kodunu kullanan Naci İsmail Peliştir ismindeki sözde
İttihatçı aydın: “Küçük ve geçmişleri
belli olmayan uluslar için dilin bir önemi kalmamıştır. Petersburg Akademisi
tarafından yayımlanan Kürtçe-Rusça-Almanca Lügat’te 8307 kelime vardır… Türk
(Eski Türkmen) 3080, Arap (yeni dil) 200, Farisi 1030, Kürt (asıl) 300,
…Dolayısıyla Kürt dili Kürtçe kelimeler arasında bir bağlantı kurmak pek mümkün
değildir… Kürt Dili’nin tam anlamıyla bir cümle yapısı oluşmamıştır… Kürtçe
Kelimeler, fiiller tek tük ne olduğu belli olmayan kelimelerdir iddiasını
öne sürer. Sadece öne sürmez, “tabii ki
bir ulusun dilini de bu cümle yapısı oluşturur diyerek esasta Kürt diye
bir ulusun olmadığını da aynen Kemalist Rejim’in 1925’ler ve 12 Eylül 1980
faşist cunta zamanında öne sürülen “bilimsel yollarla ispatlamış olur.
Dilinden, kültüründen bahsedemeyeceğimiz bir toplumun tarihinden de
bahsedemeyiz. “…Sanıldığı gibi bir Kürt
Tarihi’ni bulabilmek olanaksızdır… Bu tarih başka ulusların tarihlerine ait
bölümlerdir… Bağımsız bir Kürt Tarihi’ni oluşturmak imkansızdır. Bunları
ileri sürdükten sonra tarihte Kürtler adına yapılanların Türklere ait
oldukları, hatta Kürt Erdelan Aşireti’nin aslında Moğollardan geldikleri,
isimlerinin onlara ait olduğu, bunların da özü itibariyle Türk olduklarını
tekrar tekrar onlarca kitapta kaleme alacaktır. Onlarca kitabın daha 1916
Yılı’na geldiğimizde Encümen-i İlmiyye Heyeti tarafından hazırlandığını görmek,
gerçekten de halkları soykırıma, kültürel soykırıma uğratmanın bu faşizan,
tekçi, kafatasçı, ırkçı, Kızıl Elmacı yapılarda ne kadar derin olduğunu
gösterir. Kürtlerin karda yürüdükleri için kart ve kurt diye diye Kürt
kelimesinin oluştuğunu, bunun da bir gerçekliğinin olmadığını söyleyecek kadar
basitleşen bu “bilimsel tespitler İttihatçılara kadar dayandığını bu vesileyle
öğrenmiş bulunuyoruz diyerek parantezi kapatırken bu tür asimilasyonist
çalışmaları yürüten: Baha Said, Sadık Vicdani, Mehmed Arif, Enver Behnan, Yusuf
Ziya, Hilmi Ziya, Peyami Safa, Yakup Kadri Karaosmanoğlu gibi isimleri de
saymak gerekir.
Özcesi 1900’lerin başlarında birçok halkta da görüldüğü
gibi Kürtlerde de çok sayıda cemiyetin, partinin, derneğin kurulduğunu daha
önceki bölümde görmüştük. Yine Osmanlı’nın kurtuluşu için ortak çalışmaları ve
hareketleri de görmüştük. Lakin İttihat-i Terakki Cemiyeti’nin 1906 Yılı’ndan
itibaren zihniyet olarak ırkçı, faşist ve para militer yapıların eline
geçmesiyle birlikte adım adım Osmanlı Devleti’nin coğrafyası içerisinde yaşayan
halklara karşı farklı uygulamalar gündeme gelmiştir. Kaldı ki Osmanlı
bünyesinde yaşayan halkların -belki de egemenlerin demek daha doğru olur-
Osmanlılarla bir hukuku vardır. Kürtlerin, Ermenilerin, Çerkezlerin, Arapların
vardı ve nice başka halkların ve azınlıkların da bu tür hukukları vardı.
İttihatçılar yüzlerce yılda oluşan bu yapıyı bozmaya
başladıklarında, örneğin 1908 Yılı’nda İkinci Meşruiyetin ilanı, 13 Nisan 1909 Günü
Abdülhamid’in tahtan uzaklaştırılıp Selanik’e yerleştirilmesiyle ve en önemlisi
de 23 Ocak 1913
Günü Enver Paşa
öncülüğünde silahlı bir grubun Bâb-ı Âli‘de
toplantı halindeki hükümeti basması,
Harbiye Nazırı Nâzım
Paşa‘yı öldürmesi ve Sadrazam Kâmil Paşa‘nın
kafasına silah dayayarak istifaya zorlaması ile İttihat ve Terakki, bir askeri
darbe yapmak yoluyla iktidarı ele geçirmesiyle tek ses olan İttihatçılara hiç
şüphe yok ki birçok tepki de oluşmuş ve oluşuyordu. İfade edildiği gibi
Osmanlı’nın Padişahı’na bu halkların –nitelikleri farklı olsa da-bir
bağlılıkları ve sadakatleri söz konusuydu.
Örneğin Abdülhamid Selanik’e sürgün gönderildiğinde
İttihatçılara ilk karşı koyuşu Milli Aşiret Reisi olan İbrahim Paşa- o zaman 6
Hamidiye Alayı bulunuyor-yapar. Öyle ki kısa bir zamanda bugün Suriye’de
bulunan Dehrezor’dan Kuzey Kürdistan’ın Erzincan’ına kadar uzanır ve ele
geçirir. Tehlikenin büyüklüğü sadece bir isyan oluşu değildir. Tehlikenin büyüğü
padişaha sadakatle bağlı olanların harekete geçmesi ihtimali olduğu için
İttihatçılar tüm güçlerini toplayarak İbrahim Paşa’nın üzerine gider ve en son
24 Ağustos 1910 etkisizleştirirler
Muhtemel hem bu isyandan aldıkları güç ve moralle hem de
adım adım İttihatçıların politikaları görüldüğü için bu kez Dersim’de 1912
Yılı’nda Koçgiri Aşiret Liderleri olan Ali Şan ve ona yakın duran aydın ve
derin yurtsever olan Ali Şêr bir isyan geliştirir. Bu direniş de bastırılır.
İttihatçılara karşı başka bir isyan ise Barzan İsyanı’dır.
Mahiyetindekileri toplayarak 1907’de Şeyh Abdüsselam İstanbul’a: “1. Kürtçe eğitim. 2. İdarecilerin Kürtçe
bilmeleri şartı. 3. Yönetimin şeri esaslara göre yürütülmesi. 4. Vergilerin
bölgeye okul, yatırım olarak eski usule uygun alınarak harcanması taleplerini
sunar. Ancak talepler karşılanmaz. Osmanlı talepleri ret ederek üzerine
asker gönderir İki ay süren çatışmalardan sonra Abdüsselam Tiyare bölgesine
sığınır. Daha sonra İttihatçıların başa gelmeleriyle Doğu Kürdistan’a sığınır.
1912 Yılı’ndan ise, şeyh Abdüsselam, Şikak Aşiretinden olan Sofi Abdullah’ın
kendi evinde bir komployla teslim alınıp Osmanlılara verilir ve 1914 Yılı’nda
ise Musul’da idam edilir. Bu direniş de bu şekilde bastırılmış olur.
Ancak tüm bunlardan daha etkili olacak direniş ya da isyan
ise Mele Selim’in 9 Mart 1913 Günü başlattığı direniştir. Seyyid Ali’de (Arvasi
aristokrasisinden Nakşibendi Sebgetullah’ın torunu) 1913 Yılı’nda Bitlis’te,
İttihat ve Terakki yönetiminin tekliğine karşı geniş bir Kürt Ayaklanması başlatır.
“Bitlis Ayaklanması 1913-14 Hizan Şeyhi
Şehabbedin ve Seyit Ali ile Bingöllü Mele Selim tarafından
gerçekleştirilmiştir. Özünde dini bir karakter taşıdığı söylenir. Adım adım
Kürdistan’ın başka bölgelerinde isyan ateşini yakmak isteyen ayaklanma önderleri,
önce Bitlis’i tam denetim altına almak için ellerinden geleni yaparlar
bölgenin Ermeni ve Asuri halkında destek istemekten geri durmadılar. Mele
Selim’in İttihat ve Terakkilerce yakalanması üzerine patlak vermiş, M. Selim
kurtarılmıştır. İsyan Erzincan’a kadar yayılmış sonunda yenilgiye uğrayıp
liderleri idam edilmiş. M. Selim Rus Konsolosluğu’nda savaş çıkınca
öldürülmüştür. (Kemal Mazhar Ahmed) Seyid Ali ise daha sonra Erciş’te
yakalandıktan sonra idam edildi. Tuhaf gelebilir ancak hatırlatmak ve tarihe
not düşmek için Seyid Ali’nin Demokrat Parti milletvekilli Sellahaddin İnan’ın
babası, AP, MDP ve ANAP partilerinde Bitlis vekilliği yapan Kamuran İnan’ın ise
dedesidir.
İsyan ve direnişler iç içe Kürdistan’da devam edecektir.
1914 Yılı’nda Siirt’te ayaklanan Bişare Çeto Amed’e kadar direnişini
sürdürür–Araplarda bu direnişte yardım ederler- yenilmekten o da kurtulamayacak
ve yenilgi ardından Yemen’e sığınmak zorunda kalır. Daha önce 1905 Yılı’nda
Diyarbakır ve Bitlis’te, 1907 Yılı’nda Erzurum ve Diyarbakır’da, yine
1907-1908-1909 Dersim’de ve 1908’de Ağrı ve Hemawend’de aslında sürekli bir
direniş ve ayaklanma durumu söz konusudur.
İttihatçılara karşı sadece Kürtler ayağa kalkmıyor, karşı
koymuyor. İttihatçılara karşı Araplar da direnişe geçiyor. Yemen’de, Irak’ta –her ikisi de Suriye sınırları içinde kalan-
Horan’da ve Dürzi Dağları’nda Arap Ayaklanmaları meydana gelir. Hicaz, Necd,
Asir ve başka bölgelerde de bu yörenin ileri gelenleri İttihatçıların
yönetimine karşı sert bir tavır alırlar. Bu direnişlerde yer yer Arap ve Kürt
Liderleri’nin bir araya geldiğini söyleyen tarihçiler bile vardır.
Dikkat edersek yukarıda dile getirdiğimiz isyan ve
direnişler Birinci Dünya Paylaşım Savaşı öncesidir. Öyle sanıldığı gibi
İttihatçılar oldukları gibi kabul edilmemişlerdir. Tam tersine Kürtler birçok
yerde ciddi karşı koyuşlar sergilemişlerdir. Ancak Birinci Dünya Paylaşım
Savaşı’nın patlak vermesiyle dini olgu öne geçince bu kez Kürtler yine
Osmanlılardan yana -ağırlıklı olarak -tavır koymuşlardır. Ağırlıklı durum böyle
olsa da yer yer çeşitli direniş ve isyanlar farklı zeminlerde sürmüştür.
Bunlara bir örnek verecek olursak 1916 Yılı’nda Mahabad’ta İttihatçılara karşı
açılan direniş cephesidir.
Birinci Dünya Paylaşım Savaşı Kürdistan’a tamamen bir yıkımı
getirdi. Çünkü Birinci Dünya Savaşı’nın bir merkezi de Kürdistan’dır demek
yanlış değildir. Daha sonra genişçe ele almaya çalışacağımız Sykes-Picot’a göre
Kürdistan esasta Ruslara bırakılmıştı. Osmanlıları ve belki de buna -Almanları
da eklemek gerekir- yıkmak için, Osmanlıların ve Almanların Kürdistan’da
sökülüp atılması gerekiyordu. Bu da devasa bir savaş, dolayısıyla yıkım
demekti.
İttihatçılar Almanların yanında Birinci Dünya Paylaşım
Savaşı’na girdiklerinde, ilk savaşacakları güçlerin başında Allianz yani İtilaf
Cephesi’nin etkili üyelerinden biri olan Ruslar olacaktı. (Ruslar uzun yıllar
Osmanlıları zorlamışlardı. Şimdi Almanların yardımıyla bu durum tersine
çevrilecektir. Kaldı ki Balkanların Osmanlıların ellinden çıkmasında Rusların
belirgin bir rolü vardı!) Rusya Osmanlı’nın komşusu olduğu için bu ciddi bir iş
olacaktı. Kaldı ki Kürdistan’ın doğusunda ağırlıkta Ermeniler bulunmaktaydı.
Ermenilere, 1878 Yılı’nda gerçekleştirilen Berlin Konferansı’yla İngilizler,
Fransızlar ve son zamanlarda da Ruslar bağımsız bir devlet kurmaları için
“arka! çıkıyordu. Vilayat-ı Sitte diye tabir edilen coğrafyada, esasta
bağımsız bir Ermenistan kurulacaktı(!) Bu durumda Ermenileri Alman Rohrbach
büyük bir tehlike gördüğü için tasfiye edilmelerini önerir. Ermenilerin Türkiye
için tehlike oluşturabileceği ve bunun da ancak “Kürtleri kullanarak Ermenilerin ortadan kaldırılabileceğini belirttikten
sonra Ermenileri ezmede Kürtlerin kullanılmasına Almanya’nın itiraz
etmeyeceğini söylediği de biliniyor. Daha
önce Goltz’un görüşlerinin de böyle olduğunu dile getirdiğimizi unutmayalım.
Almanlar, İttihatçıları adım adım Ermeni Halkı’na karşı
sistematik katliamlar yapmasına sürüklerken, Ruslarda Ermenileri Kürdistan’da,
Türklere ve Kürtlere karşı kışkırtacaklardır. Bununla birlikte inanç
farklılıkları da tahrik edilerek, halklar karşı karşıya getirilecek ve yüz
yılların ortaklaşa kültürü milliyetçi, din kisveli devletçi yapı ve
anlayışlarla zehirlenerek halklar birbirine karşı düşman haline
getirileceklerdir.
Bir yandan Entente yani İhtilaf (Almanlar, Osmanlılar,
Macaristan, İtalya) güçleri diğer yandan ise İtilaf (İngiltere, Fransa, Rusya)
güçleri Kürtleri ve burada yaşayan halkları tahrik ede ede istedikleri
sonuçlara ulaşmayı hedefleyeceklerdir. Savaş başka cephelerde yürütülse de daha
sonra ağırlıklı olarak Kürdistan’da yürütüldüğü için Kürdistan tamamen viran
hale getirilecektir.
Ruslar Kürdistan’a erkenden, 1915’te girer. İlk girdikleri
yer Van’dır. Hızla bu yayılışları devam edecektir. 13 Mayıs 1916 Günü
Rewanduz’u ele geçirir ve başka birçok alanı da ele geçirirler. Devam etmeden
belirtelim ki Rewanduz o zaman 2000 hanelik bir kasabadır. Ancak Rusların
girmesiyle birlikte geriye sadece 20 ev kalacaktır. Tümü yakılıp yıkılmıştır.
Tuhaf gelebilir ancak Rusların öncü birlikleri Asuri ve Ermeni Halkı’ndan
insanlardır. Tarihçiler Ermenilere yapılan bu katliamlardan –Kürt Egemenleri,
Hamidiye Alayları ve çete yapıların yer aldıklarından- dolayı bu yakıp
yıkmalarda en etkili rollün Ermeni Çeteleri’nce yapıldığını söylemeleridir. Rus
Tarihçi Şahovski: “Ermeni Milliyetçi
Fanatikler, işgal ettikleri yörelerin Müslümanlarını yok etmekteydiler diye
yazmaktadır. Buna karşı sert direnişler gelişir. Öyle ki direnişi kırmak ya da
etkisiz kılmak için birkaç aileye Rusların –ev ihtiyaçları için- ancak bir
bıçağa izin verdikleri söylenir. Çünkü yapılan zulme karşı halk kendisini
–sivilde olsalar-savunmaya kalkışıyor. Ve nitekim Rusların böylesine katliamcı
ve bastırıcı pratiklerinden dolayı halen bugün bile “Ruslar geliyor denildiğinde
“Urus tên diyerek hem korku hem de nefret gösterileri eksik olmuyor.
Ruslar Kürdistan’a yönelişlerini sadece Kuzey ve Güney
Kürdistan’la sınırlı tutmuyor. Doğu Kürdistan’a ise daha etkili bir şekilde
giriyorlar. 1915 Yılı’nda İran üzerine, Ruslar ve İngilizler antlaştıktan
sonra, Ruslar 1916 Yılı’nda Doğu Kürdistan’ın Kermanşah, Şenadağ, Sawuç’a kadar
uzanır. Nerede Almanlar ve Osmanlılar varsa orada Ruslar mutlaka bunları söküp
atmak için saldırıya geçiyorlar.
Ruslar bunları Kürdistan’ın farklı yerlerinde yaparken,
İngilizler önceleri Irak’ın Basra Mıntıkası’nı akabinde ise giderek
Süleymaniye’ye doğru etkili bir şekilde Osmanlılara karşı savaşacaktır.
Önceleri Osmanlı’nın yanında Kürtler din meselesinden dolayı yerini alır.
Osmanlılar ise bu durumu kendi lehlerine kullanmasını iyi bilirler. Rus Tarihçi
Bazil Nikitin’in sözleriyle: “Bir daha
İslam Maskesi’ni takınarak yapılan Cihad çağrısı, Kürtlerin savaşçı gücünü
hiçbir şekilde bu halkın çıkarlarıyla bağdaşmayacak bir yönde harekete
geçirilmesini sağlar.
Ancak Kürtler kısa süre içerisinde işlerin farklı yürüdüğünü
görerek geri durur. Yine de tümden Osmanlı’dan el etek çekmez. Bu durumu iyi
gözlemleyen İngilizler, Kürtleri kendi taraflarına çekmek için Kürtçe Gazete
bile çıkarırlar. “Tegihiştina Rasti İngilizlerin Süleymaniye kentinde savaş
içerisinde çıkarttıkları bir gazetedir. Halkları bir birine kışkırtmak için
neredeyse günlük olarak İngilizler çağrılarını Soranca yaparlar. Bu politikanın
bedeli gerçekten de çok ağır olmuştur.
Savaş böyle şiddetli yürütülürken sıkça ifade etmeye
çalıştığımız gibi halkları birbirine kırdırma politikaları çok yoğun bir
şekilde teşvik edilir. Örneğin Doğu Kürdistan’da Simko Ağa Şikak’ın çok sayıda
köyü yakıp yıktığı, hatta Urmiye civarında ise 100 köyü yakıp talan ettiğini
tarihçiler söylüyor. Ruslar bu duruma karşı önceleri Simko’yu yakalayıp sürgün
etseler de savaşın sürmesi ve giderek daha kapsamlı hale gelmesiyle yeniden
Kürdistan’a getirilip bu kez kendilerine kullanmak için maaşa bağlarlar. Kemal
Mazhar Ahmed: “Söz gelimi Hamedan’daki
Osmanlı Ordusu’nun toplam 14 000 askerinden 10 000’i Kürt’tü. Dolayısıyla
Ruslar, İran Azerbaycan’ındaki kentlere döndükten sonra bölgedeki Kürt Aşiret
Reisleri’yle geniş çaplı bağlantılar kurmakta gecikmediler. Daha da ileri
giderek Simko’yu serbest bıraktılar ve daha yüce amaçları uğruna onunla işbirliği
içine girdiler. Bu amaçlar doğrultusunda özgürlüğüne kavuşturulan ve ayda 5000
ruble altın tutarında aylık bağlanan Simko daha sonra bazı Kürt yörelerinin
yöneticiliğine getirildi. Bu davranış İran Kürdistan’ı dağlarının daha ötesinde
gözlerini batıya ve güneye dikmiş Çarların mantığıyla hiç çelişmemekteydi demektedir.
Birinci Dünya Paylaşım Savaşı elbette dünyanın neresinde
savaş yapılmışsa bedelleri çok ağır olmuştur. Öyle bir savaş ki 75 milyon
insan savaşa girmiş, 10 milyonu savaşta ölmüş, 20 milyonu yaralanmış ve 10
milyonu ise açlıktan kırılmış. Kaybolanların, bulunmayanların, akıbeti
bilinmeyenlerin ise hesabı kitabı yoktur.
Kürdistan’da sadece 1915 Yılı’nda yaklaşık 1,5 milyon Ermeni
katledilmiş, yüz binlercesi ise sürülmüş ve yüz binlercesinin akıbeti halen
bilinmiyor.
1912 -1914 Yılı’na kadar süren Osmanlı Savaşlarında M. Zeki
Paşa’nın verilerine göre 300 bin Kürt ölmüştür. Yine I. Dünya Savaşı boyunca da
500 bin Kürt’ün yaşamını yitirdiğini söyler. Son belirtilenler savaşta
ölenlerdir. Yine 1916 Yılı’nda sadece sürülen ve yaşamını yitiren -daha doğrusu
katledilen -Kürtlerin sayısı ise 700 bin civarındadır. Sürgünleri saymıyor,
yollarda dökülüp kaybolanlardan söz bile etmiyoruz. Bu katliamın ve göçertmenin
nedeni ise güya Rusların ve İtilaf Güçlerinin giderek gelişmesiymiş? Güya
Kürtler artık Ruslara yardım ederek Türkiye’yi parçalayacaklarmış? Güya Kürtler
bu karışık ortamda kendi bağımsız devletlerini kuracaklarmış?
Külliyen yalanlar üzerine kurulu bu senaryoların altında
kesinlikle yıllar önce İttihatçıların Almanların akıl vermesi sonucu
Balkanlardan, Kafkaslardan ve Rusya’nın içlerinde getirdikleri Müslüman kökenli
diğer halkları Kürdistan’a yerleştirerek, Kürtleri ve Ermenileri azınlık
durumuna getirmekten öteye bir şey değildi. Ermenilerin tahrik edildikleri
-özelde Taşnak Örgütü ve çevresinin-, doğru olabilir. Rusların çok kirli
politikalarla Ermenileri Osmanlıların karşısına çıkartmak istediği de doğru
olabilir. Hatta Kürtlerin Osmanlıların askerliğini yapmamak için askerlikten
kaçtıkları, hatta yer yer kiminin Rusların yanına geçtiği de doğru olabilir,
ancak hem Ermenilere karşı katliam hem de Kürtlere karşı yürütülen katliam,
kesinlikle yıllar sonra 24 Eylül 1925 Şark Islahat Planı dahilinde yürütülmüş
olan katliam planından başka bir şey değildir.
Bunun içindir ki savaş Kürdistan’da İttihatçılar tarafından
çok sert yürütülmüştür. Bir Enver Paşa’nın Allah-u Ekber Dağları’nda, on
binlerce Kürt Genci’ni ölümün üstüne bile bile sürüklemesini -söylediklerimiz
ışığında bakıldığında -daha anlaşılır hale gelir.
“Böylece İttihatçılar
savaşın bitiminde hedeflerine varmak için Kürt Ahalisi’nin Türk Köyleri’ne
dağıtılmasına ilişkin bir dizi ferman ve kararname çıkardılar. Bu düzenlemede
Kürtlerin sayısının yeni iskan alanlarında ki nüfusun yüzde 5-10’unu aşmamasına
özen gösterilmişti. Tanınmış Kürt Şahsiyetleri ve aşiret reisleri de Batı
Anadolu Kentlerine taşınarak evlerinde gözetim altına alınacak ve birbirleriyle
ya da kırsal kesime serpiştirilmiş adamlarıyla ilişkiye girmelerine izin verilmeyecekti.
Savaşın bitiminden kısa bir süre önce büyük bir istekle bu politikayı
uygulamaya koyan ittihatçılar, işe hükümetin yola getirmekte güçlük çektiği
“inatçı aşiretler ve “dik başlı aşiret reisleriyle başladılar. Binlerce Kürt
silah zoruyla Batı Anadolu’nun ücra bölgelerine sevk edildi. Bu sürgünlerin
yarıdan fazlası yolda açlıktan soğuktan öldü ya da hastalıktan kırıldı. Savaşın
bitiminden sonra çok az bir kesimi kendi topraklarına dönebildi. Öte yandan
sürgün yerlerinde kalanların birçoğu işsizliğin ve hastalıkların getirdiği
alışılmamış ağır sonuçlar sonucunda mahvoldu. Böylece Osmanlılar tarihin üç
yüzyıl elli yıl önce mahkum ettiği trajedileri bir kez daha gündeme getirdi.
Aslında imparatorluk içinde ki bütün halkları mağdur eden genel politikanın
çerçevesinde etkileri günümüzde hala hissedilen Ermeni Faciası daha küçük bir
ölçekte tekrar yaşatıldı diyen Kemal Mazhar Ahmed, çok fazla haklıdır.
İttihatçılar yaptıklarıyla Kürdistan’da çok büyük
tahribatlara yol açtıkları aşikardır. Osmanlı Ordusu askeri zorunluluk
bahanesiyle Diyarbakır, Muş ve Bitlis Yörelerinde yaşayanların büyük bölümünü
topraklarından çıkararak yersiz, yurtsuz bırakacak, mal varlıklarına,
yiyeceklerine, depolarına el koyacaktır. Kürtler bunun için, çok büyük bir
açlık ve fakirlik yaşar. Açlıktan ülkesini terk edenler çoktur. Birçoğu Halep
ve Musul gibi kentlere sığınmaya çalışır. “Yaz
sıcağında ve kış soğuğunda sokakta yaşamlarını sürdürmeye çalışırlar, açlığa
dayanamayarak hayvan leşlerini ve hatta açlıktan ölen yakınlarının leşlerini
yemek zorunda kalırlar.
Sonuçta on binlerce, yüz binlerce Kürt I. Dünya Paylaşım
Savaşı’nın kurbanı oldu. “Dr. M.
Lazarev’in kitabında yer alan ve Çarlık dönemine ait diplomatik kaynaklara
dayanan bilgilere göre, savaş sırasında birçok bölgede daha önce 20-30 kişiden
oluşan aileler 3 ya da 4 kişiye inmişti. Dahası savaş Kürdistan’da ekonomik
hayatın temellerini yıktı bunun başlıca nedenlerinden biri iş gücündeki
azalmaydı. Çalışabilecek durumda olan herkes ya savaş alanlarına sürüldü ya da
işini bırakıp dağ başına çıktı. Öte yandan Osmanlı Ordusu bölgede büyük bölümü
daha önce tarımda kullanılan hayvanlara askeri hizmetler için el koydu
diyen Kemal Mazhar Ahmed Kürdistan’daki yıkımı net bir şekilde gözler önüne
sermektedir.
Evet, Kürdistan’da Birinci Dünya Paylaşım Savaşı’nda
yaşananlar bunlardır. Savaşla alakası olmayan bir halkın kıyımı böyle
gerçekleşir. Savaşın herhangi bir yerinde yer almamasına rağmen, hem savaşta
ölecek, hem öldürecek, hem toprakları yakılacak, hem yıkılacak, hem açlıktan
kırılacak, hem göçertilecek ve hem de katliamlardan geçirilecektir. Ve bunlar
az görülecek ki bir de bu topraklarda yüz yıllarca, hatta bin yıllarca birlikte
yaşadıkları halklara karşı düşman hale getirileceklerdir!
Kürtlerin tarihlerinde çokça yaşadıkları trajedilerden bir
tanesi de, -bugüne kadar yeterince dile gelmeyen, getirilmeyen bu gerçeklik- I.
Dünya Paylaşım Savaşı’nda yaşadıkları gerçekliktir.
Devam Edecek: Kürt Ve Ermeni İlişkileri Üzerine Birkaç Söz
Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi Yayınları
Tarih Şimdidir-Kürdistan Tarihine Özlü Bir Bakış
Kasım Engin
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html
1-Azmi Kawr Cemiyeti:2-Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti
(Yardımlaşma ve İlerleme):4-Kürt Neşri Maarif Cemiyeti:5-6-Kürdistan Mühipleri Sevenler Cemiyeti:7-Cıvata Talebeyi Kurda (Hevi):