İçeride inşa edilen bir sermaye birikim süreci ve soygun düzenine; dışarıda, bölgesel düzeyde sömürgeci ve yayılmacı politikalar eşlik ediyor.
Türkiye kapitalizmi dönemin Türkiye Cumhurbaşkanı Turgut Özal döneminden beri bölgede güç merkezi olma yoluyla kapitalist hiyerarşide bir üst basamağa sıçramak amacıyla yayılmacı (emperyal) politikalar izliyor. Tarihsel referanslara (Yeni Osmanlıcılık) yaslanarak Ortadoğu’dan Afrika’ya kadar birkaç kıtada ‘Osmanlı’dan bakiye’ olarak gördüğü pek çok bölge ülkesine şu ya da bu biçimde nüfuz etmeye çalışıyor. Ne var ki, Türkiye AKP iktidarları döneminde kuvvetten fiile dönüştürülen bu stratejiyi bölgede ‘belirleyici ve düzenleyici rol’ oynayan büyük küresel güçler karşısında kapitalist rekabete dayalı iktisadi kurallar içinde realize edebilecek kapasiteden yoksun bulunuyor ve militarist yöntemlerden başka hiçbir rasyonel araca sahip değil. Libya iç savaşına askeri müdahale ve Doğu Akdeniz’deki doğal varlıklara ‘el koyma’ girişimleri bu politikanın bir tezahürü…
Türkiye’nin artık ‘soğuk savaş’ dönemine özgü klasik ‘yurtta barış, dünyada barış’ şiarına dayanan dış politika stratejisi kökten değişikliğe uğramış bulunuyor. ‘Milli Güvenlik’ stratejisini ‘sınır ötesi’ne taşıyan, askeri güç kullanımına dayanan ve küçük ölçekli de olsa ‘askeri sınai kompleks’le desteklenen, sonu belirsiz maceraya yelken açan militarist bir politika… ABD, AB ile Rusya arasında ‘mekik dokuyan’, süreci karakterize eden büyük küresel güçler arasında bir ‘tenis topu’ gibi oradan oraya sürüklenen ilkesiz, esnek, pragmatik bir dış politika…
‘Türkiye’nin Irak, Suriye, Libya, Somali, Lübnan, Afganistan, Katar, Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti, Bosna-Hersek, Kosova, Kuzey Kıbrıs, Azerbaycan, Arnavutluk, Sudan olmak üzere toplam olarak 15 ülkede askeri varlığı söz konusu. Bu ülkelerin bir kısmında askeri üssü de var. En çok askeri KKTC’de, en büyük askeri üs Somali’de bulunuyor.’
Bu sürecin organik parçalarından birini de Kürt sorununda savaş ve işgal biçiminde süren sömürgeci politikalardaki ısrar oluşturuyor. İçeride ‘müzakere masası’nın devrilmesi, dışarıda Kuzey Doğu Suriye’ye yönelik işgal girişimleri, Rojava devrimini boğma hamleleri, yüzyıllık sömürgeci bir devlet mantalitesinde ısrarın bir sonucu. Artık, devlet iktidar güçlerinin Kürtlere yaklaşımı, tutumu ve Kürt siyaseti Türkiye’nin ‘bölge stratejileri’ne göre belirleniyor ve bütün parçalardaki Kürtlerin siyasi geleceği ve özgürleşme imkanları hiçbir tarihsel dönemde olmadığı kadar birbirine bağlanmış bulunuyor.
Açık ki, iç savaş ve işgal koşullarında büyük bedeller ödenerek, büyük acılar çekilerek inşa edilen ve düşünsel mimarlığını Öcalan’ın yaptığı Rojava Devrimi’nin yaşaması ve Kürtlerin yeni Suriye’de demokratik bir siyasal statü sahibi olması büyük bir ‘tehdit unsuru’ olarak görülüyor. Kuzey Doğu Suriye’ye işgal girişimlerinin yanı sıra ‘terör’ adı altında Güney’e yapılan askeri operasyonlardan sonra, Türk askeri güçlerinin operasyon bölgelerinden gönül rızasıyla çekileceklerini düşünmek büyük yanılgı olur. Temel hedef, elinin kolunun uzandığı her parçada Kürt coğrafyasını işgal ve ilhak etmek, Güney’in federatif statüsüne merkezi Irak devletiyle birlikte son vermek ve bölgede yerleşik güç haline gelmek.
Bölgeye dair tespitler içeride bir eşiğe gelmiş dayanmış ‘müzakere masası’nın tek hamleyle neden devrildiğini yeterince açıklıyor. Yüzyılın başında, 21. Yüzyılın ‘Kürtlerin Yüzyılı’ olarak nitelenmişti. Sömürgeci bölge devletlerinin bütün kuşatma ve saldırılarına karşı bu niteleme geçerliliğini koruyor ve onu kuvvetten fiile dönüştürecek yegâne imkânın, ‘Kürtlerin Birliği’nde olduğunu işaret ediyor. Kaldı ki, Öcalan’ın da ısrarla üzerinde durduğu ve realize olmasını istediği Kürtlerin Birliği’ni ‘Demokratik Ortadoğu’ vizyonuyla birleştirecek ‘bölgesel enternasyonalizmi’ canlandırmanın ve ittifak politikasını geliştirmenin de tam zamanı.
Nitekim, Kuzey ve Doğu Suriye’de ENKS ile Kürt Ulusal Birliği Partileri (PYNK) arasında Duhok anlaşması eksen alınarak yapılan anlaşmaya dair Bahçeli’nin zehir saçan değerlendirmesi, Kürtler arası birliğin devlet-iktidar güçlerinin bölgedeki sömürgeci ve yayılmacı amaçları bakımından ne kadar ‘yaşamsal bir tehlike’ olduğunu gözler önüne seriyor.
Bu genel tespitlerin ışığında süreci karakterize eden mantalite ve olguları analojik birkaç soruyla açığa çıkarmak mümkün.
Örneğin, ilkel birikim yöntemlerine dayalı bir sermaye birikim süreci örgütlü bir işçi sınıfının, kitlesel ve güçlü sendikaların olduğu kısmi demokratik koşullarda bile sürdürülebilir miydi? Esnek, kuralsız ve güvencesiz çalışma süreci karakterize edebilir, yoksulluk bu kadar yaygınlaşabilir, işsizlik böylesine artabilir miydi?
‘Müzakere süreci’nin onurlu bir barışla taçlanarak kalıcı bir demokratik çözüme evrildiği durumda Batı’ya empoze edilen ırkçı ajitasyon bu denli karşılık bulabilir, Kürt düşmanlığı bu düzeyde boyutlanabilir, kayyumlarla Kürt halkının iradesi hoyratça gasp edilebilir miydi?
Dincilik, milliyetçilik, cinsiyetçilik, piyasacılık bu denli büyük bir alıcı kitlesine sahip olabilir miydi?
Bölge halklarının ortak çıkarlarını eksen alan barışçıl bir dış politika eşliğinde sömürgeci ve yayılmacı bir ülke vizyonu oluşturulabilir miydi?
Açık ki, yanıtsız birkaç soru bile içeride baskın bir otoriter siyasi rejim olmaksızın böyle bir sermaye birikim sürecini, büyüme modelini ve soygun düzenini, dışarıda sömürgeci ve yayılmacı militarist bir dış politikayı sürdürebilmek olanaklı olamazdı. Başkanlık rejiminin inşası, siyasetin sarayda tekelleşmesi ve Kürt sorununda savaş stratejisine dönülmesi yeni sürecin inşasında öne çıkan başat olgular olarak rol oynamışlardır. Artık devlet eski devlet değildir. Devlet yeniden örgütlenmiş, Kürt illerindeki belediyeler ‘vali ve kaymakam kayyumlar’ vasıtasıyla devletin dikey örgütlenmesinin organik parçası haline getirilmişlerdir. Özgün ve özerk/otonom bütün kurum ve kuruluşlar devletin şu ya da bu düzeydeki uzantısı haline getirilmiş, saray rejiminin sultası altına sokulmuştur.
Nitekim, toplumu sokak sokak sürekli bir biçimde ‘gözetleme ve denetleme’ amacıyla çıkarılan ‘Bekçi Yasası’ndan sonra yargının üç temel ayağından birini oluşturan savunmaya yönelik ‘çoklu baro’ operasyonu henüz kurumsallaşma aşamasındaki Erdoğan rejiminin eksik parçalarının adım adım tamamlanması anlamına geliyor. Belli ki, saray savcılara istediği iddianameyi yazdırır, yargıçlara istediği kararı verdirirken, istediği savunmayı yaptıracak avukat profilini öne çıkarabileceği, istediği tutumu alacak alternatif baro(lar) için kapsamlı yapısal düzenlemeyi kaçınılmaz görüyor.
Erdoğan’ın sosyal medya ve dijital platformları kapatma yönündeki hamlesi de aynı mantalitenin ürünü. Yerel ve ulusal düzeyde yayın yapan bunca televizyon kanalına, gazeteye, internet sitesine sahip olmalarına, koca bir ‘trol ordusu’ beslemelerine, büyük bir yazılı ve görsel medya tekeli oluşturmalarına rağmen bütünüyle denetim altında tutamadıkları sosyal medya ve dijital platformları kapatma yoluna başvuruyorlar.
Özel Savaşa Karşı Mücadele Platformu
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi