30 Haziran 2011 Perşembe Saat 18:16
Ellerini beline koymuş, ağız dolusu gülüşünle zamana ve ölüme meydan okuyan fotoğrafına bakıyorum. Fotoğrafı eline alanın göz bebeklerinin içine seslenerek “yaşamı seviyorum, anlamlı bir yaşamın sahibi olmak istiyorum” diyorsun. Kameranın arkasında duran zamanın tuzağına düşmüş olsa da, sen genç ve umut dolu gülüşünle her şeye inat öylece duruyorsun.
Biraz dikkatlice bakınca fark ediyorsun gerilerde sol omzunun hizasında Amara var. O daha kendine Amara adını almayacak kadar çocuk olsa da ardılı olma iddiasıyla gülüşünden bir parça kapmaya çalışmış, yıllar elimdeki fotoğrafı soldurmuş ama gülüşün ve meydan okuyuşun tüm canlığıyla hâlâ orda. Ve Zeynep’in Zilanlaşmasına daha altı yıl var…
Zamanın donduğu kare
Düşlerimin sığınağı köydeyiz. Malatya’nın merkeze bağlı Elmalı köyü… Belki de kendi varlığımızı özgürce yaşayabildiğimizi düşündüğüm tek yer. Çatışmalardan, çekişmelerden, suni çelişkilerden uzak kendimizi güvende hissettiğimiz, dilimizle, kültürümüzle, inancımızla yargılanmadan, yadırgamadan yaşadığımız yer… Her fırsatı değerlendirip köye geldiğinde hemen üzerine şalvarını çeker, birlikte çalışmak için koşuştururduk. İşte şu an elimde bana gülümseyen resmin o anın bir kesiti. Zamanın akışına yapışıp dondurduğunuz o kare…
Kayısı ağaçlarının tepesinden birbirimize fırlattığımız mışmışları, su arkında birbirini ıslatma yarışlarını, yorucu iş gününün sonunda bahçeye kurulan dostluk sofrasında dolunaya yüzümüzü çevirip saz eşliğinde okunan şarkıları anlatmasa da bu resim, biliyorum bu karenin öncesi ve sonrasında bu yaşanmışlıklar da var. Mutluyduk… Mutluluğumuzun kaynağında gençliğimiz, değişime olan inancımız ve her şeyden önce daha özgür bir yaşama olan umudumuz vardı.
Büyüdükçe mutluluğun daim olmadığını, genişleyen dünyamızda bizden daha hızlı çelişkilerin ve acıların boy verdiğini gördük. Üç temel çelişkinin kıskacında varlığımızı sorguladık, kimliğimizi tanımlamaya çalıştık. Kürt’tük, Alevi’ydik, kadındık… Sistemin uzlaşmaz üç çelişkisini kendimizde barındırıyorduk. Ya boyun eğmenin ya da yoksunmanın ikileminde kendini inkâr edenin “haramzade” ilan edildiği muhalif yaşam kültüründen varoluşu bir tanımlamaya kavuşturmak izlenmesi gereken zorunlu bir yol olarak kalıyordu bize.
Zeynep’in yükü ağırdı
Zeynep şehirde doğup büyümüştü. Aşiret içi kavganın kan davasına dönüşme ihtimaline karşı uzun yıllar önce aile köyden şehre göç etmişti. Zaman öfkeleri dindirip, yaraların sarılmasına fırsat sununca, köy ile iletişimini yeniden kurmuş, hem akrabalık ilişkileri hem de topraklarını ekip biçmek için gidip-gelmişlerdi.
Mamurek Aşireti’nden şehre yerleşenler şehrin “ötekileştiren” yaklaşımına karşı bir anlamda dayanışmak ve gelenekleriyle yaşamak için belli mahallelerde konumlanmışlardı. “Paşa”sının da, “köşkü”nün de olmadığı Paşaköşkü Mahallesi böyle bir yerdi. Alevi, Kürt, yoksul kesim ağırlıkta burada otururdu. Zeynep bu mahallede büyüdü. İlkokula gitti. 1980 öncesi, mezhep çelişkilerini suni yöntemlerle derinleştiren ve Kürtlük bilmecesini mezhep kimliğinin gerisine düşürmeye çalışan politikalar çok tahribatlı sonuçlar yaratmıştı.
İlkokul yıllarında büyük abisinin genç bir kızı kaçırmasıyla gelişen olaylar zinciri Zeynep’in yaşamında derin izler bıraktı. Kız kaçırmak aşiretler arası çatışmalara neden oldu. Ve kısasa kısas devreye girdi. Ya ölüm ya berdel! Erkeğin eril onurunun iadesi yeni kurbanlar sunmakla mümkündü. “İntikam” naralarıyla evlere saldıranların öfkesini yatıştırmak için henüz çocuk yaşta sayılabilecek ablasını berdel olarak verdiler.
Bu olay Zeynep’in eşit yaklaşımı daha küçük yaşta sorgulamasını ve kadın sorununa dayalı olmayı geliştirdi. Omuzlarında kadın olmanın ağır bir sorumluluğu olduğunu bilirdi. Öyle ya kadın olmak, yeri geldiğinde bir hediye olarak sunulmaktı. Kadın ağabeyin, babanın mutluluğu uğruna feda olmaktı. Kadın olmak, tüm renklerin, seslerin gasp edilmesine boyun eğmek, koşulsuz itaat etmekti…
Kadın olmak her millette, sınıfta, zamanda yok sayılmak, yaşamın nesnesi olmaya razı gelinmekti. Kürtlük ve Alevilik kimliği üzerinden sisteme açıktan muhalefet eden bir durum vardı. Lakin kadın kimliği durmadan kan kaybeden görünmez bir yara gibiydi. En devrimciyim diyen damarda bile yine kurbanlar kadındı. Bunun ataerkil sistemin ürünü olduğunu çözümlemek, anlamlandırmak mücadeleyle tanıştığı yıllara denk gelse de, sezgisel olarak hep kadından yana tavır aldı, bunun mücadelesini yürüttü Zeynep.
Yüreği büyük kadın
Ortaokulu Malatya İnönü Ortaokulu’nda, liseyi ise İstanbul Haydarpaşa Sağlık Meslek Lisesi’nde okudu. Bu yıllarda babasının vefat etmesi, onu bir an önce okulu bitirip ailenin geçimine katkı sunmaya zorladı. Liseyi bitirdikten hemen sonra hastanede röntgen teknisyeni olarak çalışmaya başladı. Geceleri çalıştı, gündüz ise İnönü Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü okumaya devam etti. Yedi kardeşin en küçüğü olan Zeynep’in evin ekonomik ve sosyal sorumluluğunu genç yaşta üstlenmesi, sevk ve idare etme konusunda onu yetkinleştirdi. Söz konusu olan sadece aile sorumluluğu değildi. Hastaneye işi düşen tüm tanıdık dost, akraba ona sonsuz güvenir, desteğini alır, işlerini onun yönlendirmesine bırakırlardı.
Öyle büyük bir yüreği, bitmeyen sabrı, tükenmez enerjisi vardı ki herkesi içine alır, yaralarını sarar, derman olmaya çalışırdı. Halkla, özellikle de kadınlarla kurduğu ilişki saygı, sevgi dolu, hesap ve çıkardan uzaktı. Bu özellikleriyle Zeynep henüz çok genç yaşta, herkesin yüreğinde yer edinmiş, yapılacak her işte fikrine mutlak başvurulması gereken bir konuma gelmişti.
Ancak karaçalılar içinde gül olma güzelliğine ulaşmak kolay değildi. Her yer çalı ve dikendi. Kalıplaşmış, aşılması imkânsız seviyesine vardırılan toplumsal kurallar, önyargılar vardı. Her boy attıkça, güzel kokular yaymak istedikçe dikenler batıyor, gülü kanatıyordu. Uzun yıllar mezhep çatışmasına sahne olan Malatya’da tüm diğer çelişkileri perdeleyecek oranda mezhep çelişkisi diri tutulmuştu. Bir aidiyet duygusundan öte diğerinden farklılaşan ve asla buluşmamanın nişanesi haline getirilmişti. Sünnilik, Alevilik birbirinden farklı iki dünyaya dönüştürülmüş kavuşamaz, buluşamaz, birbirini sevemez, evlenemezlerdi artık. Devrimcilik bile bu çelişki karşısında gelenekselliğin girdabına kapılıp asla buna geçit vermezdi.
Toplumsal önyargıların ağırlığı
Zeynep üniversite yıllarında Diyarbakırlı Sünni birisini severek, devlet eliyle yaşatılan mezhep çelişkisinin tüm öfkesini üzerine çekti. Aile, Sünni biriyle evlilik fikrini şiddetle reddetti aşılmaz gelenekleri aşmaya asla sıcak bakmadılar. Zeynep’in çevresinde oluşturduğu sevgi çemberi, saygınlık ve güven duygusu da bu önyargı karşısında k‰r etmedi ama Zeynep erken pes edecek biri değildi. Sabırla, inançla, sevgiyle dört yıl boyunca ikna etmenin, yanlıştan döndürmenin yollarını aradı. Ondaki sabır ve emek verme yöntemine hayrandım.
Bir keresinde sabır taşının da bir dayanma sınırı olduğu fikriyle “Neden bu kadar dert ediyorsun. Madem aile yanlışta diretip, doğru olanı kabul etmiyor, onların onayını almana gerek yok” dediğimde, “İşin kolayına kaçmak istemiyorum. Bu yanlışı aştırmak için emek verip, mücadele etmem gerekiyorsa yapmalıyım” demişti derin bilgeliğiyle. Olaylara, sorunlara yaklaşım tarzıydı bu. Çalışıyordu kimseye muhtaç olmadan. Kendi kendine yeten bir yaşamı vardı. Üniversitede okuyordu. Toplumda sayılıp sevilen, güven duyulan biriydi. Ama tüm bunlara rağmen birey toplum dengesini en iyi gözeten, özgürlüğü toplumsal zeminde değişim-dönüşümde mümkün gören bir yaklaşımı vardı. Emek vermeden, mücadele yürütmeden, iknayı esas almadan değişimin olmayacağını, değişip-dönüşmeden özgürleşilemeyeceğini soruları ele alış yöntemiyle ortaya koyuyordu.
Dağların cazip çağrısı
Dört yıllık mücadeleye rağmen Zeynep bu önyargıyı aşıp aileyi ikna edemedi. Ama bu süreç zarfında çok şey öğrenmişti. Yükselen Kürt Özgürlük Mücadelesi onu da sarıp sarmalamıştı. Şehirlerde, dağlarda yaşanan gelişmeler onu etkiliyor, pek çok sorunun cevabını orada buluyordu. Aile kurmak, sadece iş sahibi olmak onu sınırlandıran yeni kalıplara dönüşüyordu. Oysa ekonomik bağımsızlık, okumak, severek evlilik yapmak gençliğe ilk adım attığında özgürlüğün kendisi gibiydi. Mücadeleyle tanışmakla birlikte bunlar tatmin etmeyen dar sınırlara dönüşmeye başlamıştı. Evliliğe hevesi kalmamıştı. Dağların çağrısı daha cazip geliyordu.
Ama dört yıl mücadelesini yürüttüğü bir yanlışı aşmadan pes etmiş gibi bırakıp gitmek de olmazdı. Gerilla saflarına birlikte katılma kararı almışlardı. Ne de olsa dağlar tüm yapay sorunları ayrıştırıp doğal olanla buluşmanın mekânıydı. Ama gitmeden topluma bir mesaj bırakmalıydı. Kimsenin haberi olmadan resmi nikâh kıyıp, asıl evliliği dağlar ile yaptı. Hiçbir zaman klasik bir aile kurmadı. Kimi yerlerde yanlış dile getirilir bu durum. Aslında o toplum içindeki evlilik kurumuna göre bir evlilik yapmadı. Evliliği kâğıt üstünde kaldı. Aile çevresi çok sonra bu evlilikten haberdar olacaktı.
Anlamlı bir yaşamın sahibi
“Anlamlı bir yaşamın sahibi olmak istiyorum” diyerek adım adım izinde yürüyecekti anlamlı yaşamın. Hakikatin üzerine çekilen çelik perdeleri aralayarak kendini atomlarına kadar bölerek anlamın gizine ulaşacaktı.
Ama yol uzun, soluklanmaya ise vakit yoktu. 1993 kışında Adana’ya geldiğinde, sorularıyla ufkunun sınırlarını zorlayan arayışını biliyordum. Hakikate ulaşmanın sabırsızlığıyla sabaha kadar beni soru yağmuruna tutmuştu. Oysa aylar sonra gizli olarak buluşmuştuk. O gizliliğin ötesini de istiyordu. Görmek, bilmek ve net adımlarla yürümek için kendi gözü, sözü, kulağıyla araştırıp tanımlamak istiyordu dünyayı. Zeynep, kendi kıvılcımını kendisi yakanlardandı. Öyle bir-iki söz ile kolay ikna olmazdı. Sorularıyla karşısındakinde öğrenme açlığı oluşturup, daha fazla araştırmaya, öğrenmeye teşvik ederdi.
Üniversiteden bir grup arkadaşıyla Temmuz 1994’te Adana üzerinden mücadele saflarına katıldı. Ama zor zamanlardı. Alanda yoğun tutuklamalar olmuş, deşifre olanlar geri çekilmiş, yaşanan boşlukta ise derin bir tasfiyecilik yaşanıyordu. Zor zamanların özelliğidir: Sınar, arınır ya kendi özüne ulaşırsın ya da korkar, kaçar, geldiğin yere sığınırsın. Kahramanlıklar da, düşkünlükler de böylesi anların ürünüdür. Tüm zorluklarıyla mücadele ederek, bir yıl boyunca bu alanda halk içinde faaliyet yürüten Zilan, insanların belleğinde ve yüreğinde güzelliğe dair şeyler bırakarak 1995’te Dersim kırsalına geçer.
Dersim bir düş yurdu
Dersim çocukluğumuzun düşüydü Anayurt, atalarımızın geldiği yer olarak hep hafızamızın bir köşesinde dururdu. Gerçekten böyle bir bağ var mıydı, yoksa mazlumdan yana olmanın kendisiyle beraber getirdiği bir yanılsama mıydı? Şimdi düşündüğümde bile tam olarak ayrıştıramıyorum. Ne fark eder ki… Dersim Aleviliğimizin, Kürtlüğümüzün, mazlumluğumuzun ve direngenliğimizin kıblegahıydı. Varsın kurgusal bir bağ olsun. Tüm Yahudilerin kıblesi nasıl ki, Kudüs ise, Müslümanların Mekke ise, Kürt Alevilerinin de yüzü hep Dersim’e dönük olur. Dersim’e gitmek, orada gerilla olmak ise sistemin kıskacında kıvranan ve ona başkaldıran bizler açısından özlenen bir düştü. Adana’da tutuklamaların yine arttığı bir dönemde, deşifre olan tüm arkadaşlar alandan çıkıp kırsala geçmek için karar aldı. Ancak bu dönemde tutuklanan birinin verdiği ifadeler sonucu son toplanılacak yer ve saatin verilmesiyle polis bu yere operasyon düzenleyip pek çok kişiyi gözaltına aldı. Öngörülü davranan Zilan, buluşma yerini kontrol ettirip, polisin olduğunu görünce, kendi imkânlarıyla alandan ayrılmış, Dersim kırsalında gerillaya katılmak için yola koyulmuştu. Hedef Dersim’di, dağlardı. Hedef dağların koynunda anlamlı bir yaşam bulmaktı.
Ölümü anlamla yenmek
Her zorluğu, anlamın üzerine kilitlenen kapı olarak gören, pes etmeden, mücadele ederek iradesini çelikleştiren Zilan’ı Dersim’de bekleyen zorluklar vardı. Asi, geçit vermeyen ve de baş eğmeyen Dersim coğrafyasına hayrandı. Ama düztaban olmasından kaynaklı yaşadığı fiziki engel onu zorluyor, omuz omuza savaştığı arkadaşları kadar coğrafi zorlukların üstesinden gelemiyordu. O fiziki engelin ötesinde her hücresine dek anlam yaratma, hakikate ulaşma peşindeydi. Bunu anlamayanları engel olarak göremeyecek kadar da geniş ve derindi. Kendi anlamını yaratma peşindeydi. Herkes kendi yarattığı anlam kadar yaşar ya da onu başaramaz ölürdü. Anlama ulaştığında ölüm ölür, ölüm boy gösterdiğinde anlam yitirilirdi. Ölüm hem var hem yoktu bu diyarda.
“Yaşamı çok seviyorum. Anlamlı bir yaşamın sahibi olmak istiyorum.” Tarih, 30 Haziran 1996. Yer Dersim’in merkezi. Bir halkın inkâr ve imhasına, aralıksız süren operasyonlara, PKK Önderi’ne uzanan çirkin komplolara, yakılan, yıkılan, boşaltılan köylere cevap olmak için “Anlamlı bir yaşamın sahibi olmak istiyorum.”
Ama illa ki yetmez yoldaşlığa, yarım kalmışlıklara, anlamı yitirmiş olanlara, kendi olma bilincini kaybedenlere ışık olsun diye “Anlamlı bir yaşamın sahibi olmak istiyorum.” Kürt halkına, mazlumlara, geleceği elinden çalınmış çocuklara, özellikle kadınlara nasıl yaşamalının yolunu göstermek için “Anlamlı bir yaşamın sahibi olmak istiyorum.”
Saatler 16.45’te durdu. O günden bu yana 30 Haziran bir milat oldu. Anlam inşa ettiğin tapınağına geldik, secdeye durduk. Şimdi, gülüşünün yol gösterdiği o fotoğrafın elimde. Renkler biraz solmuş. O gün doğan Zilan şimdi 15 yaşında! Boy boy ardılları geliyor. Binlerce Zilan büyüyor. Katliamın vadisini kadınlar senin isminle özgürlüğün şiarına dönüştürüyor.
“Yaşamı çok seviyorum”, sen hep yaşayacaksın kadınların isimlerinde, tarihin sayfalarında, kurtuluş düşlerinde. Ölüm yenildi, yok artık izinin geçtiği hiçbir yerde. Seni seviyor ve özlüyoruz!-Özgür Gündem
Elif Kaya /Diyarbakır E Tipi Cezaevi
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info