16 Şubat 2010 Salı Saat 09:05
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
“Hakikat arayışı ‘ŞİRKET’ olarak da değerlendirebileceğimiz
sermaye-bilim-iktidar üçgeninde somutlaşan oyunun adıdır. Bu oyunun dışında her
hakikat arayışı ya sistemin düşmanıdır, yok edilir ya da içlerine çekilerek
eritilmeye çalışılır. (Abdullah Öcalan Demokratik Uygarlık Manifestosu)
Bilimsel bilgilerin çalışma hayatında kullanılıyor olmasının
yarattığı etkinlik ve verimlilik, bir taraftan üretim güçlerinin iktidarını
artırırken, diğer yandan da sermayeye bağlı yönetim mekanizmasının örgüt
içerisindeki konumunu daha fazla tahkim etmektedir. Bilimsel bilginin yarattığı
iktidar dalgasından en fazla yararlananlar arasında ekonomik faaliyetleri
yürüten şirket ve organizasyonlar olduğu gibi , bundan sonra bilimin
nimetlerinden yararlanan ikinci önemli aktör 19. yy başlarından itibaren
giderek büyüyen ve güçlenen ekonomik iktidar öbeklerinin hakimiyeti altına, hiç
olmazsa denetimi altına giren merkezi devletlerdir. Geniş toplumsal kesimlere
karşı görünüşte yapılmıyor olarak gösterilse de, şirketlere ve ekonomik
organizasyonlara yönelik, asayiş ve güvenlik başta olmak üzere, idari, mali,
eğitim, öğretim faaliyetlerine dair
ihtiyaçlarının büyük bir kısmı merkezi devlet tarafından üstlenilmiştir. Başta
İngiltere, Felemenk ve ABD gibi büyük şirketlere sahip ülkeler, dünya
üzerindeki küresel sömürge imparatorluklarının sonucunda kurulmuşlardır.
“Bilimi aşırı disiplinleştirerek iç bütünlüğünü ve anlam
gücünü parçalamak, fili kıllarıyla, ormanı ağaçlarla izah etmektir. Aşırı
parçalanan bilim hem kolay iktidara bağlanır hem de teknolojiye dönüşüp karlı
bir alan haline getirilir. Artık bilmenin amacı hayatın asıl anlamını keşfetmek
değil, para kazanmaktır. Bilim-bilge çizgisinden bilim-güç-para çizgisine
geçilmiştir. Bilim-iktidar-para (sermaye) modernitenin yeni kutsal
ittifakıdır. (Abdullah Öcalan
Demokratik Uygarlık Manifestosu)
Bilimsel bilginin, pratikten teoriye teoriden pratiğe katkı
sağlama şeklindeki helezonik gelişme modeli sonucunda, her çağda itici bir güç
olup, kendinden önceki döneme göre daha büyük bir iktidar yarattığı
bilinmektedir. Ancak, bilimin yol açtığı güç ve iktidar konusunda 19.yy’dan
sonra başlayan sosyal bilimler alanındaki bilimsel gelişmelerin yarattığı
katkının miktarı ve derecesinde de, önceki zaman dilimlerine göre giderek artan
bir eğilime sahip olduğu apaçık görülmektedir. Doğa bilimlerindeki artışların
pratiğe uygulanmasıyla teknolojik gelişme büyük bir ivme kazanırken, teknolojik
gelişme ve destekleyici faktörlerle birlikte, ekonomik faaliyetlerde de çok
büyük bir kar ve sermaye artışı ortaya çıkmıştır. Buna karşılık 19. yy
itibarıyla sosyal bilimlerdeki gelişmenin ortaya çıkardığı bilimsel bilginin
pratiğe uygulanması sonucunda, başta devlet olmak üzere, ekonomik kaynakların
işleticisi şirketlerin yönetim ve organizasyonlarında dev adımlar atılmaya
başlanmıştır. Bilimsel faaliyetlerin gelişiminin yarattığı katma değerden,
bütün toplumsal sınıflar ile her çeşit toplum, piyasa ekonomisi imkanlarının
ölçüsünde yararlanıyor olmakla birlikte, gerçekte bilimsel araştırmaların
sonuçlarından en fazla sermaye sınıfına dayanan toplumlar ile her türlü
yönetici sınıf yararlanmıştır. Bu anlamda ‘bilgi çağı’ ve ‘bilgi toplumunun’
güç ve iktidar merkezi, büyük ölçüde ‘bilgi yöneticisi’ ‘şirket’ ve ‘devlet’
ittifakıdır. Bu ittifakın temsil ettiği güç ve iktidarın toplumsal süreçler
üzerindeki etkileri, hangi rejim olursa olsun giderek yoğunlaşmaktadır.
Kapitalizm ile ittifak halinde gelişen devlet aygıtı, devlet başkanlığı,
hükümet ve yürütme erkinin aracı olan iradeyi, silahlı kuvvetleri, adaleti, mahkemeleri
ve eğitim-öğretim süreçleri gibi birimleri ile çoğunlukla egemen sınıfın
çıkarlarını ve iradesini temsil etmektedir. Bilimin kazandırdığı teknolojinin
imkanlarıyla oluşan yeni güç ittifakından sermaye sınıfının ve onların
şirketleri, toplumsal süreçlerin temel eğitim ve iletişim kanallarını denetim
altına alırken devlet ise büyük bir askeri güç ve organizasyon ile çeşitli
eğitim ve öğretim faaliyetleri üzerinde bu güç dalgasının etkilerini bir
şekilde yansıtmaktadır. Çünkü kapitalizmin bilim yoluyla elde ettiği kazancın,
kendi ekonomik değerinden çok daha fazla mali, idari, siyasi ve kültürel bir
güce dönüşmesi ancak devlet ile özdeşleşmesiyle mümkün olmaktadır.
İktidarın bilim üzerindeki etkileri
Bilimin yarattığı araçlardan yararlanmak suretiyle her
iktidarın, kendi gücünü tahkim etme ve pekiştirme imkan vardır. Tarihsel süreç
içerisinde, çeşitli iktidar mensupları ile egemen sınıflar, kendi çıkar ve
egemenliklerini sürdürmede bilimi bir araç olarak kullanmışlar ve bilimsel
faaliyet sonuçlarını kendi lehlerine istismar etmişlerdir. Ayrıca, bilimin
özgün ve özgür çalışmalarla gerçekleşen bir süreç olmasına rağmen, hem tarihte
hem de günümüzde bir takım inanç grupları ve çeşitli totaliter sistemler
(faşizm, nazizm, komünizm, kapitalizm, liberalizm ve teokrasi gibi) insanların
ve toplulukların özgünlük ve özgürlüğünü kısıtlayıp, denetim altına alma
yoluyla kendi ideolojilerini yayma ve yerleştirme amacını gütmektedirler.
Dolayısıyla da bu amaçların gerçekleşmesinde bir araç veya amaçlarının gerçekleşememesinde
bir engel olarak gördükleri bilim insanları üzerinde çok ciddi baskı ve
zorlamalara başvurmaktadırlar. Ancak, kapitalizmin bilimle ilişkisi, önceki ve
sonraki zamanların yer yer gözüken bilim istismarlarına göre, çok daha geniş
kapsamlı ve karmaşık bir durum arz etmektedir.
Kapitalizmin, özellikle ‘küreselleşme’ adı verilen bir
boyuta ulaşmasında, objektif bilimsel faaliyet sonuçlarından etkili ve başarılı
bir şekilde yararlanıyor olmasının yanında, bu ölçekte bir etkinliğe
ulaşmasında bir kısım ‘bilimsel faaliyetleri’ kendi ideolojik ilke ve
hedeflerinin gerçekleşmesinde birer ‘ ideolojik aygıt’ gibi kullanmasının da
önemli bir payı olduğu görülmektedir. Kapitalizmin ideolojik hedeflerine
ulaşmasında, bilimsel bulgular yanında bir kısım sosyal bilim disiplinlerinin
yanılsatıcı ve büyüleyici manipülasyonları da çok etkili rol oynamıştır.
Anthony Giddens, temelinde ‘akılcılaştırmacı’ ve ‘dünyevileştirmeci’ Pozitivist
bilim anlayışı olan modernliğin, sanayicilik, kapitalizm, savaşın endüstrileşmesi
ve yaşanılan hayatın tüm yönlerinin denetimi şeklinde dört önemli boyuttan
meydana geldiğini iddia etmektedir. Ayrıca, böyle bir modernlik anlayışının,
bütün dünyayı dünyasal bir askeri düzene götürdüğünü ifade ederek, bütün bu
oluşumların da denetim sistemlerini merkezileştiren zengin ülkelerin
devletlerinin yardımıyla sürekli bir küreselleşmeye yol açmakta olduğunu
eklemektedir. Kuşatıcı, akıllaştırıcı ve modernleştirici süreçler, önünde
sonunda, gücü ve iktidarı denetiminde tutan kapitalist seçkinlerin, ticaret ve
işletmelerin örgütlenmesi ve sömürgecilik yoluyla dünyanın geri kalanı üzerinde
büyük bir egemenlik tesis etmelerini kışkırtmaktadır. Modernliğin, genellikle
kapitalizmin himayesindeki pozitivist bilim yaklaşımına dair araştırma yöntem
ve tekniklerine dayalı olarak elde ettiği bilimsel bilgiler, esas itibarıyla
‘bilinmeyeni bilmek ve tanımak’ amacının dışında, güçlü ve egemen sınıf ve
toplumların, diğer sınıf ve toplumlar üzerindeki tahakküm aracına
dönüşmektedir. Kapitalizmin, bilimsel faaliyetlerin sonuçlarından objektif
olarak yararlanarak büyük bir ekonomik iktidar yaratmasına karşılık ‘her
iktidar kendi bilgisini üretir’ mantıksal çıkarımından hareketle bu iktidarın
kendini yaratan ‘bilimi’ de birer iktidar aracı olarak kullanmaya başladığı 20.
yy boyunca bilimsel bulgular ile savaşlar arasındaki ilişkilere bakılarak açık
bir şekilde görülebilir.
“Bilimsel yöntemde ‘nesnellik’ kavramını yeniden ve çok
derinlikli olarak yorumlamak gerekir. Analitik düşünce dışında, insan bedeni de
dahil, tüm doğanın (canlı ve cansız) nesne olarak tanımlanması, esasta
kapitalizmin doğayı ve toplumu sömürüsünde ve tahakküm altına almasında kilit
bir işleve sahiptir. Özne ve nesne ayrımını derinleştirmeden ve büyük bir
meşruiyete kavuşturmadan, yeniçağa ilişkin zihniyet dönüşümü sağlanamaz. (Abdullah Öcalan Demokratik Uygarlık
Manifestosu)
Bilimsel faaliyetlerin, özellikle I. Dünya savaşı ile II. Dünya savaşından sonraki dönemlerde artan
bir eğilimle kapitalist sistemin himayesine ve yönlendirmesine doğru yöneldiği
görülmektedir. 19. yy Avrupa merkezli klasik dönemdeki ilerlemeci düşünce
sistemi yalnızca Batı’nın mevcut gelişmişliğini sorun ediyor, Batı dışı
topluluklar açısından mevcut statülerinin dışında başka bir rol
öngörmüyorlardı. Oysa, II. Dünya savaşı sonrasında kapitalizmin merkez üssünün
Amerika’ya kaymasıyla birlikte, Batı dışı toplumların da mevcut sömürge
statülerinin daha bağımlı bir hale getirilmesi maksadına uygun olarak onların
da geliştirilebileceği yönünde iddialı tezlere ortaya atıldı. Bu çerçevede,
özellikle II. Dünya savaşı sonrasında
Batı dışı dünyanın, ABD merkezli Batı’ya eklemlenecek tarzda geliştirilmesine
dair ‘bilgi üretimine’ hız kazandırıldı. Savaş sonrasında, her yönüyle Amerikan
merkezli Batı çıkarları etrafında örgütlenen uluslar arası kuruluşların, görünürdeki hedefleri ne olursa olsun gerçek
ve gizli niyetleri azgelişmiş toplumların ‘geliştirilmesi’ problemine dair
yoğun çaba göstermeleridir. Savaş sonrasında, Batı sosyal bilimleri içinde
azgelişmiş toplumlarla ilgili sorunsalın büyük bir yere sahip olmasının asıl
nedeni de bunlar için üretilen ‘bilimsel bilgiler’ yoluyla onların uygun
sömürgeler haline getirilmesi niyetiydi. Böylece, sosyal bilimler alanında,
modern bilgi üretiminde klasikleşmiş bir tarz olan disiplinler uzmanlaşmaya ek
olarak, disiplinler arası yaklaşım ile ‘bilgesel araştırmalar’ şeklinde yeni
çalışma alanları ortaya çıkmıştır. ‘Bölgesel araştırmalar’ aslında,
kapitalizmin himayesinde ‘bilginin’ siyasileşmesi ve ideolojik bir tarza
bürünmesinde önemli bir aşamaya gelindiğini göstermektedir. Bölge
araştırmalarının kökenindeki siyasi motivasyon çok açıktır. ABD, kazandığı
dünya çapındaki yeni ideolojik rol bağlamında özellikle ABD çıkarları
bakımından etkili olabilme potansiyeline sahip olan farklı bölgelerin, güncel
gerçekleri hakkında bilgiye ve uzmana daha fazla ihtiyaç duymuştur.
Kapitalist ideoloji ile bilimsel faaliyetler arasındaki
sınırların giderek aradan kalkmasıyla özellikle ticari, ekonomik, sosyal ve
kültürel süreçler ile ilgili bilimsel disiplinlerde bilimin olmazsa olmaz
şartlarından biri olan objektiflik kriterinde çok büyük sapmalar meydana
gelmeye başlamıştır. Modern bilimin özünde, objektiflik ilkesi vardır ve bu
ilke gereği tek tek bilim insanları bakımından, kişisel inanç ile ideolojik
tercih ve eğilimlerinin reddedilmesi söz konusudur. Ancak, kapitalizmin
bilimsel faaliyetlerle aşırı içli-dışlı olması, hatta bilimin kapitalizme ‘iç
güvey’ olması, bilimin giderek ideolojikleşmesi durumunu yaratmıştır. Bu
bağlamda, günümüzde bilim öylesine standartlaşmış ve tek tip ölçülere
indirgenmiştir ki, bilim insanlarına düşen sadece onları onaylamak ve uygulamak
zorunda kalmaktır. Kapitalizm ile bilgi arasındaki geleneksel bilgi-iktidar
ilişkilerinin dayandığı karşılıklı etkileşimin, aşırı güç farklılığından dolayı
bilimin, kapitalizmin bir aracı durumuna doğru indirgenmesinde en etkili olan
nedenlerden birisi, bilimsel araştırmalar ve incelemeler ile ekonomik temelli
projelerin büyük miktarda paralarla fonlanmasıdır. II. Dünya savaşı sonrasındaki
Amerikan merkezli Batı’nın sahip olduğu dev şirketlerin teknoloji, üretim ve
yönetim süreçleri, Pazar ve ürüne yönelik yenilik politikaları için
harcadıkları büyük fonlar ile zengin ülkelerin ulus-devlet stratejilerinin
büyük ölçüde askeri organizasyonlara dayalı olmasından kaynaklanan AR-GE
çalışmaları yüzünden ‘bilgi’ ile ‘kapital’ birbiri ile daha fazla özdeşleşmeye
başlamıştır.
Sonuç
“Uygarlık toplumu gerek kendi içinde, gerek farklı
uygarlıklar arasında esas olarak çatışma üreten bir yapılanmadır. Bu
yapılanmanın üretildiği anlam ve amacı, dayandığı sınıflaştırma, bunun için
baskı, istismar, sürekli yanıltma ve perdeleme gerçekliği, neden sürekli
çatışma üreten karakterde olduğunu açıklamaktadır. İktidar ve sınıflaşmanın
kendisi çatışmadır. Bunun içte ve dışa karşı cereyan etmesi özünü
değiştirmemektedir. Uygarlıkları vasıflandırarak da özünü değiştirmek, farklı
özdeymiş gibi yansıtmak gerçekçi görünmüyor. Savaşçı-barışçı, tek tanrılı-çok
tanrılı, verimli-verimsiz, kültürlü-cahil, aynı kavimden-farklı kavimlerden
oluşları özselliklerini değiştirmez. Yönlendirici gücü dünyanın tamamını
fethedinceye kadar kendini görevli sayar. Cihan gücü olmak bünyesel bir
hastalıktır iktidar kaynaklıdır. Genişlemesi durduğu an gerilemeye başlar.
Bunun sonu normale çekilmek değil, yıkılıştır. Çünkü tüm iktidar sistemlerinin
normali yoktur. (Abdullah Öcalan Demokratik Uygarlık Manifestosu)
Evrensel/tikel diyalektik, analitik olarak düşünülmeyip
söylem düzeyinde ele alındığı sürece, bilginin evrensel veya tarihsel karşıtlığı
içinde ele alınması durumunda ya diyalektiğin bir tarafını ya da öbür tarafını
vurgulayan yaklaşımlar, yeni çözümsüzlükler, yeni tahakküm biçimleri, iktidarı
meşrulaştırma tarzları üreteceklerdir.
Bu diyalektik içerisinde kalındıkça, sanki düşünceler olgulardan, bu dünyadan
ayrı onları dile getirenlerde peygambermiş gibi görülmekte diyalektiğin diğer
tarafından bakıldığında ise, düşünce bir kez dile getirildikten sonra zaman ve
mekandan, onu üreten insandan bağımsız bir evrensellik taşımıyormuş gibi
görülmektedir. Oysa, her türlü bilgi bir şekilde iktidarla ilişkili değil,
iktidar kavramına içkindir. Kavramlar, yaşamın üretildiği maddi yaşam
koşullarından kopmamalıdır.
Bilim gelmiş-geçmiş bütün uygarlıklar üzerinden günümüze
kadar, insan hayatına çok önemli katkılar yapmıştır. Diğer canlıların, sadece
genetik yapılarına bağlı olarak yaşamaları, onların yaşam biçimlerinde yeni bir
artı getirmemiştir. İnsanlar ise ‘bilgilenmeye’ bağlı kültür süreçleri
sayesinde, yeryüzünde görünmeye başladıkları zamandan bu zamana kadar çok ciddi
bir birikim yaratmışlardır. Bu birikimin oluşumunda, birçok bilgi kaynağının (
vahiy, bilim, inanç, sanat, felsefe, ahlak, gündelik-teknik bilgiler ile
yararlanabilir popüler bilgiler vb.) içerisinde en somut ve yaygın katkıyı
sağlayan hiç şüphesiz bilimsel bilgidir. Bilimin, üretken ve yaratıcı
nitelikteki kültürel ürünler ortaya koyması, kendi çalışma alanı içerisindeki
doğruya ve gerçekliğe dayanmasına bağlıdır. Bir anlamda, bilimsel bilgi
doğadaki ve toplumdaki doğru ve gerçekliği tespit ettiği ölçüde insanların
çoğunluğu için yararlanılabilir kültür yaratma potansiyeline sahip olmaktadır.
Bilimin, belirli bir inancın, ideolojinin veya otoritenin güdümünde olması,
bilimin özündeki ‘objektifliği’ ortadan kaldırdığı gibi böyle bir durum bilimin
sonuçlarından insanların çoğunun yararlanabilme potansiyelini de azaltmaktadır.
Ayrıca, tarihsel süreç içerisinde, görülmüştür ki belirli bir otoritenin
emrindeki bilimin yıkıcı ve tahripkar yönü, iyileştirici ve yapıcı niteliklerinden
daha fazla olmaktadır.
Bilimsel bilgi ve faaliyetlerin getirileri ve katkılarıyla
ortaya çıkan uygarlık gücünden, her toplum, her inanç grubu, her ideolojik
akım, her sosyal sınıf, imkanları ve kapasiteleri ölçüsünde yararlanmıştır.
Ancak, bilimsel faaliyetlerle elde edilen teknolojik donanım ile sosyal
organizasyon ve benzer yapılanmalardan en ‘karlı’ çıkan kesim, kapitalist
çevreler ve çoğunlukla bu kesimin işbirlikçisi gibi hareket eden yönetici sınıf
olmuştur. Hatta, kapitalizm ‘bilimin’ yarattığı gücü ve iktidarı kullanmak
suretiyle sermaye sahipleri ve müttefiki yönetici sınıfın çıkarlarını
‘evrenselleşme’ büyüsü altında ‘küreselleştirmeyi’ bütün dünyaya dayatma
eylemini sürdürmektedir. Kapitalizmin gücünü aşırı bir şekilde arttırmasıyla
birlikte, ne yazık ki iktisat-işletme ve yönetim bilim dalları, niyetleri ne
kadar iyi olursa olsun, kapitalizmin güdümünde kalmıştır. Kapitalizm ile
birlikte ‘küreselleştirme’ sürecine katılan merkezi devletlerin aşırı
müdahaleci tavırlarının etkisiyle toplumsal ve bireysel süreçleri inceleyen
davranış bilimleri, psikoloji, sosyoloji, siyaset bilimi ve halkla ilişkiler
gibi disiplinler de bu yöndeki ideolojik dalgaların etkisi altında kalmaktadır.
Bilimin, bilim olma ‘şeref’ ve ‘haysiyeti’ sonuçlarından, güçlü-zayıf,
zengin-fakir ya da başkaca bir ‘ayrım’ olmaksızın bütün insanlık için
yararlanabilir ve kullanılabilir olmasıdır. Büyük ölçüde bütün dünyayı saran
şiddet dalgasına karşı en önemli tedbirlerden biri de, her tür sorunun
çözümünde ‘insanlık’ ülküsüne dayalı bilimsel bilgileri kullanmaktır. Bu
anlamda, özellikle sosyal bilimlerin, başta kapitalizm olmak üzere her türlü
otorite ve iktidar ayartıcı ya da baskıcı etkilerinden arındırılması bir
zorunluluktur.
Ali Rızgar
Kürdistan
Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org
– www.lekolin.net – www.lekolin.info