Bilindiği gibi AKP-MHP faşist ittifakı 7 Haziran 2015 seçimlerinin hemen ardından fiili oluştu ve 1 Kasım darbesi ile iktidarı gasp etti. O tarihten günümüze iktidarda olan bu koalisyon görünürde AKP ve MHP’den oluşuyor olsa da Ergenekoncu olarak ifade edilen Beyaz Türk Faşizminin bir kanadı baştan itibaren bu faşist ittifakın önemli saç ayaklarından birini oluşturduğu da aslında herkesin bildiği sır durumda. 15 Temmuz Girişiminin ardından ise bu kliğin iktidardaki özgün ağırlığı olabildiğine arttı. Önderlik 2019 yılında yapılan görüşmelerin birinde 15 Temmuz’un Erdoğan’ı teslim alma anlamında başarılı olduğunu ifade etmesini de bu bağlamda düşünebiliriz. Kürt düşmanlığının mayasını oluşturduğu bu ittifak baştan itibaren bu farklı iktidar tekellerinin bileşkesinden oluşuyordu fakat hiçbir zaman ittifak arası çelişkiler azalmadı. Zaman zaman gürleşen bu çelişkiler çözülmekten ziyade tarafların devletin bekası sorunu olarak ifade ettikleri, gerçekten de TC devletinin varoluş çekirdeği olan Kürt soykırımı hedefi nedeniyle bu sorunlar halı altına süpürüldü. Fakat zıtlıklar her zaman vardı ve bugünde zaman zaman görünür hale gelecek şekilde alevleniyor.
Faşist iktidarın verdiği bütünsel imgeye karşın bugünde gözlemeyebildiğimiz çelişkilere gelmeden önce Türk Devlet faşizminin üç türevinin kutsal ittifakının temellerine yani neredeyse 100 yıldır farklı bir tarihsel izlekte hareket eden ve bazı dönemlerde ölümüne bir iktidar mücadelesine girişen Beyaz, Kara ve Yeşil faşist hareketlerin nasıl bir araya geldiğine bakmamız gereklidir. 2015 yılından itibaren iktidarı elinde tutan faşist ittifakı salt klasik bir koalisyon hükümeti olarak ele almak oldukça yanıltıcı olacaktır. Türk devlet geleneğinde ne bu kadar uzun süreli koalisyon vardır ne de yetki paylaşımına dayalı bir hükmetme tarzı söz konusudur. Bu nedenle bu hükümeti ne dengeleri, ortakları sürekli değişen ince iple bağlı 1990’ların koalisyonlarına ne de 1970’lerin sosyalizm ve demokrasi mücadelesinin gelişimine refleks olarak ortaya çıkan ve bu mücadeleyi ezme motivasyonu dışında bir ortaklık açığa çıkaramayan gevşek ve kısa ömürlü Milliyetçi Cephe hükümetlerine benzetebiliriz.
İttihat ve Terakki’den türeyen üç faşist varyant “devletin bekası” olarak ifade ettikleri temel bir tehdit karşısında Erdoğan’ın liderliğinde(bu liderliğin şekilsel mi belirleyici mi olduğunu aşağıda sorgulayacağız) stratejik bir birliktelik oluşturmuş ve devleti ele geçirip yeniden onu yeniden örgütlemeye girişmiştir. Ve bu sürecin hem olmazsa olmazı hem de temel niteliği Kürt soykırımını nihayete erdirmektir. Fakat Kürt soykırımına mecbur olmalarını Kürt düşmanlığının Türk faşizminin ruhu olmasından öteye bir anlam taşıdığını belirtmemiz gerekir. Yani özgürlük hareketini ve onun şahsında özgür Kürdü tümden dört parça Kürdistan’da ortadan kaldırma zorunluluğu hem onları bir arada tutan harçtır, hem de gerçekleştirmek için bir araya geldikleri yeni faşist devlet inşasının temel adımıdır. Faşist yeniden inşa açısından Kürt soykırımının iki boyutu vardır. İlk boyut her şeye rağmen faşist ittifakın hala devletin temel çekirdeği anlamına gelmemesiyle bağlantılıdır. AKP-MHP faşist ittifakı bu alanda attığı adımlar azımsanamayacak boyutta da olsa devleti tam anlamıyla ele geçirmiş değildirler. Bunu yapabilmeleri tümden yeniden inşayı gerçekleştirmeleri ilgilidir. Bunun önündeki diğer engeller bir yana bu kurumsallaşma homojen bir toplumsal dönüşümü gerektirmektedir. Türk devletinin çekirdeği kısa süreli iktidar hesapları ya pratik değişimlerle etkilenecek bir nitelikte değildir. Bu toplumsal dönüşümün önündeki temel engelin özgürlük hareketi olduğunu ise anımsatmaya gerek yok. İkincisi TC’nin kuruluşu ve emperyalist devletler tarafından dizaynı 20. yüzyıldaki Kürt soykırımı üzerinden bina edilmişti. Yeni inşanın da bunun güncellemesi ve yeni şekline hegemonik güçlerden bu temelde bir onay alması gerektirmektedir. Bu açıdan Kürt soykırımı faşist ittifak için hem ideolojik hem de pratik bir meseledir. Bu nedenle hükümetin Bakur, Başur ya da Rojava’daki saldırılarını konjonktürel nedenlerle ara vermesi söz konusu olabilir fakat durdurması ya da mevcut durumla sınırlı kalması mümkün değildir.
Bu ittifakın tüm tarafların için anlamını da ele almak gerekir. AKP tek başına iktidara geldiği 2002’den bu yana devlet bünyesindeki ittifaklarla kendini var ediyordu. AKP’ye baskın olan menfaat ekseni nedeniyle ideolojik olarak güvenebileceği bir kadro rezervi yoktu, hala da yok. Fakat iktidarını sürdürmesi daha baştan iktidar olabilmesi için devlet bürokrasinde yer alan kadrolara ihtiyacı vardı. İktidarın ilk döneminde ana müttefiki olan Fethullahçıların ise bu kaynağı vardı, bunun da ötesinde zaten temel kendilerini yaşatma biçimi devlet kademelerinde köşe başları tutmaktı. Bu yapı ile boğaz boğaza geldiğinde acil müttefik arayışına girdi. 17-23 Aralık 2013 operasyonlarından itibaren Ergenekonculara yanaşmaya başladı. Her ne kadar topyekûn bir çatışma yaşadığı ana damar Beyaz Türk faşistlerini ikna etmek kolay olmasa da bu kesimde olabildiğine güçsüzleştiğinin farkındaydı. Ana dayanakları olan ABD’nin desteğini onlardan Fethullahçılara yönelttiğini zindanlarda yakından görmüştüler ve tekrardan iktidar pastasından pay almaya hazırdılar. Fakat Ergenekoncular Yeşil Türkçü faşizmin ana damarı haline gelen AKP’den nefret ediyorlardı, hala da ediyorlar. Nefret kelimesi ile anlatılmak istenen tekeller arası rekabetin dışa vurmasıdır yoksa duygusal bir refleks değil. Tarihsel arka planı görmezden gelinmeyecek bu mücadele bir yana yakın dönemde Fethullahçılar eliyle uğradıkları kıyımın kaynağı AKP’ydi. Bugünkü çelişkiler de hala bu çerçeve de sürmektedir. İki tarafta bazı karşılıklı olarak bazı hareketleri sineye çekmektedirler çünkü ortak bir hedefleri vardır; tüm mekanizması ile tıkanan daha doğrusu özgürlük hareketinin temelden sarstığı TC’yi bu sefer bölgesel bir hegemonik devlet olarak Kürt soykırımı temelinde yeniden örgütleyebilmek. Yeni devleti bölgesel emperyal bir güç halinde organize etmek istiyorlar. Bu hayalin rafine halini faşizmin Libya politikasında görebiliriz. Ergenekoncular AKP’nin ve aslında Erdoğan’ın kitle desteğine gereksinim duyuyor, Erdoğan’da onların yönetim ve savaş birikimlerine. Karşılıklı bağımlılık çok tahmin edilmeyen birlikteliği mümkün kılıyordu ama bu ortaklık yapısal kırılganlığı aşabilmiş değil, hala.
AKP için MHP ile kurulan ittifak ise AKP de, MHP de “Türk İslam Sentezi” denilen ve ortak faşist paradigmadan dolayı kısmen daha kolay gerçekleşti. Bu iki eğilimin siyasal temsilcileri 1970’lerde Milliyetçi cephe hükümetlerinde yan yana gelmiş, 1991’de de kısa süreli de olsa seçim ittifakı yapmıştı. Bu nedenle AKP’nin Kürt düşmanlığını ilan edip MHP’yi önce dışardan sonra ise doğrudan iktidara ortak etmesi iki taraf için de zorlayıcı olmadı. 2002-2011 arası dönem MHP ağırlıklı olarak Beyaz Türk faşizmin yanında dursa da esasta tarafsız kalmıştı. Yine de bu mutlak bir tarafsızlık değildi, başörtüsü yasağı ya da cumhurbaşkanını halkın seçmesini öngören referandumda AKP’nin, 2010 referandumu gibi tüm kritik konularda ise Beyaz Türk faşizminin yanında durmuştu.
Kaldı ki Kara faşizmin temsilcisi MHP halkın desteğinin cılızlığına karşın tarihinde olmadığı kadar belirleyici oldu. Bu açıdan bu ittifakın hem en çok kazananı hem de sürekli sürmesine en çok uğraşan tarafın MHP olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu nedenle faşizmin iki ortağı arasında bazen tartışmalar çıksa da bu çelişkiler çok kısa sürede aşılmaktadır. Faşizmin ana çatlağı AKP ile MHP arasında değildir, ancak ana çatlak buradaki farklılıkları da tetikleyebilir. Nitekim MHP’nin çizgisine gelen ve onun programını uygulayan AKP’ydi. AKP faşist hareketler için temel bir damar olan sokağı terörize edecek bir örgütlenmeye, buna yönelik çabaları olsa da sahip değildi. Hâlbuki MHP’nin özü zaten buydu. Erdoğan’ın Kürdistan’da doğrudan polis ve çetelere dayandırdığı faşist terörünü Türkiye genelinde, kendi paramiliter örgütlenmesini geliştirse de, MHP ile birlikte yapma ihtiyacı vardı. İkincisi devlet içinde yoğun bir tasfiye giderken bunların yerine getireceği güvenebileceği personel ihtiyacı vardı. MHP’nin yıllardır devlet bürokrasisi içerisinde yer alan ve faşist zihniyetini sürekli yeniden üreten bir kadro kaynağı vardı. Ergenekoncu klik ise hem sivil hem de askeri bürokraside yer alabilecek insanlara sahipti. Fakat AKP bu kliğe ancak kısmen güvenebilirdi. MHP, AKP sayesinde kabuğundan çok daha büyük (zaman zaman AKP içinde tartışmalar yaratacak kadar büyük) imkânlar elde ediyor. AKP’nin ise sürekli iktidardan düşme ürkekliğini, MHP sayesinde devlet içinde sağlam bir basamağa sahip olduğunu düşünerek dindirebiliyor. İç savaş olasılığında da MHP’yi bir tür sigorta olarak görüyor. AKP’nin zamanla bir siyasi partiden çok Erdoğan’ın rant dağıtımını organize eden bir aile şirketine dönüştüğü düşünülürse sağlam bir dala ne kadar muhtaç olduğu daha iyi anlaşılır. Erdoğan eşitler arası birinci konumundan reisliğe, şefliğe yükselirken AKP’yi birlikte kurduğu birçok ismi öteleyerek güçlenirken, AKP bir o kadar vasıfsızlar, asalaklar örgütlenmesine dönüşüyordu. Asalaklar alkış için işlevseldir fakat devlet bunlarla yönetilemez. Bunu en iyi anlayanlardan birinin de Erdoğan olduğunu ifade etmek gerekir.
Bu çerçevede düşünüldüğünde devlettin çekirdeğini oluşturan neredeyse ama “neredeyse” her kesimin AKP-MHP faşizmine onay verdiği ifade edilebilir. Faşist hükümet gücünü buradan almakta, buna dayanarak topum üzerinde ciddi bir baskı uygulayabilmekte, Kürt halkına yönelik saldırılarını hem içerik hem de coğrafik olarak çeşitlendirebilmektedir. Tüm zorlamalarına, zayıflığına rağmen her seferinde bir şekilde ayakta kalması zaten devletin olanaklarına ve iktidar seçkinlerinin çoğunu en azından zımni desteğine sahip olmasına borçludur. Fakat bu destek kalıcı, sürekli bir hal almamıştır. AKP-MHP faşizmi geçen 5 yıla karşın devletin arka koridorlarını kendisi için bir “gül bahçesine” çevirebilmiş değildir. Bunun ilk nedeni bahsettiğimiz Beyaz Türk faşizmi ile yapısal çelişkidir, bunun üstü örtülebilse de çözülmesi söz konusu değildir. İkincisi AKP-MHP iktidarının devletleşmesi klasik TC yapısının ortadan kalkması anlamına gelecektir ve buna farklı nedenlerle izin vermek istemeyen kesimler varlıklarını korumaktadır. Devletin hem fiziki yapısının hem de hukuki alt yapısının mevcut faşist keyfilik karşısında allak bulak olduğu doğrudur lakin başkanlık sistemi dedikleri bu çapraşık yapının tutarlı bir mekanizmaya dönüşemediği AKP’lilerin bile zaman zaman dilendirmek zorunda kaldığı bir hakikattir. Asıl belirleyici olan bu olmasa da hem klasik sermaye kesimlerinin hem de yeni gelişen bir zamanlar Anadolu kaplanları denilen kesimin AKP-MHP hükümetinin ekonomik açmazı aşabileceğini düşünmemesi farklı arayışları olması bu çelişkilerin daha da artmasına en azından zemin sunmaktadır.
Oluşan bu iktidar blokunda Erdoğan’ın rolü yaşamsaldır fakat bu rolde tüm iplerin Erdoğan’ın elinde mi olduğu yoksa bir tür simgeye mi indirgendiği tartışılabilir. Erdoğansız bu faşist bloklaşmanın gerçekleşebileceğini iddia etmek için çok fazla bir gerekçe yoktur. Faşizme içkin tek şef hiyerarşisi ve görüngüsünün AKP-MHP faşizmine yansımasında “Reis” Erdoğan vardır. Fakat bu Erdoğan’ın mevcut faşizmin “Führer”i olduğu anlamına gelmez. Yani yine saf faşizm örneği olarak Nazi Almanya’sındaki Hitler konumuna bakarsak Erdoğan’ın onun gibi tüm sistemi kendinde somutlaştıramadığını görürüz.( Nazi Almanyası kendini lider devleti(Führerstaat) olarak tanımlamıştı. Klasik Alman elitlerinin(Junkerler) kalesi konumundaki ordu doğrudan Hitler’e bağlılık yemini etmek zorunda bırakılmıştı.) Faşizmin birçok örneğinde şef ile faşist hareket arasında varoluşsal bağlar vardır. Erdoğan bunu çok istese de birçok nedenden dolayı bu role yükselebilmiş değildir. Rant dağıtımında musluk başını Erdoğan tutuyor olabilir fakat kendi geleceğine bile sadece kendisinin karar verdiği tartışmalıdır. Öncellikle faşizmin gündelik kararlarında Bahçeli’nin çok daha etkili olduğu bellidir. Ayrıca iktidar odakları Erdoğan’ın arkasında tek bir amaç için sıralanmış olsa bile bu faşist eğilimler arası çelişkilerin çoğunun da onun şahsında somutlaştığı görmezden gelinemez. Beyaz Türk faşizmi Erdoğan’ın liderliğini kabul etmiş olabilir ama biat etmiş değildir. Bu tali bir sorun olarak görülebilir fakat bu paradoks sadece faşizmin ayakları yere sağlam bastığında önemsizdir. Faşizmin düşüş evresinde yani güncel dönemde bu oldukça kritik bir duruma gelmiştir. Erdoğan birçok açıdan bu faşist iktidarın güçlü yanını temsil ettiği gibi onun sınırlarını zayıflığını ve yüzeyselliğinin de simgesidir.
2020 yazı itibariyle bu çelişkilerin daha yoğunlaştığını ifade etmek yanlış olmaz. Buna dair genel teorik çıkarsanımların ötesinde görünür verilerin olduğunu söyleyebiliriz. Bu açıdan yorumlanması gereken birçok gelişme Haziran ayının başında yaşandı. Bunlardan en önemlilerinden biri Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanı Cihat Yaycı istifasıydı. Bu kişi Beyaz Türk faşizminin tüm türevleri tarafından sahiplenilmesi ve bu istifanın ardından “FETÖ” bahanesi ile Deniz Kuvvetlerinden çok sayıda askerin tutuklanması önemli bir çatlağa işaret ediyordu. İktidara yakın kesimler bu istifayı önemsiz göstermeye çalışarak geçiştirmeyi amaçlasa da bu gelişmenin ardından eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un bir kez daha mahkemeye vermesi bu çelişkinin gizlenemez bir boyutta olduğunu sergiliyordu. Başbuğ’un AKP-Ergenekon çatışmasının zirvesi olarak daha önce tutuklanıp iki yıl cezaevinde tutulduğu hatırlanırsa bu hareketin simgesel anlamı da görünür olur. Yine benzer zamanlarda Oda TV ve Tele 1’den gazetecilerin tutuklanması çelişkilerin yoğunlaştığını tespitini güçlendirdi. Faşizmin en ufak bir eleştiriye karşı zor kullanması rutin olsa da özellikle Oda Tv’nin yöneticilerinden Müyesser Yıldız’ın konumu bu operasyonu farklı kılıyordu. Bu yazar hem Ergenekoncuların çekirdeğine hem de AKP ile kurulan ittifaktan rahatsız olan kesimlerce dikkate alınan bir kişidir. Bu açıdan bu tutuklama Tele 1’den birinin de dahil olması ile açık bir mesaj haline geliyordu. Keza Tele 1 hem CHP içindeki görece demokrat kesimlere hitap ediyor, hem de CHP’den çok daha net muhalif bir yayın çizgisi izliyordu. Bu görünen gelişmelerin yanında Mayıs ayının sonundan itibaren dolaşıma giren darbe söylentilerini bu çelişkiye bağlayan kesimlerde söz konusu. Hatta Erdoğan’ın kendi hükümetinin sokağa çıkma yasağı kararını MİT’in darbe uyarısı nedeniyle son dakikada iptal ettiği yorumları da mevcut. Tüm bunların iktidarın meşruiyet sağlamak için sürekli bir darbe tehdit kurgusu yapması ile bağlantılı olduğunu düşünmek çok yanlış olmaz fakat bu aynı zamanda faşist hükümettin kendini hala güvende hissetmediğini de gösterir. Ordu’daki tasfiyelere neredeyse hiç ara vermemesi de-ki 30 Ağustos’taki Yüksek Askeri Şura’da özellikle Ergenokoncuları hedef alan kapsamlı bir müdahalenin yapılacağı da söyleniyor- bu çerçevede düşünülebilir.
Bu noktada Doğu Perinçek ile simgeleşen Aydınlık çevresinin özgün durumuna da işaret etmek gerekiyor. Yapısı, geçmişi bilinen bu çevre daha çok ittifakın bileşenleri arasındaki köprü rolünü oynuyor. Faşist ittifaktan kazançlı çıkan kesimlerin başında yer alan Aydınlıkçıların faşizme ideoloji argüman üretme işlevini de üstlendiği ve doğrultuda görevlendirildiği kolaylıkla fark edilebiliyor. Tüm TV’lerde sürekli görünür olmaları görevlendirme dışında bir şeyle açıklanamaz. Perinçek’in iktidarın her hareketini onaylayıp gerekçeler üretmesi faşist klikler arası çelişkileri yumuşatma ya da gözden kaçırma isteğinin de işaretidir. Bu onun partisinden bazı köktenci eski askerlerin kopmasına yol açsa bile bu görev doğrultusunda sonuna kadar hareket edeceği açıktır.
Bu noktada AKP-MHP faşizmi zayıflığının görünür olduğu her seferinde olduğu gibi TC’nin neredeyse yüz yıllık tarihinde süreklilik gösteren temel sütunu olan Kürt soykırımını derinleştirerek vakit kazanmaya çalışmıştır. Milletvekillerini yönelik tutuklama hamlesinin yanında asıl olarak Haziran ayının ilk yarısında görünür olan çelişkilerin ardından özellikle Haftanin’e yoğunlaşan kapsamlı kara ve hava operasyonlarının başlaması faşist ittifakın çelişkilerini tekrardan en temel ortak paydaları olan Kürt soykırımına odaklanarak aşmak isteği çerçevesinden de ele alınabilir. Hem içteki zayıflığını gizleme isteği hem de iktidar odaklarını tekrardan birbirine yakınlaştırma isteği bu operasyonların genel stratejilerinin bir parçası olmasının yanında önemli bir etken olarak görülebilir. Bu şekilde çelişkiler ötelenebilmektedir. Kürt düşmanlığı sadece duygusal olarak değil pratik olarak da onları bütünleşmeye götürmektedir. Bu da bize bu cephede kazanacakları her yeni mevziinin onları daha fazla beraber olmaya götüreceği gibi (Nitekim Rojava’daki işgallerin bu tür bir rol oynadığı tartışma götürmez) alacakları yenilginin onları daha fazla birbirine düşüreceğini de göstermektedir. Bu operasyonları ne kadar sürdürebilecekleri ya da başarılı olup olmayacakları ayrı bir tartışmadır fakat bu hamlelerin onlar açısından birçok anlamda yaşamsal olduğu kesindir.
Devletçi iktidarlardan en iddialılarının bile yapısal olarak tek sesli olamayacağı gerçeğinin yanında AKP-MHP faşizmi gibi çoklu yapısı bariz iktidarlarda taraflar arasındaki ilişkiler oldukça önem taşımaktadır. Bu açıdan bu çelişkiler sanki ötelenemez gibi sürekli bir çatışma beklemek doğru olmadığı gibi -nitekim beş yıldır bunu ittifakı yürütebilmektedirler- bu sıkıntıları görmezden gelip homojen ele almakta doğru bir perspektif olmaz. Nitekim artık düşüş evresinde olduğu bariz olan faşizm sonrası bu çatışmaların boyutundan oldukça etkilenecektir. Bu açıdan Önderliğin 2019’ın ikinci yarısındaki hamlelerinin bu çelişkileri artırma boyutu da taşıdığı ifade edilebilir. Öte yandan Önderliğin altını çizdiği “devlet aklı” olgusu ise mevcut faşist ittifakın Türkiye devleti için de büyük bir tehlike arz ettiği gerçeğinin farkında olan etkin bir kesimi işaret etmektedir. Onlarda Kürt düşmanı ve faşist olmakla birlikte mevcut politikaların götürdüğü yeri sezen, bu nedenle farklı biçimlerde politika da geliştirmeye çalışan bu kesimlerin gücünü sınayabileceğimiz çok fazla örnek olmasa da önemsiz sayılabilecek bir bileşen olmadığı kesindir. Çünkü faşist koalisyon bir türlü devletle tam özdeşleşemiyorsa bunun bir sebebi de bu çevrelerdir. En son Barolar yasası ile faşizmin Beyaz Türk Faşizminin daha fazla etkin olduğu Barolara bile tahammül edemez bir duruma gelmiş olması bir yandan zayıflığını sergilerken esas olarak ise hala devlet yapısında hegemonyasını tam kuramadığı anlamına gelir. Bunu başarmış olsa barolara alternatif yaratmaya girişmez bu baroları kendi istekleri doğrultusunda biçimlendirirdi. Özgürlük hareketinin faşizme vuracağı her darbe bu çelişkileri artıracağı kesindir fakat bunun yanında da bu çelişkileri artırıcı daha görünür kılan çalışmalar yürütmek işlevsel olabilir.
Yasin Kılıçkaya
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi