05 Ocak 2017 Perşembe Saat 01:49
Rojava Kürdistan’ı Göç ve İskan Politikaları
Birinci dünya savaşında Osmanlı İmparatorluğu’nun itilaf
devletleri arasında parçalanması sonucu, Suriye devleti Fransa mandasına terk
edilir. 21 Ekim 1921 tarihinde Fransa ile Türkiye arasında Ankara’da yapılan
anlaşma gereği Suriye ile Türkiye sınırları resmen belirlenmiş olur. Bu anlaşma
ile Kürdistan’ın Rojava kesimi Suriye devletinin sınırlarına dahil edilmiş
olur. Rojava Kürdistan’ındaki uygulamalar ele alınırken 1920 ile 1946 yılları
arası Fransız mandasının hakim olduğu dönem ile 1950’li yıllardan sonra
ki- Baas Arap milliyetçiliğin güçlendiği
ve iktidara geldiği- süreçleri ayrı ele almak gerekir. Fransa mandasının ülkeyi
idare ettiği 1920-1946 yılları arasında “çeşitlilik yaratma politikası adı
altında tüm etnik gruplara eşit düzeyde bir yaklaşım gösterilmiş hatta Arap
çoğunluğuna karşı, Kürtlere daha esnek yaklaşarak Arapları dengeleme
politikasını esas alınmaya çalışılmıştır. Bu politika çerçevesinde Kürtlere
ordu, polis ve istihbarat güçleri içerisinde yaygın bir şekilde yer verilmiş,
kimi üst düzey komuta kademesine kadar yükselen Kürtler olmuştur. Yine siyasi,
kültürel ve edebi çalışmaların yürütülmesi için gerekli ortam sağlanmıştır.
Bunun yanı sıra Kürdistan’ın diğer parçalarında siyasi nedenlerden dolayı
kaçmak zorunda kalan birçok Kürt, Rojava Kürdistan’ına geçmiştir. Bu dönemde Kürt aydın ve ileri gelenleri
Fransız mandasından Kürtçe okul, Kürtçenin resmi dil olarak tanınması ve Rojava
Kürdistan’ına atanan memurların Kürt olması talebinde bulunmalarına rağmen, bu
istekler Fransız mandası tarafında kabul görmez. Ama genel anlamda Kürt
coğrafyasına yönelik inkar, imha ve demografik yapısını değiştirmeye yönelik
bir girişim söz konusu olmamıştır. 1946 yılından sonra, Suriye devleti
bağımsızlığını kazandıktan sonra Suriye Arap Cumhuriyeti kurulur ve bundan
sonra Kürtler için yeni bir dönem başlamış olur. 1950’li yıllardan sonra
Suriye’de Arap milliyetçiliği giderek güç kazanacaktır.
Suriye Baas Rejimin Sistemli Göç Politikaları
Özellikle 1958 yılında Mısır ile Suriye devletlerinin
birleşmesiyle oluşturulan Birleşik Arap Cumhuriyeti, bölgede Arap
milliyetçiliğini körükleyen bir gelişme olmuştur. Suriye’de yükselen Arap
milliyetçiliği, Kürtlerle etnik temelde sorun yaşamasına yol açmıştır. Bu
dönemde Başur’ê Kürdistan’daki gelişmeler, özellikle Irak’ta 14 Temmuz 1958’de
Abdulkerim Kasım’ın tarafından yapılan bir askeri darbe Kürt politikasında
ciddi değişimlere yol açmıştır. Abdulkerim Kasım’ın Kürtlere otonom vererek
Kürt sorununu çözmeye çalışmıştır. Bu gelişmeler Suriye rejimini, Rojava’daki Kürtlerinde
bu gelişmelerden etkileneceği ve Suriye Arap Cumhuriyeti’nin bütünlüğü için
tehdit olabileceği kaygısına yol açmıştır. Bu nedenle işe ilk olarak ordu ve
polis içerisindeki birçok Kürt’ü görevden almakla başlamıştır. Daha sonra
Kürtlerin gözünü korkutmak için 13 Kasım 1960’da Amude’de, Filistin halkına
yardım amacıyla okullarda ki çocuklar sinemaya zorunlu olarak götürülür. Daha
sonra sinema bir komplo çerçevesinde yakılarak 300 Kürt çocuğu katledilir ve
böylelikle gerekli mesaj Rojava’daki tüm Kürtlere verilmiş olur. Bu olay Rojava
Kürdistan’ında uygulanacak Baas politikalarının başlangıç niteliği taşıyordu.
Kürdistan’da görevli Baas memurları Kürtlerin bölgede ki siyasi, sosyal,
ekonomik, kültürel ve demografik etkinliklerini kırmak için devlete proje
üzerine proje taktim ediyorlar. Bu dönemde en çarpıcı projelerden biri ise
Rojava Kürdistan’ında bulunan bir çok Kürdün hem Irak-Suriye, hem
Türkiye-Suriye gibi çifte vatandaş olmasından dolayısıyla bu durumun kabul
edilemeyeceği ve netleştirilmesi için Suriye genelinde bir sayımın yapılmasının
gerektiğiydi. İlk uygulama 1962 yılında yeni yasal düzenlemelere gidilerek
yapıldı. Bu yasaların 93. maddesi gereğince olağanüstü sayıma gidilmesi kararı
alındı. İki ay sonra 5 Ekim 1962’de karar uygulamaya geçirildi. Sayım esnasında
ilginç uygulamalara gidildi örneğin Kürtlerin Suriye vatandaşı olabilmesi için
1935 yılından beri Suriye’de yaşadıklarını bir biçimiyle ispatlamaları
gerekiyordu. Şayet bunu ispatlayamazsa vatandaşlığı elinden alınıp, yaşamış olduğu
topraklarda mülteci konumuna düşürülüyordu. Yapılan sayım sonucu yaklaşık
olarak 150 bin Kürt vatandaşlıktan atılarak mülteci konumuna düşürüldü.
Böylelikle bu Kürtlerin başta siyasal, sosyal ve medeni hukukta bulunan tüm
hakları gasp edilmiş oluyordu. Mesela bu yasa gereğince Kürtlerin seyahat etme
(pasaport alma), emlak edinme, eğitim ve seçme seçilme hakları da ellerinden
alınmış oluyordu. Bu uygulamanın siyasal, sosyal, ekonomik, hukuki etkileri
dışında psikolojik ve ruhi etkileri daha ağır olmuştur. Kendi topraklarında
yabancı muamelesine tabi tutulan bu kesimler, devlete aykırı bir tutum ya da
davranış içinde bulundukları anda sahip oldukları tüm mal varlıkları – ki yasa
gereği kendi mülkiyetlerine oturdukları ev dahil hiçbir şey geçiremiyorlar kendilerine
ait tüm mülk vatandaş olan başkaları adına kayıtlıdır- bir çırpıda ellerinden
alınıp sınır dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıyadılar. Bu durum deyim
yerinde ise bu Kürtleri tümden teslim almayı hedeflemiştir. Yasanın uygulanması
kararı ilk alındığı zaman kesin bir rakam olmamakla birlikte, 2003’te Kürtler
bu rakamın 250 bine ulaştığını belirtiyorlardı.
Baas partisinin 1963’te iktidara gelmesi Kürt Arap
ilişkileri açısından bir dönüm noktası oldu. Suriye devlet sistemi tek parti
zihniyetine göre yeniden düzenlendi. Bu yüzden de Suriye’deki bütün etnik
gruplar inkâr edilmeye başlandı. Bu da Suriye toplumu içerisinde hoşgörü
ortamının ortadan kalkmasına neden oldu. Türkiye de CHP’nin faşizan tekçi
ideolojik anlayışını nerdeyse taklit eden Baas partisi, aynı şemada tek parti,
tek ideoloji ve tek millet düşüncesiyle Suriye’de azınlık haklarını çiğneyen
bazı kanunlar çıkardı. Bu kanunlarla Kürtlerin halk ve kültür olarak inkâr ve
imhası esas alındı. Kürt kimliğini, kişiliğini ve kültürünü mahkûm eden anti-Kürt
yasalarını çıkardılar. Kürtçe dilinin kullanımını sınırlandırarak Kürt
coğrafyasında Kürtçe olan tüm isimler Araplaştırılarak kültürel asimilasyona
kapı aralanmış oldu.
Rojava’nın demografik yapısını değiştiren projenin fikir
babası koyu bir Arap milliyetçisi olan, o dönemde Kürdistan’ın siyasi
istihbarat şube başkanı Muhammed Talip Hilal’dır. Bu zat 1961 yılında
Kürdistan’da yapmış olduğu araştırma sonucunda “Kürtlerin ulusal bilinçlerinin
yüksek olduğu, bu ulusal bilinç düzeyi olduğu müddetçe hayallerinde sürekli
yatan bir Kürdistan devletinin olabileceğine işaret eder. Bu duruma örnek
olarak “nasıl ki Başur’ê Kürdistan Irak’ın başına bela olduysa, Suriye’deki
Kürdistan parçasıda gün gelecek Suriye için tehlike teşkil edecek ve adeta
İsrail ile Filistin sorununa dönüşecektir. Bununda Suriye devleti için oldukça
tehlikeli bir durum olacağı için şimdiden tedbirlerinin alınması gerekir.
şeklinde BAAS hükümetine rejimin bekası için bazı önleyici tedbirler adı
altında öneriler yapmıştır. Önerileri kısaca şu şeklindeydi:
•Kürtleri sınır kesimlerden tehcir etmek ve içeriye doğru
göç ettirmek.
•Asimilasyon politikalarına hız vermek, bunun için Arapça
okullar açmak ve okula gitmeleri için hızla teşvik etmek. (o güne kadar hiçbir
Kürt Arapça bilmiyormuş)
•Cizre’de oturan Kürtlerin çoğunluğu sürgün ve isyan
nedenleri ile Kürdistan’ın diğer parçalarına geldikleri için, bunların tespit
edilip geldikleri ülkelere teslim etmek,
•Çalışma imkânları ortada kaldırılmalı, ziraat için (ekip,
biçme) toprakların tümden Kürtlerin elinde alınması ve bu toprakların Kürtler
tarafından ne kiralanabilinsin nede alınabilinsin şeklinde kanuna bağlanması,
•Araplar içerisinde büyük bir propaganda süreci başlatılmalı
ve Kürtlerin kendi varlıkları için ne kadar tehlikeli oldukları anlatılmalı ve
Araplar aracılığı ile Kürtler üzerinde bir baskı oluşturularak Kürtler sürekli
kaygı ve telaş içinde bırakılmalı ki, Kürtler hiçbir zaman bu topraklarda
kalıcı kalmayı düşünmesinler.
•Kürtler içinde ki dini ve ulusal bilinci olan Kürt
şeyhleri, Kürtler içinden sürülmeli ve bunlar yerine Arap şeyhleri getirilmeli,
•Kürt aşiretleri içine çelişki ve fitne koyarak bunların
birbirleriyle çatışmalarına yol açmak,
•Araplar sınır boylarınca yerleştirilmeli, bunlar içinde de
en fakir olan Şamar aşiretini getirip yerleştirmek bizim için oldukça stratejik
bir konumdur.
•Cizre bölgesindeki sınır hattını askeri bir alan olarak
ilan etme ve bunun esas amacı sınırlara yerleştirilecek Arapların korunması ve
gelebilecek saldırılara karşı korunma,
•Bu topraklara yerleştirilecek Araplar için geniş topraklar
ayırtılmalı bu topraklar üzerine Arap köyleri kurulmalı ve bu Araplar askeri
alanda eğitilip silahlandırılmalıdır.
•Arapça konuşmayan kimseler için seçim ve seçilme hakkı
elinde alınsın,
•Bu alanlarda kalan Kürtlere kesinlikle vatandaşlık hakkı
verilmemeli, kimliksiz bırakılmalıdır.
Bu öneriler kısa süre içinde hükümet tarafında kabul edildi.
Tüm bu kirli politikalarla esasta amaçlanan Suriye’de gelişebilecek olası bir
Kürt direnişi veya mücadelesinin inkâr ve haksız gösterilmesinin meşru zeminini
hazırlamak. Suriye devleti tarafında geliştirilen Arap Kemeriyle, Kürdistan’ın
parçalandığı devletlerin sınır hatlarında hiçbir Kürdün kalmaması, parçalar
arası ilişkilerin tümden kesilmesi hedeflenmiş ve Kürtleri kimliksizleştirme
politikası ile Suriye’deki Kürt Halkının varlığı, yani inkâr ve imhası
hedeflenmiştir. Tabii bu projeleri doğrudan veya direk uygulayamadılar. Kürdistan’da buna karşı reaksiyonlar
gelişebilir kaygısıyla dolaylı bir biçimde uygulamaya geçirdiler. 1973 yılında
Rakka Eyaletinde Fırat nehri üzerinde baraj inşa edilir. Çok sayıda Arap köyleri su altında bırakılır.
Adeta daha önceden planlanmış bir biçimde, planlı olduğu inşa edilen baraja
konulan isimle de bellidir. Barajın ismi “El Sevre yani devrimdir. Kürtlerin yoğun olarak yaşamış oldukları
yerleşim alanlarında, Türkiye sınırına parelel biçimde boydan boya Serêkani’den
(Ceylan Pınar) Cezireye kadar uzanan toplam uzunluğu 375 km. hatta bazı
yerlerde genişliğine 10 km. bazı yerlerde ise 20 km. varan araziye devlet
tarafından el konulur. Proje gereğince bu alanlarda yaşayan Kürtlerin
toprakları ellerinden alınıp, Rakka ve Halep vilayetlerinden getirilen Mağmur
Arapları (çöllerde kabileler halinde hala yaşayan Araplar) buralara
yerleştirildi. Bass Partisi hükümeti Araplar arasında, “Cezire’nin Araplığını
koruma sloganını kullanarak Araplar teşvik edilirken, Kürtlerin tepkisini
çekmemek için toprak reformu yapıyoruz dediler. Arap kuşağı temelinde 4000 Arap
ailesi dışardan getirildi. Bunlara Kürtlere ait 700.000 dönümlük arazi
dağıtıldı. Oluşturulan yeni köylere yerleştirilen her Arap ailesine 200 dönüm
toprak verildi. Bu yasanın uygulanması esnasında 332 Kürt köyü boşaltılarak,
10.000 bin Kürt ailenin mülk ve arazilerine el konuldu. 140 bin Kürt Suriye’nin
içlerine, çöllere doğru kaydırıldı.
Bu durumda Kürtleri zorla kendi topraklarından çıkarmak veya
göç ettirmek için ayrıca bir uygulamaya gerek kalmamıştı. Çünkü Kürtler
ekonomik sebeplerden dolayı-geçimlerini sağlamak, iş bulmak- mecburen şehirlere gitmek– Suriye’nin beli
başlı şehirleri olan Şam, Lazıkıya, Hımıs, Halep vb.– yerlere göç etmek zorunda
kalmışlardır. 1975 yılına gelindiğinde Kürtlerin yoğunluklu yaşadığı Cezire
bölgesinden 300.000 kadarlık bir Kürt nüfus göç etmiş olacaktı. Buralarda kendi
emeklerini satarak yaşamak zorunda kaldılar.
12 Mart 2004’te yaşanan Qamışlo olayları bir futbol
karşılaşmasıyla başladı. Olaylar üç kişinin yaşamını yitirmesiyle sonuçlanınca,
Kürt Arap çatışmasına dönüştü. Olaylar esnasında güvenlik güçlerinin Arap
milliyetçilerine destek olması, olayların Kürtlerin yaşadıkları bütün yerleşim
alanlarına taşmasına neden oldu. Bir provakasyon sonucu 12 Mart’ta patlak veren
olaylar esas olarak 13 Mart’ta yaşandı. Halkın, olaylarda yaşamını yitirenlerin
cenaze törenlerine katılmasını engellemek isteyen güvenlik güçlerine karşı
çıkması ve Arap milliyetçilerinin tahrikleri sonucunda yirmi dokuzu Kürt ve
dördü Arap olmak üzere toplam 33 sivil yaşamını yitirdi. Burada da esas amaç
Kürtler’de gelişen ulusal bilinci sindirmek ve Kürdistan’dan göç ettirmekti.
Baştan beri Kürdistan’a uygulanan baskı ve yoksullaştırma politikaları sonucu
birçok Kürt çareyi yurt dışına çıkmakla bulmuştur. Rojava’dan Avrupa’ya yapılan
yoğun göç devletin bilinçli şekilde uygulamış olduğu bu siyasetin sonucuydu.
Rojava Devrimi Boyunca Uygulanan Göç Politikaları
Rojava devrimi 19 Temmuz 2012’de, Kobani şehrinin Suriye
rejim güçlerinin elinden çıkartılmasıyla startını aldı. Halkın büyük desteğiyle
Kürdistan’ın diğer şehirlerine sıçrayan devrim coşkusu, sadece Suriye rejimini
kaygılandırmadı. Aynı zamanda Ortadoğu’da Türkiye ile Suudi Arabistan’ın
liderliğini yapmış olduğu Sunni cephesini ve KDP-I(Irak KDP’sini)’de
endişelendirmişti. Bu durum özelde Kürdistan’da sömürgeci devlet olan Türkiye,
İran, Irak ve Suriye devletleri için mevcut statü ve politikaların iflası
anlamına geleceği için daha reaksiyonel bir tavır içine girmelerine yol açtı.
Bu şu anlama geliyordu Kürdistan’da özgürlükçü devrim çizgisinin gelişmesi
mevcut Ortadoğu’daki gerici statükonun iflası demekti. Rojava devrimine karşı
Sunni ve Şia bloğun, her türlü çete ve gayri insani savaş yöntemlerine
başvurmasında bu korku yatmaktaydı. 21. yüzyılda da Kürdistan’da egemen olan
sömürgeci ve statükocu güçler bu konumlarından vazgeçmek istememelerinden
kaynaklı, Rojava da gelişen Kürt devriminin önünü almak istiyorlardı. Mevcut
statükoya işbirlikçi kimliğiyle yamalanan ve varlığını bu temelde garanti
altına alan KDP ve Barzani ailesi de, Rojava devrimiyle birlikte saltanatının
tehlike girmesinden kaynaklı bu güçlerle aynı cephede yer aldı. Bu işbirlikçi
çizginin dayanmış olduğu iki temel dayanak söz konusudur: Birincisi
Kürdistan’daki tüm petrol ve diğer zenginlik kaynaklarını tekellerinde
toplayarak ciddi bir ekonomik güç elde etmeleri ve bunu kendi siyasi
iktidarları için bir kart olarak kullanmaları, ikincisi ise Barzani ailesinin
geçmişten beri işbirlikçi temelde bölgede ve uluslararası alanda geliştirmiş
olduğu diplomatik ilişkilerdir. Doğuşlarından beri bu tür ilişkilerden beslenen
ve esas gücünü buradan alan Barzani ailesinin psikolojik durumu özelde Başur’ê
Kürdistan’ın, genelde ise dört parça Kürdistan’ın prensleri gibi kendilerini
görmeleridir. Rojava devrimi bu dengeyi alt üst etti. Kürtler adına
uluslararası arenada diplomatik faaliyet yürüten ve ciddiye alınan başka bir
güç doğuyordu. Bu durum Barzani ailesinin iktidarının beslendiği tek kaynağını
da elinden alıyordu. Onun için KDP ve Barzani ailesi, Rojava devrimi boyunca
düşmanlık ederek karşıt güçlerle hareket etme stratejisini kendi işbirlikçi
çıkarlarına daha uygun buldu. Özellikle AKP-Erdoğan devleti ve DAİŞ ile
birlikte hareket ederek devrimi tümden kaybettirmeyi hedefledi. Rojava
devriminin Kürdistan’ın diğer parçalarının desteğini almaması için ciddi
psikolojik propaganda çalışmaları yürüttüler. Rudav TV ve diğer basın yayın
organlarıyla sürekli bir biçimde “Yaşanan bir Devrim değil, Suriye rejimi ile
anlaşarak el değiştirmedir. Bu durum, muhalif hareketler rejim tarafından
bastırıldıktan sonra PYD tekrardan Rojava’yı rejime teslim edecektir gibi
karalama propagandalarını yaparak devrimi tanımadığını ilan etmiş oldular. Bu
tür kara propagandalar tutmayınca en üst düzeyde sözüm ona siyasi kimliği ve
Kürt kamuoyu üzerindeki etkinliğinden yararlanmak için Mesut Barzani bizzat
kendi ağzıyla açıklama yaparak Rojava’da “yaşananın devrim değil rejim ile
anlaşma olduğunu dile getirdi. Buna rağmen Rojava devrimi gelişince Türkiye ve
KDP’nin öncülük ettiği gerici işbirlikçi ve statükocu çizgi çok ince, çok
planlı tarzda Kürdistan’ı insansız bırakma temelinde ve kökünden (Ana
toprağından) kopararak savunmasız bir hale getirmeyi esas alan bir uygulamayı
geliştirdiler. Mesut Barzani, Şıvan Perwer, İbrahim Tatlıses ve daha birçok
işbirlikçi Kürt ile birlikte, o zamanın Türkiye Başbakanı Recep Tayip Erdoğan
ve bakanları birlikte Amed’e çıkartma yapmaları AKP-Erdoğan devletinin
Rojava’da ki gelişmeler üzerinde Mesut Barzani ile stratejik düzeyde ittifaka
gittiklerinin işaretiydi. O görüşmede AKP ve Erdoğan devleti, Mesut Barzani’yi
dört parça Kürdistan’ın ulusal önderi olarak görerek ve bunun için gerekli
desteği verme karşılığında Mesut Barzani’nin Rojava’nın uluslararası alanda
tanınmamsı üzerinde anlaştılar. Ayrıca Rojava’daki Kürt nüfusunun boşaltılması,
Rojava’ya ekonomi ambargo koyarak tüm sınırlarının kapatılması ve basın yayın
üzerinde yaygın bir biçimde Rojava devrimi karşıtı propagandanın yapılması
şeklinde bazı anlaşmalara vardılar. KDP, AKP ve Erdoğan devletiyle anlaştığı
temelde çalışmalarına hız verdi. Rojava’yı boşaltmak için basın ve medyanın
yanı sıra halk içinde de ciddi propagandalar geliştirdiler. Bir taraftan
sınırları kapatıp ekonomik ambargo koyarak milleti aç bırakma, diğer tarafta
ise Başur’ê Kürdistan’a gelen her Rojavalıya maaş, iş ve ikame için yer
vereceklerinin propagandasını yoğun yaptılar. Bunun yanı sıra milleti Avrupa’ya
çıkarmak için özel şebekeler kurarak Avrupa’ya çıkışları teşvik ettiler. Bu ve
benzeri çalışmalarla KDP, Rojava’da 300.000’den fazla insanı çocuk, kadın, genç
ve yaşlısıyla topraklarını terk ederek Başur’ê Kürdistan’a mülteci kamplarına
taşırdı. Burada halkı bekleyen açlık, yoksulluk, işsizlik, hastalık, fuhuş,
aşağılanma ve hor görülmeydi. Başur’ê Kürdistan’ın yanı sıra Türkiye ve Bakur’ê
Kürdistan’a da en azından 300.000’den fazlasını göç ettirdiler. Bu tür politikalar sonuç vermeyince, KDP acil
bir biçimde Ürdün’ün başkenti Amman’da DAİŞ çeteleriyle bir araya gelerek
AKP-Erdoğan ve DAİŞ ittifakına dahil oldu. Bu sefer ki plan DAİŞ’i tüm
güçleriyle destekleyerek Rojava’ya saldırtmak bu biçimiyle devrimi tasfiye
etmekti. DAİŞ’in Rojava’ya saldırma planı çerçevesinde KDP, Rojava ile Başur’ê
Kürdistan sınırına boydan boya hendek kazarak adeta saldırı olursa geriye
kaçacak tek kişi kalmasın tümü katledilsin hesabını yapıyordu. Bu plan
çerçevesinde KDP öncelikle Şengal’i ve köylerini tümden DAİŞ çetelerine teslim
etti. Burada 400.000’den daha fazla olan Ezidi nüfusu ağırlıkta ülke
topraklarını terk ederek Güney, Rojava, Bakur’ê Kürdistan, Türkiye ve Avrupa
ülkelerine kaçtı. 3000’den fazla – kimi kaynaklara göre 8000- Ezidi kadını
pazarlarda satıldı ve yüzlerce Ezidi katledilerek toplu mezarlara konuldu. Bu
senaryonun perde arkasında planlanan asıl şey Rojava Kürdistan’ına yapılacak
saldırının psikolojik zemininin hazırlığıydı. Rojava’ya saldırı olursa öncelikle
PKK gerilla güçlerinin yanı sıra, Rojavalı gençler ve Kürdistan’ın diğer
parçalarında ki halkın desteğinin geleceği biliniyordu. İşte bu psikolojik
hareket her şeyden önce Kürdistan’ın dört parçasından gelebilecek bu yardımın
önüne geçerek PKK’yi yapılacak bu büyük saldırı karşısında yalnızlaştırıp
bitirmekti. Bu durumda bir taşla iki kuş vurulmuş olacaktı. Aynı anda Rojava,
Kuzey ve Rojhilat devrimleri PKK şahsında tasfiye edilecekti. Bu durum bölgede
ki statükocu güçlerinin -Suriye, Türkiye, İran ve KDP- ortak çıkarına
geliyordu. Ama ne yazık ki masa başında planlanan psikolojik hareket pratik
sahada yansımasını farklı bulmuştu. PKK direnişi tüm Kürdistan halkının yanı
sıra dünya kamuoyunu ayağa kaldırdı. DAİŞ Kobanê’ye saldırırken, KDP adeta zil
takıp oynuyordu. Şengal’de kendine ters dönen psikolojik hareketin intikamını
alırcasına DAİŞ’in Kobanê’ye saldırtılması için teşvik ediyordu. “YPG güçleri
kırıldı, yüzlerce kayıp verdiler, bir ya da iki güne kalmaz Kobanê düşecek
şeklinde basın üzerinden propaganda yaparak DAİŞ’i Kobanê’ye saldırtıyorlardı.
DAİŞ’in Kobanê’ye saldırısı sonucu şehir merkezi dahil tüm çevre köyler
boşalarak Bakur’ê Kürdistan’a sığınmak zorunda kaldı. Sadece Kobanê ve çevre
köyleriyle birlikte 300.000’den fazla insan göç etmek zorunda kalmıştı.
Türkiye metropollerine göç eden Rojava halkının, orada
ulusal değerlerinden kopuk devrimin yaratığı moral değerlerden yoksun bir
şekilde bırakılmak istenmesi, TC’nin Rojava’yı insansız bırakma politikasının
temel amaçlarından biriydi. Rojava da direnen halka karşı DAİŞ aracılığıyla
fiziki katliam politikası esas alınırken, Rojava’dan kaçıp metropollere gelen
halka karşıda zihinsel ve kültürel imha politikası devreye konmuştu. Tabii ki
burada Türk metropollerine göç eden Rojavalılara karşı yürütülen çok yönlü bir
siyaset söz konusuydu. Öncelikle metropollerdeki Rojava halkını suç üretme
zemini haline getirmek çete ve mafya yapılanmalar içinde uyuşturucu ve fuhuşa
teşvik ederek zihni ve kültürel soykırımı tamamlamak istiyorlardı.
Tüm bu planlamalar ve saldırıların özünde Kürdistan’ın
tarihinde yaşanan soykırım rejiminin bir daha ve daha sistemli olarak
sürdürülmesidir. Özellikle Kürdistan toplumunun ana vatanından kopartılması
sistemli bir göç politikası olarak devreye konulmuştur. Bu göç politikası,
tarihsel ve kültürel olarak Kürdistan olgusunun belleklerde parçalanıp anlamsız
kılınmasıydı. Bir nevi burada göçle amaçlanan, kimliksizleştirme
politikalarıyla Kürdistan’ın ulusal değerlerini tasfiye etmekti.
Yarın: Sonuç ve Kaynakça
Göç Dosyası-Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html
0
21
TR
HE
:” ”
:””
” “,” ”