30 Eylül 2010 Perşembe Saat 06:46
İçimdekini bir dökebilsem ya da var olan gerçekleri bir söyleyebilsem! Kim ne anlar ki? Anlayan ancak bu gerçekleri yaşayabilendir. Yaşayan da çoğu zaman dile getiremez, dile getirse bile ya kimse anlamaz ya da cezalandırılır. İşte böylesi bir çelişki çoğu zaman gerçeklerin kaybolmasında önemli rol oynar.
Aslında gerçekler bazen denize benziyor. Elbette, deniz o kadar derindir ki kimse bilemez içinde ne saklandığını… Evet, bakarsın uzaktan denizin derinliğine, dalıp gidersin, bazen de nereye gittiğini bile bilemezsin… Ya o dalgaları? Hiç kimse bilebilir mi ki o dalgaların içinde ne vardır? Bazen büyük, bazen de küçük dalgalar, belki de kendince bir savunmadır ya da gerçekleridir.
Denilir ki ‘’hakikat aşktır, aşk da özgür ve doğru yaşamdır’’. Evet, öyledir, birçok zaman evet diyoruz. Tabii bu evetin bir bedeli vardır. Bazen delilik, bazen saçmalık, bazen de isyan olarak görülüp cezalandırılır bu evet… Yine bu mücadelede kavgalar, acılar ve hatta ölüm bile vardır. Nitekim birçok insan bu uğurda büyük bedeller vermiş ve vermeye devam ediyor. İşte bu bedel göze alınmak isteniyorsa, her yerde söylemek ve mücadelesini vermek gerekir. Ama eğer bilinçli ve özgür bir yaşam tercihi ise gerisi çok fazla önemli değildir. Hiçbir acı, zorluk ve engel özgürlük arayışı kadar değerli olamaz. Hiçbir zorlukta özgürlük arayışının önünde engel olamaz. Yeter ki özgür yaşama arayışın, inancın ve çizdiğin yolun hedefine kilitlenme olsun.
Dolayısıyla burada doğru ve özgür yaşam tercihi yapılırken, evet ya da hayır, kabul ya da ret ölçüleriyle diyorsun ki “ben varım, ben bir iradeyim! Var olmak nedir ki? Kendine ait olmaktır, irade sahibi olmaktır, hiç kimsenin tahakkümü altına girmeden, kendi özgür iradenle karar almak ve nasıl yaşayacağını bilmektir. Bunu söylemek ve yapmak bir insanın en doğal hakkıdır, ama gel gör ki, bu hakka sahip değilsin ve kendine ait değilsin. Sana verilen rol ya da çizilen çerçeve bellidir sadece bu görevini ve misyonunu yerine getirebilirsin. Onun dışına çıkamazsın, çıkarsan bedelini ödersin, ödettiriliyor…
Tabi ki burada kadının toplumdaki veya sistemlerdeki konumu daha acıklı ve içler acısıdır. Yaşamı yaratıyorsun, ama tarihin sayfalarında bir kadın olarak yoksun… Uygarlığa analık ediyorsun, ama sonrasında inkâr ediliyorsun. Toplumsallaşmanın oluşumunda rol oynuyorsun ama sonrasında köleleştiriliyorsun. Hatta kadın için yaşam öyle bir hal alıyor ki artık tam bir trajedi oluyor. Düşünebiliyor mu en insani ve içten doğal gelen bir sese dahi müdahale ediliyor ya da kötü gözle bakılıp yasaklanıyor. “Yüksek sesle gülme, konuşma, çünkü sen bir kadınsın…“Yüksek sesin kötü kader yazıyor! Peki, ya o yüksek ses bir isyansa?
“Kadınsın, gerçek aşka layık değilsin! , “özgür iradenle aşkı seçemezsin! , “istediğin gibi yaşayamazsın! Aşkın tanrıçalığını yap, sonradan sana yasaklansın, yaşamı yarat, sonrasında kölelik yaşamı dayatılsın. Nitekim böylesi bir yaşama karşı kadının cevabı, çoğu zaman intiharla olmuştur. İntihar olumlu ve sonuç getirici bir olgu olmasa da, sonuçta çaresizliğin sonucu gerçekleşen, başka bir alternatif yaratamamanın ürünü olan tasvip edilemeyecek bir yöntemdir.
Kadının suçu odur ki, istediği gibi özgürce yaşamak istiyor. Elinden alınan kimliğini geri istiyor. Kendine ait olmak ve özgür iradesiyle yaşamak istiyor.
Bugün artık kadın olmanın cins bilinci hızla örgütlülüğe doğru gidiyor. Her ne kadar erkek egemenlikli sistem bunun önünde engel olsa da, artık bu bilincin tohumu atıldı. Kadın açısından bir kere uyanış başladı ve devam edecek. Çünkü kadınlar artık nasıl yaşamalıyı çok iyi biliyorlar, özgürlüğün ne anlama geldiğini çok daha iyi anlıyorlar. Binlerce yıl kaybetti ve artık nasıl elde edeceğini de biliyor.
Narîn Dilpak
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info