08 Aralık 2009 Salı Saat 19:49
0
21
TR
:” ”
:””
” “,”serif”
Doğu Afrika Rif’inden çıkışta ana toplanma kapısı ve Dünyaya
yayılma merkezinin Toros-Zagros kavisi olduğunu düşündüren argümanlar çoktur.
Birincisi, bu kavis Rif’in doğal yolunun sonudur. Buralara kadar dalgalar
halinde gelinmektedir. Gerek Büyük Sahra’nın gerekse Arabistan çölünün doğu ve
batı kapısını adeta kapatması, Süveyş ve Doğu Akdeniz kıyılarını doğal yayılma
yolu haline getirmektedir. Güney Akdeniz kıyıları da Cebelitarık Boğazından
İspanya ve Avrupa’ya ikinci önemli yolu teşkil etmektedir. Yapısı, coğrafi
koşulları gereği Doğu Akdeniz kadar verimli değildir. Arada ciddi engeller ve
besin sorunları vardır. En ideal yol Doğu Akdeniz kıyılarından itibaren Verimli
Hilal olarak da adlandırılan Toros-Zagros dağ silsilelerinin teşkil ettiği
kavisten geçmektedir. Bu alan o kadar elverişlidir ki, kalıp da gelişkin bir
toplumsallığa dönüşmemek olası görünmemektedir.
Buradan ikinci hususu çıkartabiliriz: İnsan toplulukları
için iklimin elverişliliği, doğal bir tarla düzeninde bol meyve ve bitkiye
sahip olması, çok zengin av hayvanlarını barındırması, güvenlik için ideal
mağaraya sahip bulunması, çok sayıda nehir ve akarsuya debi oluşturması daha
sonraları insanlık hafızasında ‘Cennet’ kavramına yol açacak denli elverişlilik
arz etmektedir. Yakın yörelerdeki çöllere kıyasla bu alanın sözü edilen olumlu
özellikleri karşısında, cehennem-cennet ikileminin insanlık hafızasına temel
kavramlardan biri olarak yerleşmesi anlaşılırdır. Doğu Afrika Rif’inden sonra
insan türünün ikinci önemli yoğunlaşma alanı olduğunu bu özellikleri nedeniyle
rahatlıkla varsayabiliriz. İnsanlık tarihinde uygarlıksal gelişme için
‘kuluçkaya yatılan yer’ demek abartı sayılmaz. Ayrıca insanlığın destanlık
öyküsünün yazılmaya, daha doğrusu oluşmaya başlandığı yer olarak da
kutsallaştırılabilir. Daha sonraki büyük devrimler bu kutsallık destanının
ürünleri olacaktır.
Üçüncü olarak, yaklaşık elli bin yıl öncesinde alandaki
yoğunlaşmalar simgesel dil temelinde gelişmektedir. İşaret dili gibi çok ilkel
bir anlaşma aracından simge diliyle anlaşmaya geçiş büyük gelişme potansiyeli
taşımaktadır. Geniş bir dil bölgesinin oluşumu insan türüne muazzam
toplumsallaşma, korunma ve besin elde etme imkânı vermektedir. Belki de tarihin
henüz keşfi yapılmamış ve adı konulmamış en büyük devrimi budur. İlk büyük
devrime ‘DİL DEVRİMİ’ demek uygun olabilir. Çünkü hiçbir devrim bu devrim kadar
bu coğrafyada toplumsallaşmaya hizmet etmemiştir. Her gün kutsal bir kavram (keşfedilen
yeni bitki ve av hayvanları) oluşturulmakta, ev düzenine yakın yerleşimlere
(ilk defa güvenli yuvalarda yaşam) geçilmekte, dört mevsim en ideal haliyle
yaşanmaktadır. Tüm bu süreçler kavramlaştıkça, geniş toplulukların ortak dili,
dolayısıyla ilk defa ayırt edilen ‘KİMLİĞİ’ oluşmaktadır.
Ne hazindir ki, ilk kimlikli etnisitenin oluştuğu bu
alanlarda günümüzde vahşi bir kimlik soykırımı ya-şanmaktadır. Büyük toplumsal
gelişme dediğimiz süreç bu zengin olgu ve kavramlarıyla gerçekleşmekte, daha
doğrusu inşa edilmektedir. Kavramsal gelişme beraberinde düşünsel gelişmeye yol
açmaktadır. Kavramlarla anlaşan ve bütünleşen insanların dar klan toplumu
halinde kalamayacakları, bir üst toplumsallaşma için büyük bir dinamizm
kazandıkları kuvvetli bir varsayımdır. Bu konunun gerek antropoloji ve gerekse
tarih öncesi çağlar açısından araştırılması gereken en temel alanlardan birisi
olduğuna inanmaktayım. Büyük arkeolog ve tarihçi Gordon Childe, haklı olarak
böylesi bir sezgiye ulaşmış olmalı ki, en önemli eseri olan ve o dönemde bu
coğrafyada olan bitenleri (bir sonraki aşamanın gelişmeleri için olsa bile, ilk
aşaması için de rahatlıkla söylenebilir) konu edindiği kitabına ‘TARİHTE NELER
OLDU?’ adını vermektedir. Şu hususu da önemle belirtmeliyim ki, sadece arkeolojik
yöntemlerle bölgenin geçmişi aydınlatılıp çözümlenemez: Biyolojiden filolojiye,
coğrafyadan (özellikle iklim ve tarım coğrafyası) sosyolojiye, antropolojiden
teolojiye kadar birçok bilim disiplininin verileri bütünleştirilerek, ilkçağ
tarihinin aydınlatılmasında çok önemli gelişmeler sağlanabilir. Burada
yaptığımız sadece dikkat çekmek ve göreve davettir.
Jeoloji bilimi yaklaşık yirmi bin yıl önce dördüncü buzul
döneminin sona ermeye başladığının kayıtlarını vermektedir. Diğer bilim
verileriyle desteklendiğinden, bu doğruya yakın bir gelişmedir. On bin yıl
öncesinde Arabistan ve Büyük Sahra Çölünde yağmur ve yeşilliğin daha bol olduğu
kanıtlanmıştır. Bu elverişlilik çobanlık kültürünün yaklaşık aynı dönemde
gelişmesiyle çakışmaktadır. Bununla birlikte diğer büyük bir gelişme,
Afrika’nın ilkel dil yapılarından daha üstün Semitik dil gruplarının kendini
göstermesidir. Semitik kültür özde bir ‘çoban kültürü’dür. Örneğin çobanlık o
denli önem kazanmıştır ki deve, koyun, keçi gibi hayvanlara ilişkin oluşan büyük
bir kültürel birikim halen varlığını sürdürmektedir. Bu temelde etnisitenin
oluşup farklı kimlik kazandığı da gözlemlenmektedir. Çok güçlü bir etnisite
(aşiret) kültürünün halen geçerliliğini koruması bu gelişmeyi kanıtlayıcı
niteliktedir. Birçok Sümer ve Mısır uygarlık söyleminde de bu kültürün
etkilerine bolca rastlanmaktadır. Yaklaşık altı bin yıl öncesine kadar
elverişliliğini sürdüren iklime bağlı olarak, Semitik kültür Büyük Sahra
Çölünden Doğu Arabistan’a, Kuzeyde ise tarıma elverişli toprak sahalarına kadar
çok geniş bir sahaya tarihte ilk defa kalıcı bir iz bırakmak üzere damgasını
vurmuş gibidir. Semitik kültür sahası Doğu Afrika Rif’indeki kültürün devamı
niteliğindeki gelişmiş bir aşamasını teşkil etmektedir. Bu kuşak daha sonra tek
tanrılı dinlerin kuruluşuyla özgünlüğünü pekiştirecektir.
Fakat önemle belirtilmeli ki, Mısır ve Sümer uygarlığının
oluşumunda bu kültür belirleyici olmaktan ziyade, iki uygarlık alanı üzerinde
Aramitler ve Apirular (‘Doğu ve Batıdan gelen tozlu, kirli insanlar’) adıyla
tarihin ilk istilacı kabileleri olarak değerlendirilecektir. Semitiklerin
tarihin şafak vaktinde çok önemli bir oluşum olduklarını, adeta ayak seslerini
titreştirdiklerini belirtmek mümkündür. Kuzeyde tarıma elverişli toprakları
aşamamalarının nedeni ise, belki de onlardan daha güçlü bir kültürün gelişim
kaydetmesidir. Tarım kültürüne adım adım geçiş kültürü de diyebileceğimiz bu
oluşumlara genel olarak ‘tarla kültürü’ demek uygun bir adlandırma olabilir.
Nitekim tarihte ‘Aryenler’ olarak adlandırılan bu toplumsal gelişmeyi
tarlacılar, topraklılar (Ari, bu toprakların ilk kültürel kimliğine sahip
Kürtçede ‘toprak, yer ve tarla’ anlamına gelmektedir) olarak deyimlendirmek
mümkündür. Semitiklerin kuzeyini, ilk başta çekirdek alan olarak Toros-Zagros kavisini
tarımsal gelişmeye açan Aryenleri tarımın yaratıcıları olarak değerlendirmek
mümkündür.
Bu gelişmede de iklim ve toprak yapısı, bitki örtüsü ve
hayvan türleri belirleyici rol oynamaktadır. Semitik alanlarda tarım ancak çok
sınırlı vahalarda hurma gibi çok az tür üzerinde gerçekleşirken, kavisin (diğer
adıyla Verimli Hilal’in) her tarafı tarla olmaya elverişli olup zeytin,
fıstıkgiller, palamut (meşegiller), ardıç (meyvegiller), bağ (üzümgiller),
tahıl (buğdaygiller) yetiştirmeye son derece elverişlidir. Yine yabani koyun,
keçi, sığır, domuz, köpek, kedi başta olmak üzere evcilleşmeye uygun birçok
hayvan türünün sürüler halinde dolaştığı alandır. Dağların yükselen
kısımlarında geniş ormanlar vardır. Dört mevsim en uygun halleriyle
yaşanmaktadır. Yağmurlar adeta düzenli sulamayı andırmaktadır. Birçok akarsu ve
nehir kıyısı yerleşmeye oldukça uygundur. Tüm bu elverişli koşullar altında
“tarihin şafak vaktinin sökün etmesi beklenmesi gereken bir gelişmedir.
Jeoloji ve ilkçağ kayıtları, alanda buzulların on beş bin
yıl öncesine kadar yüksek dağlık alanlara doğru çekildiğini göstermektedir. Yüz
binlerce yıl boyunca insan türünün en önemli yoğunlaşma alanı olması, dil
devriminin yoğunca yaşanması ve Semitik kültürün dayatması sonucunda, bölgenin
kısa süren bir mezolitik (orta taş devri, yaklaşık M.Ö. 15 bin-10 bin dönemi)
dönemden, devirden sonra neolitik devire geçtiği varsayılmaktadır. Hakkâri
mağaraları mezolitik ve daha öncesinin yoğunca yaşandığının ipuçlarını
vermektedir. Yontma taşlar da bu konuda bolca kanıt sağlamaktadır. Bölgede asıl
patlamanın neolitikle başladığına, yaklaşık on iki bin yıl öncesinden bu
kültüre geçildiğine dair bolca kanıta rastlamaktayız. Tarım, tarla ve Köy
Devrimi olarak da adlandırabileceğimiz bu çağ, gerek insanlık gerekse daha dar
anlamda uygarlık tarihinin (yazılı tarih) bir önkoşulu niteliğindedir. Kendi
başına dev bir Kültür Çağıdır. Önemi henüz layıkıyla anlaşılmayan ve tarihte
hak ettiği yeri bulmayan bu kültür üzerinde ne kadar durulsa o kadar
yerindedir. Gordon Childe bu alandaki kültür çağının Batı Avrupa’daki dört yüz
yıllık kültürden daha az önemli olmadığını söylerken gerçeğe daha yakın
durmaktadır. O kadar icat yapılmıştır ki, saymakla bitmez. Tüm tarımsal,
zanaatsal, ulaşım, barınma, sanat, yönetim, din alanlarında devrim niteliğinde
gelişmeler yaşanmıştır. Her alanda binlerce yeni olgu keşfedilip adlandırmalara
konu olmuştur.
Böylelikle Semitiklikten sonra en geniş, hatta Semitikliğin
çoban dilinin dar olan kelime dağarcığının çok üstünde bir dil hazinesine kavuşan
‘Aryen dil grubu’ şekillenmiştir. İnsanlığın kaybolmayan hafızasının temeli
atılmış gibidir. Bu dil grubunun Hindistan’dan Avrupa kıyılarına kadar geniş
bir sahaya taşınan kültürle birlikte yayılması, bu çözümlememizin
doğrulanmasını bir kez daha göstermektedir. Öyle sanıldığı gibi Aryen dil
grubunun doğuş kökeni Avrupa, Hindistan ve ikisi arası geçiş bölgelerinde
(Kuzey Karadeniz, Rusya stepleri, İran yaylaları) olmayıp, Verimli Hilal’in
çekirdek bölgesindedir. Gerek kelimenin (Aryen) etimolojik çözümü, gerek bütün
Hint-Avrupa dil gruplarında kullanılan temel kelimelerin etnik yapılarla
bağlantılandırılması bu gerçeği doğrulamaktadır. Daha da önemlisi, kültürün
çekirdek bölgesinin bu alan olması, kelime ve dil yapısının da doğal olarak
burada kurulmasını gerektirir. Halen mevcut etnik kültürel yapılar ve diğer
tarihi kanıtlar bu gerçeği fazlasıyla doğrulamaktadır.
O halde ikinci büyük dil ve kültür kuşağının varlığı, tarihi
ve yayılması gerek toplumsal gelişmenin, ge-rek onun uygarlıksal (kent yapılı)
aşamasının anlaşılmasında tarihi öneme sahiptir. Daha önceki tüm kat-manların
bu iki temel dil ve kültür grubu içinde eridiklerini söylemek mümkündür. Sadece
aynı buzul döneminin sona ermesinden sonra Sibirya’nın güney eteklerinde
(Yakutistan vb.) üçüncü bir dil-kültür grubundan söz edilebilir. Muhtemelen
bundan dokuz bin yıl önce güneye doğru yayılım gösteren bu kültürün anavatanı
Çin’dir. En batı ucu Finlilere kadar uzanan bu kültürden Türk, Moğol, Tatar,
Koreliler, Vietnam ve Japonlar başta olmak üzere, en geniş üçüncü Kuzey
kuşağının oluştuğunu söylemek mümkündür. Amerika kıtasındaki Kızılderili
kökenli kültürün de Bering Boğazı üzerinden aynı dönemdeki yayılımın sonucu
olduğuna dair güçlü arkeolojik, etimolojik, etnolojik kanıtlara sahibiz.
Eskimoları da bu gruba dahil edebiliriz. Afrika’nın halen yaşayan birçok
kültürü yüz binlerce yıllık özelliklerini korumasına rağmen, Semitik grubun
güçlü etkisini yaşamaktadır. Özellikle Swahili dil grubundakiler böyledir.
Ormanların, dağların ve çöllerin derinliklerinde milyonlarca yıl öncesini
yaşayan klanlara rastlamak da mümkündür.
Bu tabloya göre insanlık, başta yerküremizin güney
orta-kuzeyinde olmak üzere, bundan altı bin yıl öncesine doğru geldiğimizde,
uygarlığa geçiş yapacak üç temel dil ve kültür grubuna kavuşmuş bulunmaktadır.
Bu kültürler arasında yoğun geçişlerin olması doğaldır. Tarih ve coğrafyanın
etkisi altında farklılık taşıdıkları da günümüzde bile gözlemlenmektedir.
Konumuz açısından önem taşıyan husus, Hint-Avrupa
uygarlığının kaynaklarını araştırırken, ana kaynağı doğru teşhis etmektir.
Tarih bilimi zaman-mekân etkisindeki çekirdek kültür tanımlamalarına öncelik
vermektedir. Kapitalist kültürün bile çok keskin bir çekirdeksel yayılımının
olduğunu günümüzde netçe bilmekteyiz. Kaynağı olmayan, hayali ve havai tarih
anlayışları bilincimize ağır darbe vurmaktadır. Tarih bilincini yaşamsal
yorumlara kavuşturamayanlar, günümüzün yorumunu da anlamlı yapamazlar. Tarihsiz
bir toplumu yetkince anlamak ve yaşamak mümkün değildir.
Daha önceki ‘Özgür İnsan Savunması’ adlı savunmamda
uygarlığın kaynağını değerlendirirken, aşırı biçimde Fırat-Dicle havzasına ve
ondan kaynaklı Sümer uygarlığına indirgemeci yaklaştığıma ilişkin bazı
eleştiriler almıştım. Bu eleştirileri de göz önünde bulundurarak,
indirgemecilik konumunda bulunmadığımı, ama ana kaynağı önemsediğimi ısrarla
belirtmek durumundayım. Tarihin akışını bir ana nehre benzetirsek (toplumsal
gelişmenin ontolojik yapısı açısından bu kaçınılmazdır), ana kültür ve yan
kollar meselesine dikkat çekmek maksadıyla taslak niteliğindeki bu düşünceleri
belirtiyorum. Daha doğrusu dikkat çekiyorum. Nasıl ki günümüzün hâkim
uygarlığı, yani kapitalist modernite Hint-Avrupa uygarlığı kökenine
dayanmaktaysa, Hint-Avrupa kültürü de Aryen kültürü kaynağına, onun Sümer ve
Mısır kollarına dayanmaktadır.
İnsanlık uygarlığındaki ana nehir ve kolları sorununu doğru
çözümleyemezsek, günümüzün doğru an-lamlandırmasını yapamayız. Ana nehre kimi
yan kollar güçlü akar, kimi kollar yarı yolda kurur. Ayrıca ana nehrin doğduğu
kaynak da belirleyici anlama sahiptir. Eğer toplumsal gelişmenin tarihsel ve
coğrafi boyutlarıyla yetkin bir anlamına erişmek istiyorsak, yöntemin
gereklerini sorunların çözümünde denemek gerekir.
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan
Demokratik Uygarlık Manifestosu’ndan
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info