29 Mayıs 2016 Pazar Saat 08:05
Kendi yurdundan sürülen, kendi yurdunda katledilen hatta
kendi yurdunda köle olan olmuştur, ama çoğu zaman nüfusun büyük kısmı iken bile
kendi yurdunda bu kadar uzun süre ‘azınlık’ olan başka bir halk var mıdır?
Elbette tek ezilen halk değil ama bir yarı sömürge durumu hep neredeyse
tartışmasız kabul edilen bir halk daha doğrusu halk değil hep ‘azınlık’. Belki
’korkunç canavarlara binip ateş saçan demir çubuklarla ölüm yayan beyaz adam‘ın
yaptıklarına benziyor ama hiçbir zaman bu kadar sistemli bir ‘azınlık olma’
yaşayan başka bir halk olmamıştır, hem de kendi ana yurtlarında. Elbette,
Rumlardan söz ediyoruz.
Tarihin gördüğü en uzun süreli ‘azınlık’lığı ile kutsanmış
ya da ‘lanetlenmiş’ halkından söz ediyoruz. Azınlık olmayı artık -neredeyse-
bir yaşam biçimine, kültürüne dönüştürmüş, hikayesi çokça bilimsel tezlere,
milliyetçi oburluklara, bazen de edebiyata, en çok da acıklı rebetiko’ya konu
olmuş bir Anadolu halkından. Hal bu minvaller üzerine olunca Rumlar hem en
kolay hem en zor olan yazı konusudur. Biz hem sadece bilimsel verilerin
soğukluğundan da kaçacağız hem de romantik anlatımların çokça taraflılığından
da. Tarafımızı peşinen belli edelim, dünya hepimize yetecek kadar cömert,
insanlığın binlerce yıllık tarihi herkese yer verecek kadar büyük ve toplum
aslında hepimizi kapsayan, her birimizi ayrı birer çocuğu ile kendi varlığının
parçası olarak görecek kadar farklılıklarla olanaklı..
Sanırız tarafımızın Büyük İnsanlık’tan yana olduğu, onu
küçültmeye, tek bir kalıba koymaya karşı olduğu anlaşılıyor. Taraf oluşumuzun
gereğini tüm yönleri ile yerine getirmeye, eksik kaldığımız yanları
tamamlamaya, ihmal etmiş olabileceklerimize hak ettikleri ihtimamı vermeye
çalışıyoruz. Bu çerçevede Rumları, rebetiko’ları gibi hem her şeye rağmen
hayata bağlı, coşkulu, hem hüzünlü tarihleri içinde anlatmaya-anlamaya
çalışacağız.
Rum Kelimesi
Rum kelimesi, ‘romalı’ anlamına gelen ‘romeos’tan türeyen
bir isim. İsmin türediği tarih, Doğu Roma (Romania)’nın Hıristiyanlığı kabul
etmesi ve Yunanca dilinin Ortodoks Hıristiyanlığın yanında ortak özellik olarak
tanınma-yerleşme zamanına denk gelir. MS 4. yy’lardan itibaren Anadolu’yu ve
Mezopotamya’yı da etkiler duruma geldi.
Her ne kadar devletin resmi dili Latince olsa da halk içinde Romeika
etkin bir kimlik öğesi olarak öne çıkmaya başladı. Ta ki 10. Yüzyılda resmiyet
kazandı. Hala Türkiye’de yaşayan Rumlar dilleri için -Rumlara özgü anlamında-
Romeika derler(Yunanlar ve dilbilimciler tarafından pontiaka denmesine rağmen).
Rumlar İstanbul ve çevresinde yaşadığı bilinen en eski
topluluktur. MÖ 7. Yy’da Megaralılar’ın boğazı ve çevresini, bilinen süreklilik
içinde, ilk yerleşime açan Yunan (Atina yakınındaki) kent devletlerinden olduğu
biliniyor. O tarihten itibaren Boğazların Karadeniz, Anadolu ve Yunan kent
devletlerini bağlayan stratejik yapısı, ilk adıyla Bizantion’u önemli
kılmıştır. Yerleşimin gelişmesi ve Roma’nın da Bizantion’u önemsemeleri orada
yerleşik olanların yaşamına önemli etkide bulundu. Roma’nın batı kanadında
yaşanan karışıklıkla, Doğu Roma artık Bizans ismiyle ve yurttaşları artık Rum
adıyla anıldı. Doğu toplumları, Roma yurttaşları ile birlikte Anadolu’nun
batısını da Rum Diyarı ya da Rumeli diye adlandırmaya başladılar. Bazen çıkan,
Rum ismindeki karışıklığın kaynağı da bu adlandırmadır.
Rumların Doğu Roma (Bizans)süreci boyunca yaşadıkları temel
sorunlar içerideki mezhep ayrışması ve dışarıda gelişen, son derece yayılmacı
bir cihat-fetih politikası izleyen İslami yayılımdır. Türklerin Anadolu’ya
yerleşmesi ile dış tehdit, haçlı seferleri ile de mezhep çatışması Rumları 11-14.
yy.’lar arasında zorlayıcı olmuştur. Her iki sorunun, miadını dolduran Bizans
imparatorluğunun siyasi-ekonomik sorunlarıyla birleşmesi, Constaninapolis’in
Osmanlı devleti tarafından fethine yol açtı. Sonrasında ‘gayr-ı müslim azınlık’
olarak geçirilecek 500 yüzyıldan uzun bir süreç başladı.
Gayr-ı müslim azınlık olarak geçirilen sürece ilişkin
öncelikle şu konuda net olmak lazım: Osmanlı ‘milletler sistemi’ denen sistemin
pratikte iki formu vardır: birincisi, taşralar için uygulanan form, ikincisi, merkez
için uygulanan form. Taşra için uygulanan merkezi politika ‘milletler sistemi’
diye övülen yanları içermektedir yani devlete biat etme koşulunu yerine getiren
herkese geleneksel yaşamını sürdürme hakkı tanınmış ve büyük çoğunlukla
uygulamıştır, hatta kimi ‘küçük tatsızlıkları’ bağışlayacak kadar ‘hoşgörü’den
söz edilebilir. Ama merkez için asla böyle olmamıştır nasıl ki sultan kendini
zilullah görüyorsa merkezi de kendi gölgesi görüyor ve farklılıklara ‘hoşgörü’
de sınırlıdır, neredeyse devletlülerin halet-i ruhiyesine göre değişkenlik
gösterebilmiştir. Rumlara yaklaşım, merkeze yaklaşımdaki karakteri taşır.
Çokça ‘şanlı tarihin’ ‘hoşgörüsü’ olarak örnek gösterilen
kiliselere, Patrikhaneye dokunulmaması
vb. buz gibi politik hesapların sonucudur. Batı’da Katolik birlik tehdidine
karşı Ortodoks’lar üzerinden bir denge sağlanmış, Hıristiyan inanışın içindeki
mezhep çelişkisinden faydalanmış (bu çelişkinin yoğunluğunu ifade etmek için
Bizans imparatorundan sonraki en güçlü kişilerden olan deniz kuvvetleri
komutanı Lukas Notaras’ın ‘’kentte Latin (Katolik) papazların ayin
başlıklarını göreceğime Türk sarığı görmeyi yeğlerim’’ dediğini Bizanslı
tarihçiler rivayet ediyor) ve bu çelişki üzerinden kendini meşruluğunu ciddi
düzeyde sağlamayı bilmiştir. Patriklerin idam edilmesi (II. Partenios, III.
Partenios ve dört metropoliti vs) yada asılıp patrikhane kapısında üç gün asılı
kalması (patrik V. Gregorios) yüklenen bu misyonları yerine getirmediğinde
neler olabileceğini, ‘hoşgörü’nün aslında nasıl pragmatik ve keyfi olduğunu
gösteriyor. Ayrıca Rumların çoğunlukla mal dolaşımını sağlayan orta sınıftan
olması onları hep bir tehdit olarak kabul etmelerine sebep olmuştur. Bu tehdidi
bertaraf etmek, bir sınıf olarak da kontrollerini sağlamak amacıyla zaman zaman
gözdağı verilmesi, ikinci sınıf vatandaş olduklarının hatırlatılmasının gereği
turkoikratik (Türk yönetimi) denen dönemde sık sık hissedilmiş ve gereği yerine
getirilmiştir.
Osmanlı’nın son döneminde yaygınlık kazanan
milliyetçi-ulusalcı eğilimler ve Yunanistan’ın bağımsızlığı (1821) Rumlar
üzerinde olumsuz etkide bulundu. Bir yandan Rumların içinde de biraz yer edinen
megali idea (büyük fikir anlamında, büyük Helen imparatorluğu kurma ideası) ve
Türk milliyetçiliği fikirlerinin çatışması, diğer yandan Osmanlı’nın çöküşü
Rumları kimi kısa dönemlerin dışında iyice zora soktu. Yabancı sermayeye açılan
Osmanlı piyasası kimi Rum sermayedarlara zenginlik ve devlet nezdinde saygınlık
sağlamışsa da bunun Rumlara bir katkısının olduğunu söylemek zor, ama Batı’daki
modernite ile ilişki geliştirmek kültürel anlamda Batıyı yakalama ‘muasır
medeniyet’ düşünü Rumlar açısından sağladı. Ciddi bir sayıda okul, vakıf vb.
kuruldu, Rumlar açısından belli bir ulusal bilince yol açtı.
Cumhuriyet döneminde, birkaç önemli travmatik olayın daha
eklenmesinin dışında olumlu yönde bir gelişim yok, hatta anayurtlarından
sürülmek ve laik cumhuriyetin ‘gayr-ı müslim azınlığı’ olmaya devam etmek gibi
garip bir durumu yaşadılar. Uluslar arası güçler hep Rumlar meselesinde var
oldular ama 1. Dünya Savaşından sonra artık iyice Rumların söz sahibi olmadığı
bir Rumların mukadderatı var oldu ve hayata geçti. Lozan antlaşması ile tarihin
en ilginç esir takası gerçekleşti, mübadele adıyla. Mübadele adıyla Lozan’ın
yaptığı, aslında, her iki devleti (Yunanistan ve Türkiye’yi) de katı bir ulus
devlet çizgisine tek ulusa dayalı, tek etnik kökeni esas alan, asimilasyonu
neredeyse şart kılan bir devlet yapısına yönlendirmekti. İlk icraatları da
Rumların yaklaşık 2700 yıldır yaşadıkları, onlarca kuşak sürdükleri
yurtlarından, bir gün ansızın terk ettirmek oldu. Balkanlardan ve
Yunanistan’dan sürülenler de aynı durumdaydı ama Rumlar kadar göçertildikleri
yerlerle bir olmuş değillerdi. Mesela Konstantinopolis, çoğu zaman nüfusun
dörtte biri Rumlardan oluşuyordu ve o kentin dokusu bir Rum dokusudur. Elbette
başka kimse oraya gitmeyecek demek değil bu ama başka halkların olması bir
zenginlik, Rumların oradaki varlığı bir zorunluluktu. Osmanlı ve Cumhuriyet
karşılaştırılacaksa bu konuda karşılaştırılabilir. Osmanlı, bu zorunluluğu
kabul ediyordu ve her şeye rağmen bu zorunluluğun sınırlarını ihlal etmiyordu
ama Cumhuriyet bunu ret etti, bu zorunluluğun sınırlarını kendi varlığının
sınırları olarak gördü ve ihlal etmek için her yolu mübah saydı.
İstanbul, mübadelenin dışında tutulmuştu ve 1924’e kadar bir
milyondan az olan İstanbul nüfusunun 250 binden fazlası Rum’du. Buna rağmen
Anadolu’dan 1.5 milyona yakın Rum sürülmüştü. Yani cemaati olmayan bir
patrikhane, ulus devletler tarafından sınırlar çekilmiş bir kente sıkıştırılmış
bir Rum nüfusu. Cumhuriyet bunu da çözmek istiyordu. Birinci dünya savaşı
yıllarında amele taburları, Yükselen faşizm çağında Varlık Vergisi, Kıbrıs
sorunu gündeme geldiğinde 6-7 Eylül Olayları, Kıbrıs çıkarması olduğunda sınır
dışı edilme vs. son üçü özellikle mübadeleden kurtulan kesimin yaşam alanını
bitirmeye dönüktü. Şunu söyleyebiliriz: hiçbirinin yüzyıllardır süren ‘azınlık’
algısının ve devlet politikasının dışında yaşanmadığı nettir. Tüm provokatif
devlet politikalarına rağmen Rum halkı sağduyusunu hiçbir zaman yitirmedi ama
sonuç da alamadı. Devleti değiştirmeye dönük bir gelişme yaratmadı. Çünkü
devlet politikalarını sindirmiş-bastırılmış Rumlar da bu psikolojiye önemli
oranda adapte oldular, azınlık olmayı kabul ettiler.
Toplum birçok kesimden meydana gelir, saf bir toplum yoktur.
Klandan kabileye, aşirete, etnisiteye, ulusa geçtikten sonra saf bir form
yoktur. Bunu bilerek, bu toprağın asli unsuru olduğunu ve her birimiz kadar
yaşama (özgürce, kendi inancı, kültürü, iradesiyle) hakkı olduğunu, bu hakkın
da ancak diğer halklarla kardeşçe bir mücadele ile kazanılabileceğini ve bunun
için ortak mücadele gerektiğini bilmeli.
Kiriyle-onuruyla, kanıyla-teriyle, bayramıyla-yasıyla, bu
tarih bizim, bu coğrafya bizim ve bu insanlık ‘azınlık’ tanımaz. Çok’un Az’dan
üstünlüğü yoktur, ‘Büyük İnsanlık’ çoklar üzerine değil, Büyük Yaşama doğru
birlikte yürümek üzerine kurulacak. Bu kuruluşta en çok yer edinmesi gereken
şüphesiz -hem olumlu hem olumsuz anlamıyla- uygarlığın büyük taşıyıcısı olan
Rumlar’dır. Rumlar’ı Kürtlerle, Araplarla, Türklerle, Aleviler-Sünnilerle,
Anadolu’yla-Mezopotamya’yla, tarihiyle yani binlerce yıl öncesinde olduğu gibi
ve yenileyerek insanlığın büyük mirasından sonuç çıkararak buluşturmak, tekrar
kardeş kılmak gerekiyor.
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info – www.navendalekolin.com – http://kursam.com/index.html
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
:” ”