Birinci ve ikinci dünya savaşları dünyamız için çok eski bir hafıza olmamakla beraber, çok da yeni bir hafıza sayılmaz. Bu dünya savaşlarından sonra, özelde batı dünyası büyük bir çöküş yaşadı ve bu çöküşle insanlık büyük bir bunalım sürecine girdi. Varılan nokta insanlığın ölümüydü. Faşizm doğmuştu. Bilindiği gibi Merkezi hegemonik devlet iktidarlar bu dünya savaşlarından önce de çeşitli devlet biçimleriyle hegemonyasını yaymaya çalışmış, ama hiçbir dönem birinci ve ikinci dünya savaşlarında vardığı sınıra varmamıştır. 19. yüzyıllarda doğan ve 20. yüzyılda tamamlanan ulus devlet zihniyeti merkezi hegemonyasını yayabildiği kadar genişlemesine ve derinlemesine yaşamın tüm hücrelerine yaymış, yaşamın örgütlendiği tüm boyutlarda eşi benzeri görülmemiş faşist diktatörlerle saldırmış ve en önemlisi de insan faaliyeti olan düşünme yetisi, birey ve toplumun elinden alınmaya çalışılmıştır. Yerine düşünülen bir toplum yaratılmaya çalışılmış, sürü konumuna indirgenen toplum oluşturulmak istenmiştir. Bu toplum faşizmin tüm katliam, baskı, sömürü, zulüm ve işkencesini ve en önemlisi de soykırımı kötülüğün sıradanlığı olarak görmeye başlar. Çünkü her türlü faşizan uygulama devletin ulusu olarak ulus adına yapılır. Düşünme gücü elinden alınmış toplum- birey yanı başında yaşanan katliam ve soykırıma faşizmin İnanç değerinde bakmanın duygu heyelanına kapılmış olduğu, faşist diktatörlüklerin liderliğinde her zaman yaşanmış ve yaşanmaktadır. Bu sefer faşizm 21. yüzyılda Devlet Bahçeli ve Tayip Erdoğan şahsında Hitler’in ruhunu aratmayan faşizan davranışlara tanık oldu. Hannah Arendt bir SS subayı olan Adolf Eichman’ın mahkemede yargılanırken verdiği ifadelerde ve yaklaşımlarından edindiği izlenimden yola çıkarak kötülüğün sıradanlığını görür ve şunu söyler; “Batı geleneği insanlığın yaptığı en büyük kötülüklerin bencillikten doğduğunu varsayarak hataya düşerler. Ama yaşadığımız yüzyılda sanılanın aksine kötülük daha radikal olduğunu kanıtlamıştır. Artık biliyoruz ki, gerçek kötülüğün radikal kötülüğün bencillikle ve diğer anlaşılır günahkâr güdülerle bir alakası yoktur. Buna karşılık, temelinde daha olgusal bir şey vardır. İnsanı insan olmaktan soğutmak”
Türkiye ve Kürdistan’da korona virüs salgını yaşandığı günlerde faşizmin değer yargısı da olan ölüye ve cenazesine saygısızlık 21. yüzyılda yaşandı. hem de insanın akıl sınırlarını zorlayan yöntemler uygulandı. Nasıl alçakça bir korkuydu ki korona virüs salgınından kaynaklı insanlar dışarı çıkamezken, sokağa çıkma yasaklarının uygulandığı zamanlarda gencecik bir beden, bir gerilla naaşı, annesine gönderilmek üzere bir kargo kutusuna koyularak gönderildi. Genelde filmlerden izleriz; katiller öldürdükleri kişileri ailelerine kargoyla postalarlar. Korku filmidir olabilir, gaye korkutmaktır. Biri film, biri gerçek ve ikisi de korkutmak için yapıyor. Biri ticari amaçlı çekilmiş kurgusal bir şey, biri gerçek hayatta yaşanmış ve yaşatılmıştır. Hem de bir Anne’ye! Nasıl bir iktidar hastalığıdır, nasıl bir koltukta kalma saplantısıdır ki bu zatı insanlığından bu kadar uzaklaştırmıştır. Bu nasıl bir intikam alma hırsıdır ki Kürtlere cenazelerini kargoda yolluyor? Peki, Türkiye Cumhuriyeti liderini bir katilin soğukkanlılığında hareket etmeye sevk eden Türkiye ulusunun hangi çıkarı acaba? Yoksa kendi cani duygularının tatmini mi? Asıl olan kendi tek adam diktasını sürdürebilmek için, direnen Kürt halkının iradesini kırma, korkutma, yıldırma ve hatta bu tür yöntemlerle Kürtlerin değersiz bir ulus olduklarını kanıtlama yöntemleridir. Faşistlerin genelde başvurdukları yöntemler, ulusların değerlerine saldırma, benliklerine saldırma, hafızalarını yok etme, tarihlerini yok etme ve kendilerini değersiz hissettirme yöntemleriyle korkuyu yayma ve korkuyu insanların yaşamlarının her anında hissederek insanları insanlıktan soğutma olmaktadır. Annelerin yüreğine korkuyu çocuklarının naşlarına zarar verme, mezarlarını tahrip etme, kargoyla yollama veya panzerlerin arkasında sürükleyerek korku salmak istemektedirler. Korku insani bir duygudur, korunma içgüdüsünden gelir ve insanlık tarihinden kalma bir hafızadır. Korkuyu aşma bir o kadar eski bir hafıza da bırakmıştır. O da mücadele ve düşünme gücüdür. Bir birey olarak Erdoğan, o tek ve en belirleyici insani özellikten vazgeçmiş görünüyor, ‘düşünebilme’ yetisinden yani. Bu anlamıyla ahlaki kararlar alma yeteneğine sahip değildi. Bu düşünebilme yetersizliği daha önce görülmemiş bir biçimde bir anneye kötülüklerin en büyüğünü ve en unutulamaz olanını işledi.
Kötülüğün sıradanlığının duygusuzluğunda, reflekssizliğinde, kötülüğün radikalizmi kuruldu. Kötülük çok sıradan ve uygulanır gibi kabul ettirildi ve kabullenildi. Peki, kötülüğün radikalizmi olur mu? Ya da kötülük sadece sıradan mıdır? Kesinlikle, insanlığın büyük bir kesimi buna hayır diye cevap verecektir. Kötülüğün radikalizmi olmaz. Kötülük insani bir değer değildir. İnsanlık ilk toplumsallaşmasından bu yana inanç sistemini iyilik, doğruluk, güzellik ve sevgi üzerinde inşa etmiştir. Bu değerlerin savunulması ancak ve ancak radikal olabilir. İyiliğin, sevginin ve doğrunun, doğruluğun radikalizmi olur mu? Tabi demokratik özdeyse evet. Demokrasi özgürlük, eşitlik ve adalet olduğundan, demokrasiyi savunmak radikal olmalıdır. İnandığın özgür ve eşit birlikteliğe dayalı yaşam radikal savunulur. Düşünen varlık olan insan, insani değer yargılarıyla vardır. İnandığı yaşama ortak birlikteliğin değeriyle anlam katmıştır. Yaşama verdiği anlam iyiliğin, güzelin, sevginin verdiği erdem olmuştur. İlk toplumsallaşmadan günümüze kadar bu değer sistemine demokrasi diyoruz. Devlet aklı çıkar temelli, düşünen varlık olan insanı liberalizmin akılcılık ve ulus devlet milliyetçiliği ile ehlileştirerek (barınma-beslenme-üreme) güdülerle hareket eden birinci doğa sınırlarına hapsetmektedir. Bilindiği gibi liberalizm gelişen bilimsel teknoloji yoluyla birinci doğa üzerinde tahakkümü, sömürüyü, zorbalığı, egemenlik ve hükmetmeyi olması gereken ilahi düzen olarak temellendirilmiştir. Egemenlik ve hükmetme birinci ve ikinci doğanın yaşamsal var oluşun anlam gücünde yoktur. Egemenlik, sömürü, tahakküm toplumsal doğada hiçbir zaman insanlık değer yargıları olmamıştır. Bu yüzden bu kavramlar hiçbir egemen devletin toplumlar üzerinde yürüttükleri kötülüğün dili olmamıştır. Asimilasyon, soykırım ölümdür. Ötesi değildir, bunlar uygulanırken çok ciddi bir manipülasyon ile uygulanmıştır ve uygulanmaktadır. Kötülük iyiliğin diliyle yapılınca demokrasi gibi bir kavram her zaman devletlerin kullanım tekelinde olmuştur. Sümer devletinden feodal devlet biçimine kadar, kötülüğün yani toplum dışılığın bireyci menfaatin veya hırsın dili tanrının istemi ve buyruğu adı altında manipüle edilirken, liberalizmin kapitalist devleti ise demokrasi adı altında, insanlığın değer sisteminde olmayan kötülük faşizmle uygulanmaktadır.
Kötülük inandırılacak veya savunulacak bir değer yargısı olmadığından, insanlara zorla dahi olsa kabul ettirilemez. Ancak meşru kılarak kabul ettirilebilir. Sümer rahip devletinden günümüze devlet ve erkek egemen zihniyet toplumsal tüm değer yargıları kendi menfaati ve çıkarı için toplumsal yaşamın inanç sisteminin değer yargıları üzerinden meşru kılmıştır. Meşruiyetini zihniyet inşasında gerçekleştirmiştir. Düşünen toplum- birey düşünmeyen toplum-birey yerine geçirilip yeni bir toplum hafızası yaratılmaya çalışılmıştır. Düşünme toplumsal doğanın var oluşsal anlam değeridir. Çağlar boyunca kötülük ve iyilik hep kavga halinde olmuştur. Her zaman iyilik aranan ve istenen, arzu edilen, kötülük ise hep acı ve ölüm getiren ve karşısında durulması gereken, mücadele edilmesi gereken olgu olmuştur. Toplumsal yaşam bu düalite üzerine kurulmuştur dersek abartmış olmayız. Ama anlam bu düalite üzerine kurulmuş diyebiliriz.
Zilan KAYA
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi