25 Şubat 2010 Perşembe Saat 09:55
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
İslam’da Devlet ve Laiklik
İslam’da devlet ve hükümet kuralları dinsel niteliktedir. Bu
kurallar her zaman, her yerde ve her türlü koşullarda yürürlüğü öngörülen ve
kaynağını Tanrı’nın iradesinde bulan ilkelerdir. Gerçekte, İslam belirli bir
devlet türünü öngörüp kabullenmemiştir. Zamana, yere ve koşullara göre
oluşturulacak bir siyasal düzen, belirtilen ilkelere dayanan herhangi bir
biçimde olabilir. Kabul edilen ‘insanların maslahatları’, bulundukları toplumun
zaman ve ‘ahvalinin değişmesine’ bağlıdır ilkesi, belirli bir siyasal biçimin
değişmez bir biçimde kabul edilmesini engellememektedir. İslam’ın, siyasal
iktidar biçimleri açısından temel ve değişmez ilkesi, toplumsal ve siyasal
düzenle ilgili tüm kuralları Tanrı’nın saptadığı inancıdır. Tanrı’nın kuralları
da Kuran’da yer almakta ve bu asıl yasa dışında kişilerin kural ve yasa koyma
yetkileri yoktur. ‘Teşrii’ gerçekte yalnızca Tanrı’ya aittir. İslam hükümeti
emreder ilkesinin, İslam’ın siyasal kuralı olarak kabul edilmesi, İslam’da
devlet yapısının kesinlikle teokratik olduğu sonucuna varılmasına neden
olmuştur. Buna göre, teokrasi devletin dini devlet olması ve yönetenlerin
iktidarlarını tanrıdan almaları anlamına gelir. Herkes yeryüzünü imar ve ıslah
etmede tanrının halifesidir. Tanrı hükümlerinin yerine getirilmesinin kaynağı
da halktır. Tanrının dışında kendine özgü iktidar sahibi kişi ya da kişiler
kabul edilmediği için, İslam devletinin teokratik niteliği Hıristiyan
teokrasisinden farklıdır. Tanrı ve Resulü ile halk arasında misak (sözleşme)
söz konusudur. Kur’an da sözü edilen ahdi ve akdi durumu, misakı dile
getirmektedir. Misak tek taraflıdır, taraflarını ve koşullarını tanrı belirler.
Misak, İslam ümmetinin bağlı olduğu dinsel nitelikteki siyasal iktidarın
kaynağını, yasallığını ve geçerliliğini ifade eder.
İslam’ı uygulamak, ibadeti sağlamak, adaleti
gerçekleştirmek, dinsizliği cezalandırmak mal, can ve namus güvenliğini
sağlamak ve cihat açmak için devletin varlığı zorunludur ve egemenliğin sahibi
Tanrı’dır. Tanrı egemenliği Kur’anda mülk olarak adlandırılmaktadır.
İslam anlayışına göre, tanrı kişilerin kendisine olan
metafizik kulluk bağlılığına karşılık, onlara akıl-irade-özgürlük ve
dokunulmazlık vermiştir. Kişinin akıl, irade, özgürlük egemenliğinin kavranış
ve yorumlanışı, değişik İslam okullarına göre farklı farklı açıklanmıştır.
Akılcılığı savunan ‘Mutezile’ anlayışı, bağnazlığı simgeleyen, aklın ve
iradenin varlığını yadsıyan ‘Cebriyye’ okulu ile karşılaşmıştır. Bu okulların
İslam toplumundaki etkinliğine göre, o toplumun yönelişleri farklılaşmıştır.
Böylece maslahatta uygunluk, içtihat, meşveret (danışma) kuralları unutulmuş
İslam toplumları, kaderci, tutucu ve bağnaz bir dinsel düşüncenin egemenliğine
girmiştir. Salt ‘itikad’ sorunları ile ilgilenen ve felsefeyi yadsıyan ilm-i
kelam, sorunlara iman yoluyla çözüm aramış, aklı mahkum etmiştir. İbn-i Rüşt,
Farabi ve İbn-i Sina gibi düşünürlerin yer aldığı İshak el- Kadim tarafından
kurulan felsefe okulu, toplumsal çöküş süreci içinde İlm-i kelamcılara yenik
düşmüştür.
Kaderci düşünüş, İslam toplumunun dinamizmini yok etmiş,
hoşgörüsüzlük, bağnazlık, dinsel kuralların kesin bağlayıcılığı, gelenekçilik
ve geri kalmışlık süreç içinde İslam toplumlarında egemen olmuştur. Geri
kalmışlık tarihsel bir gerçek olarak saptandığı için, varılan sonuç Doğu
toplumlarının kaderi sayılmış ve bu tarihsel noktada İslam düşünüşünün içinde
bulunduğu durum göz önünde bulundurularak, İslam’ın toplumsal gelişime engel
olduğu savına varılmıştır.
Geri kalmışlık ekonomik bir yapıdır ve Batının, geri
kalmışlığı biçimsel ve teknik açıdan ele alıp, Müslüman ülkelerin gelişmeleri
için Müslümanlıktan uzaklaşmalarını koşul sayması, sömürgeleştirdiği Doğu’yla
bu sömürge ilişkilerini değişik biçimlerde sürdürme amacının sonucudur. Batı
böylece, kendi uygarlık düzenini, biçimsel ve taklitçi bir yapı içinde Doğu’ya
kabul ettirmek ve kendisine bağımlı kılmak amacındadır.
Doğu’da kapitalistleşmeye engel öğeler, Batı’daki gelişimin
benzerlerini sağlayamamıştır. ‘Mülkün’ tanrıya ait oluşu, Doğu’da
burjuva-feodal çelişkisini engellemiş ve kapitalistleşmenin iç dinamizmi
oluşmamıştır. Bu durum Doğu’da servet birikimi, dış dinamizm ile ticaret
ilişkileri içinde sağlanmıştır. Bu oluşum içinde servet belirli ellerde
birikmiş ve sermayeye dönüşme olgusu gerçekleşmemiştir. Serveti ellerinde
bulunduranlar ise genellikle dinsel-siyasal iktidar sahipleridir. Batı – Doğu
ilişkisinde, Batı engizisyondan burjuva durumuna ulaşırken, Doğu büyük bir
uygarlıktan çöküntüye düşmüştür. Bu birbirine ters gelişim sonucu Batı,
Doğu’daki ekonomik egemenliğini, düşünsel egemenliğiyle pekiştirmek için,
sorunların tüm suçunu ‘İslam’a yükleyip, çözüm yolu olarak ‘laikleşme’yi
göstermiştir.
Gerçekte İslam düşünceleri, İslam dünyasının geri
kalmışlığını çok önceleri saptamışlar. Özellikle XVIII. yüzyıldan sonra geri
kalmışlığın İslam dünyasını tutsak ettiği saptanmış, ama çözüm yine dinsel
alanda görülmüştür. Kurtuluşu arayanlar çareyi İslam’ın ilk günlerine dönüşte bulmuşlar, dinden
uzaklaşmayı sorunların nedeni saymışlar. ‘Vahabilik’ Veliyullah akımı,
Hindistan’daki anayasacılık hareketi bu konuda örnektir. Bu akım ve görüşlerin
başarısızlığı Batı’nın, İslam’da
laikleşme zorunluluğunu savunmasıyla sonuçlanmıştır.
Din, değişik koşullarda, olumlu ya da olumsuz yönde etkin
olabilmektedir. Dinin bu değişik etkinliği, temelde toplumsal yapının
özellikleriyle belirlenmektedir. Bu açıdan, din olgusu çağından ve çağının
koşullarından soyutlanarak ele alınamaz. Toplumlardaki dinsel etkinlik, din ile
siyasal iktidar arasındaki ilişki, gelişim karşısında dinsel tutum, birer neden
olmayıp, birer sonuç olmaktan öteye gidemez. Laiklik ilkesini ve siyasal
biçimini de bu anlayış içinde görmek gerekir.
Osmanlı’da Laiklik
Osmanlı imparatorluğunu kuran Osmanoğulları, devlet
egemenliğini elinde bulunduran bir ailedir. Devlet başkanı ülke ve ülkede
yaşayanlar üzerinde mutlak bir egemenlik hakkına sahipti. Başlangıçta yalnızca
cismani iktidara sahip olan devlet başkanı/padişah, Yavuz Sultan Selim’in
Mısır’da bulunan Abbasi halifesinden hilafeti devralmasıyla ruhani bir iktidara
da ulaşmıştır.
Geleneksel devlet sistemi mutlak ve teokratik ya da yarı
teokratik bir monarşiydi. İşleyişi Padişah-Ulema-Yeniçeri üçgeni arasındaki
uyuma bağlıydı. Gerileme döneminde ise bu unsurlar tek tek yozlaşma içindeydi.
Osmanlı devlet ve iktidar yapısında, Saltanat kurumu
devletin monarşik karakterini vurgular ve iktidarın sahibi olarak görünür.
Devlet aynı zamanda teokratik ağırlıklıdır. Anayasallaşma hareketleri,
padişahın iktidarını paylaşma çabaları kısmen sonuç verse de kısa sürmüş, buna
karşın yönetimi laikleştirme çabaları I.Meşrutiyetle sağlanamamıştır. ‘Devletin
dini İslam’dır (md.11), padişah aynı zamanda halife olup (md.3-4), ahkam-ı
şerriye’yi uygulatır (md.7), şeyhülislam devlet örgütü içinde ve hükümette yer
almaktadır (md.27), yasalar ‘umur’u diniye’ye’ din buyruklarına aykırı olamaz
(md.64), ülkede şeriyye mahkemeleri vardır ve anayasa tarafından tanınmıştır
(md.87) gibi maddeler ilk anayasada yerini almıştır. Bu anayasalar gelişmeler
laikliğin gelişmesini engelleyici rol oynamıştır.
Siyasal İslam’ın Doğuşu ve Türkiye’de Siyasal İslam
Siyasal İslam’ın doğuşunun temel nedenlerinden belki de en
önemlisi, Batı’nın sanayi devrimiyle sağladığı olağanüstü hızlı
gelişmesinin, İslam’ın ileri gelenlerini çözüm arayışına yöneltmesidir. Kutsal
kitabın ilkelerinden ve kurallarından uzaklaşmış olmanın Batı karşısında geri
kalmaya neden olduğu savı, 1800’lü yıllarda birden bire ön plana çıktı. Bu
akımın öncülerinden biri de 1839’da Afganistan’ın Kabil kentinde doğan
Cemalettin Afgani’dir. Afgani 10 yaşında evi terk etti. 18 yaşında Arapçayı
öğrendi ve İslam tarihi, fizik ve mantık öğrenimi gördü. İngilizceyi 1.5 yıl
kaldığı Hindistan’da öğrendi. 30 yaşında İstanbul’a geldi ve Abdülhamid’in
huzuruna çıktı. Kendisine ‘kebir-i maarif ve encümen-i daniş’ üyeliği verildi.
Sultan Abdulhamid’in Osmanlı devletinin bütünlüğünü sağlamak için, Balkanları
yitirdikten sonra İslam Birliği tasarımı ile Cemalettin Efgani’nin düşünceleri
örtüşüyordu. O da İslam’ın kurtuluşunu böylesi bir birliğin sağlanmasında
görüyordu. O yüzden ‘Panislamizm’ Osmanlı devletinin de resmi ideolojisine
dönüşmekte gecikmedi.
1830’larda başlayan ve 1910’lara kadar süren arayışların
özünde bir gerçeğin altı çizilmekteydi. İslam dünyası geri kalmıştır. Siyasal
İslam’ın kurucularından ve eylem planlarının hazırlayıcısı olan Seyyid Kutub bu
düşünceye katılmakla birlikte, kesin tavır almanın zamanının geldiğini de
açıkça belirtmektedir. İnsanların yeniden İslam’a çağrılması gerektiğini ileri
sürmekteydi.
Cumhuriyet Döneminde Siyasal İslam
1923’te Cumhuriyeti ilan eden ittihatçı kadro, toplumun
temeline dokunmadı. Toplumsal yapıda bir dönüşüm, toplumun temelini sarsacak
bir toplumsal dönüşüm yaratacak ‘güce ve potansiyele’ sahip değildi.
Dolayısıyla içi boş ve aşırı bir modernite söylemine dayanarak yönetemeyecekti.
Öyle olunca da zayıf, kırılgan ve inandırıcılığı tartışmalı bir resmi ideoloji
üretmeye zorlanacaktı. Fakat resmi ideolojinin kitlelerin bilincine nüfuz edip
yanılsama yaratma gücü çok zayıf olduğu için, iktidar olabilmeleri ve iktidarda
kalabilmeleri geleneksel ideoloji olan dinin yardım ve desteğiyle mümkündü. Bu
amaçla din bir iktidar aracı olarak kullanıldı, ihtiyaca göre de manipüle
edildi. İslamcılar politik etkinlik sağlamak istediklerinde rejim tarafından
bastırıldılar. Ama rejimle ‘uyumlu’ olma yolunu seçtiklerinde de
ödüllendirildiler. Rejimin kendini zayıf hissettiği 1920’li ve 1930’lu yıllarda
din bir tehlike olarak sunuldu ve bastırıldı. 1960’lı ve 1970’li yıllarda sol
hareketlerin önünü kesmek üzere kullanıldı. 1980 sonrasında din yeni dönemin
ihtiyaçları doğrultusunda (Türk-İslam sentezi) yeni bir işleve koşuldu ve
yükselen Kürt Özgürlük hareketine karşı kullanıldı (bu konudaki Hizbullah
örgütüne yaklaşım). Bu yüzden Kemalist rejimin dine yaklaşımı her zaman
ikircikli ve çelişkiliydi. Rejim dozunu kendi ayarladığı bir ‘dinci gericiliğe’
ihtiyaç duydu. Hem din işe karıştırıldı hem de dinin etkinliği artınca ‘irtica
hortladı’ söylemi dillendirildi.
1923-1946/50 ‘Ebedi Şef ve Milli Şef’ diktatörlüğü döneminde
rejimin dine yaklaşımı bastırma/ödüllendirme şeklindeydi. Dini kesimden rejime
muhalefet edenler şiddetle ezilirken, rejimle iyi geçinme tercihi yapanlar
ödüllendirilirdi. Mustafa Kemal tarafından mebusluğa (milletvekilliği) tayin
edilen şeyhlerin sayısı az değildir. Halk kitlelerinin iradesinin sürece dahil
edilmediği tek parti diktatörlüğü döneminde İslamcı muhalefet bir varlık
gösteremedi. Osmanlı yenilikçi hareketleriyle (Nizam-ı cedid) başlayan dönemde
imparatorluğun yarı-sömürgeleşmesinin derinleşmesiyle, kitlelerin yaşam
koşullarının daha da kötüleşmesi, halk kitlelerinde bir memnuniyetsizlik ortaya
çıkarmıştı ve Osmanlı merkezi bürokrasisi içindeki bir kesim de duruma göre bu
memnuniyetsizliği kullanarak muğlak bir iktidar mücadelesi yürütüyordu.
‘Yenilikçi’ Osmanlı eliti, halktaki bu tepkiyi irtica olarak görüp bastırırken,
kendisini de ilericiliğin timsali olarak görüyordu. Oysa ne halk tepkisi
‘irtica’ olarak nitelendirilebilirdi, ne de ‘yenilikçi’ Osmanlı elitinin
ilericilikle bir ilgisi vardı. Sorun tamamen bir iktidar mücadelesiydi. 1946/50
döneminde ‘çok partili sisteme’ geçilince durum değişti. Siyasi partiler oy
almak için dine ve dincilere tavizler vermek zorunda kaldılar. Bu amaçla da
tarikat liderleriyle pazarlığa giriştiler. Oy almanın yolu tarikat reislerinden
geçiyordu. Şimdilerde tam bir sosyal-ekolojik-kültürel yıkım tablosu ortaya
çıkaran neoliberal ideoloji, 1945 sonrasında ‘üretildi’ ama pratik politikaya
tercüme edilmesi 1980’lerin başında mümkün oldu. Kapitalizmin ‘yapısal krizi’
ve sol muhalefetin zaafı, neoliberal tezlerin uygulanması için ‘elverişli’ bir
ortam oluşturdu. Siyasal İslam için de benzer bir durum söz konusudur. Modern
Siyasal İslam (politik İslam) İngiliz sömürgeciliğinin hizmetindeki
oryantalistlerin (şarkiyatçıların) bir düşünüdür. İngiliz oryantalistleri
İslam’da, Hıristiyanlıkta olduğu gibi devletin dinden ayrılmasının mümkün
olmadığını vaaz etmişlerdi. Siyasal İslam’ın
kurucu babalarından biri olan güney Hindistanlı Şeyh El Mawdudi
(1903-1979) tarafından geliştirilen tezler, oryantalistlerin tezleriydi ve
Hindistan’ın bölünmesinin gerekçesi yapıldı. El Mawdudi bir Müslüman’ın İslami
olmayan bir devlette yaşayamayacağını, ancak Müslümanlar tarafından yönetilen
bir İslam devletinde yaşayabileceğini ileri sürüyordu. Ona göre İslam
devletinde laikliğe yer yoktur veya İslam devletinin laiklikle bağdaşması
mümkün değildir. Aslında bu tezin hiçbir iç tutarlılığı ve inandırıcılığı
yoktur. Aksi halde Hıristiyanlar için de aynı şey söz konusu olurdu. İslam’ın
başka yerlerdeki teorisyenleri Mısırlı Seyyid Kutub vb. de benzer tezler ileri
sürüyorlardı. Şeyh El Mawdudi, Hindistan’ın bölünmesinden sonra Lahor’a
yerleşti, 1941’de Cemaat-i İslami adlı örgütü kurdu ve iktidar mücadelesine
girişti. Fakat politik İslam’ın bir aktörü olarak sahneye çıkması, 1970’lerin
sonlarına rastlıyordu. Siyasal İslam, politik bir hareket olarak dini (İslam’ı)
referans alsa da, onu sadece kendini meşrulaştırmak için kullanıyordu. Dinin
kaynaklarına gönderme yapmıyor sadece ritüellerini kullanıyordu.
Siyasal İslam’ın son yıllarda yükselişi ve Türkiye’de son
seçimlerle birlikte bu düşüncenin temsilcisi olarak kabul edilen bir partinin
iktidar olması, Siyasal İslam tartışmalarını yeniden ortaya çıkarmıştır. Bu
tartışmalar çoğu zaman bilinçli bir şekilde, laiklik tartışmaları çerçevesinde
alevlendirilmektedir. Bazı siyasi partiler de çoğu zaman siyasi İslamcı bir
ideolojiye bürünerek, bu konuyu bir oy toplama aracı olarak görmüşlerdir.
Siyasal İslam’ın yükselişi son yıllarda Türk siyasal
yaşamının gündemini en çok meşgul eden konulardan biridir. ‘İslamcı-laik’
ikilemi çerçevesinde şekillenen bu gerginlik esasta, iki farklı medeniyet
projesiyle ilgilidir. Laikliği temel aldığını iddia eden cumhuriyetin
çağdaşlaşma projesi, İslamiyet’i kişisel inanç ve ibadet düzeyinde algılamakta,
buna karşılık Siyasal İslam’ın medeniyet
projesi ise, İslamiyet’in kamu yaşamında çok daha görünürde bir rol oynamasını
amaçlamaktadır. Bu amaç sık sık ifade edildiği üzere ‘yüzde 99’u Müslüman olan
bir halkın’ bunu doğal olarak isteyeceği varsayımına dayandırılmaktadır. Bu
varsayımın doğru olup olmadığı önemlidir. Çünkü bir yandan İslami hareketin
meşruiyet iddiasını güçlendirmekte, öbür yandan da laikliği benimsemiş
kesimlerin ‘şeriat devleti’ korkularını beslemektedir.
Türkiye’de ‘çok partili yaşama’ geçildikten sonra İslamcı
hareket ve ideolojinin sağ partilere yöneldiği görülür. 1945-1950 döneminde
İslamcı gelenekçi düşüncenin en önemli temsilcisi Millet Partisidir. MP,
İslamcıların desteklediği ciddi bir muhalefet partisi olmuştur. Daha sonra
Milli Nizam Partisi (MNP) kuruluncaya kadar İslamcılar genellikle AP’nin
‘İslamcı’ bir parti olmadığını anlayıncaya kadar onun yanında yer almışlardır.
MNP kuruluncaya kadar İslamcı çevrelerin giriştiği bir diğer
parti denemesi, İslam Demokrat Partisidir. Ancak hiçbir başarı ve etkinlik
sağlayamamıştır. İslamcılar Adalet Partisi’nin gerçekte Demokrat Parti’nin
devamı olmadığının anlaşılmasıyla da, AP’den ayrılarak bağımsız bir siyasal
harekete yönelmişlerdir.
Milli Nizam Partisi
1970’li yıllarda büyük sanayi burjuvazisi ile küçük
burjuvazi arasında anlaşmazlıklar çıkması, küçük sermaye kuruluşlarının
kendilerinin öncelikle gözetilmedikleri ve çıkarlarının AP tarafından
korunmadığını anlamaları, yeni bir siyasi oluşumun ortaya çıkmasını beraberinde
getirdi. 1961 Anayasasının ‘özgürlük’ ortamında, milliyetçi ideolojiler yanında
dinci ideolojiler de ortaya çıkmıştır. Ayrıca, İslami cemaatler politikayı
artık AP içinde değil, bağımsız olarak sürdürmek istediler. İskender Paşa
Cemaati lideri M. Zahid Kotku, AP’den umudunu kestiği için adını da kendisinin
koyduğu Milli Nizam Partisi’nin (MNP) kuruluşunu sağladı. Necmettin Erbakan’ı
da parti başkanı olarak belirledi. MNP, büyük burjuvazi karşısında gelir ve saygınlık yitiren bir
küçük işletmeci, tüccar ve esnaf ile Batılılaşma hareketini başından beri
reddeden bir kesim İslamcının etrafında kenetlendikleri ve Siyasal İslam’ın
örgütlü olarak politik yaşama katıldığı bir parti oldu. MNP, İslami bir parti
olarak nitelendirilmesine rağmen, kuruluşundan kapatılmasına kadar hep çekingen
bir İslami söylem kullanarak laikliğe açıkça saldırmaktan çekinmiştir. Partinin
programında laiklik için ‘laikliği din aleyhtarlığı şekline dönüştüren her
türlü anlayışa karşıyız’ şeklinde bir ibare kullanılmıştır. MNP, Türkiye’de
bağımsız bir İslami hareketin oluşması yolunda küçük ama ilk ciddi adımdır.
Yürürlükteki yasalar nedeniyle İslami kimliğini açıkça sergilemekten kaçınan
MNP, İslami sistemin taraftarı olduğunu ve bu sistemi hangi yönetimle
kuracağını içeren mesajları üstü kapalı ve çok da net olmayan ifadelerle
belirtmekteydi.
26 Ocak 1970’te kurulan MNP, Anayasa Mahkemesinin 20 Mayıs
1971 tarihli kararıyla kapatıldı. MNP, 1970’lerin başında İslamcı düşüncenin
genel sağcı ideolojiden ayrışmasını sağlamıştır.
Milli Selamet Partisi
Anayasa Mahkemesi kararıyla MNP’nin kapatılması sonrasında
aralarında pek fark olmayan MSP, tepkileri çekmemek maksadıyla bakan ve birkaç
kişinin dışarıdan desteğiyle kuruldu. Ortak pazara karşı çıkıp, İslam dünyasına
açılımı savunan MSP, izlediği politikayı ‘Milli Görüş’ olarak nitelendirerek
amaçlarının maddi ve manevi kalkınmayı sağlamak olduğunu belirtir. Kendinden
öncekiler gibi, Osmanlının çöküşünü Batılılaşma uğruna İslam’ı reddetmesine bağlayan MSP, büyük Türkiye’nin
İslam uygarlığına dönmekle oluşacağını savunuyordu.
14 Ekim 1973 seçimleri tek partinin iktidarını imkansız
kılınca, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez ‘Siyasal İslam’ hükümet ortağı
olarak da olsa iktidara geliyordu. CHP-MSP koalisyonu, CHP’lilerin MSP’yi
‘irticacı’, MSP’lilerin de CHP’yi ‘dinsiz’ görme eğilimine rağmen kuruldu.
İslam’ın demokrasiye uyup uymadığının bir deneyi gibi de görülen oluşum çok
geçmedi ki (af meselesinden de anlaşılacağı üzere) derin görüş ayrılıklarıyla
son buldu. Önceden anlaşılarak meclise getirilen af tasarısında, MSP ‘sol
suçlu’ların affı konusunda aleyhte oy kullanmıştır. ‘Kıbrıs Barış Harekatı’ da
iki lider arasında öne çıkma konusunda bir yarışa dönüşmüştür ve CHP-MSP
koalisyonu bozulmuştur. Hükümetin istifasının ardından, olası bir erken seçimde
Kıbrıs’tan dolayı başarı sağlayabilecek olan Ecevit’in önünü kesmek için sağ
partiler (AP, MSP, MHP ve CGP) 1975’te ‘milliyetçi cephe’ dedikleri bir
koalisyon kurdular. MSP, Demirel’in başbakanlığındaki bu hükümette kadrolaşma
fırsatını iyi değerlendirmiştir. Birinci Milliyetçi Cephe koalisyonu, TBMM’nin
5 Haziran 1977’de erken seçim yapmaya karar
vermesiyle son buldu. 1977 seçimlerinde, Nurcuların AP’yi desteklemesi
ve bir kısım İslamcı oyların MHP’ye gitmesi sonucu, MSP’nin oy oranı yüzde
11’den yüzde 8’e düşmüştür. Türk – İslam sentezinin gündemde olduğu dönemde
CHP’nin azınlık hükümeti kurma ihtimaline karşı ‘milliyetçi partiler topluluğu
iktidarı sola teslim etmemeli’ diyen Süleyman Demirel başbakanlığında (AP, MHP,
MSP) ‘İkinci Milliyetçi Cephe’ koalisyonunu kurdular. Bu dönemde imam-hatip ve
Kuran kursları sayıları arttırılırken İslam dünyası ile ilişkiler de artırıldı.
İktidar döneminde kadrolaşmayı sürdürmesi yanında MSP, ‘her köye bir cami
projesi’, diyanet yetkilerinin artırılıp kadrolarının on kat artırılması, Hac
kotalarının kaldırılması, zorunlu din-ahlak dersi konulup din görevlileri
tarafından okutulması, tatil günü olarak Cuma’nın seçilmesi çalışmaları ve
Osmanlı hanedanlığı üyelerine Türk vatandaşlığına geçiş yasalarının çıkarılması
gibi çalışmalara imza attı. İran devriminden etkilenen ve muhalefet döneminde
iyice radikalleşen MSP’nin Ekim 1978’de yapılan büyük kongresinde, Atatürk
resminin gözleri oyulmuş ve şeriat yanlısı sloganlar atılmıştı. MSP artık
ihtiyatı da elden bırakmıştı. Kapatılmaktan korkmuyordu. Artık alenen şeriata
dayalı devlet kurma isteklerini dile getirir ve dinsiz devletin yıkılacağı
söylemleriyle mitingler düzenler olmuşlardı. Karışık dönemin bahanesiyle
yönetime el koyan ordu, diğer partilerle beraber MSP’yi de kapattı.
Refah Partisi ve Sonrası
Darbeyi gerçekleştiren Kenan Evren, darbe sonrası bütün
siyasal partiler kapatılınca ihtiyaç duyulan desteği, birçok siyasinin
sıkışınca aradığı desteği din öğesinde aradı. Din eğitimi anayasal bir
zorunluluk haline getirilirken, imam-hatip mezunlarına ilahiyat dışındaki
üniversitelerin kapıları açıldı. Böylece dini eğitim bir meslek amaçlı olmaktan
çıkarılıp, alternatif bir eğitim sistemi haline getirildi.
1983 yılında kurulan Refah partisinin seçimlere girmesine
izin verilmeyince askeri yönetim dışında kurulan tek parti olan ANAP avantaj
yakalamış oldu. Bunu iyi değerlendiren Özal, hemen hemen bütün İslamcıların
desteğini almış oldu. İskender Paşa dergahına bağlı bir Nakşi olan Özal, MSP
tabanında kabul gördü.
1987’de yapılan referandumla siyaset yasağı kaldırılmış ve
tekrar toparlanma noktasına gelen RP, Erbakan’ı parti başkanlığına ve üst
yönetime de MSP’lileri getirmiştir. 1987 yılındaki erken seçimlerde Erbakan
yüzde 10 barajının altında kaldı. 1989 yerel seçimlerinde ise büyük bir başarı
elde etti. 1991 erken seçimlerinden yüzde 16 oyla çıktı. Bu dönemde yaşanan
Sivas katliamının RP’li belediye sınırları içerisinde cereyan etmesi ve İslamcı
kesimce ortaya atılan laik-Müslüman karşılaştırılmasının çıkardığı
kutuplaşmanın neticesinde olması, karşıt grubun ‘din düşmanı’ gibi gösterilerek
katledilmeleriyle hafızaya kazındı.
1994 yerel seçimleri Siyasal İslam’ın zaferi oldu. 28 ilin
belediye başkanlığını kazanan Refah, Ankara ve İstanbul’u da almıştı.
Büyükşehirlere alışamayan, ahlaki değerleri yozlaşmış ve dinden kopmuş olarak
gören büyük kentlerin taşralı sakinleri, dini ve RP’yi bir sığınak olarak
gördü. Bunda özellikle gecekondularda yaptığı yoğun propagandanın etkisi
büyüktür.
12 Eylül’den sonra da RP, İslam dinini ana politikası yapmış
ve böylece siyasal İslam’ı Türk siyasetinde bir temel belirleyici haline
getirmiştir. Erbakan 1995 seçimleriyle başbakan olmuştur. Ocak 1997’de Sincan
Belediyesinin düzenlediği Kudüs gecesi nedeniyle ‘post-modern bir darbe’ olarak
nitelendirilen 28 Şubat süreci gerçekleşti. 28 Şubat 1997’de toplanan MGK’ya
askeri kesim, irtica ile mücadele ve sekiz yıllık kesintisiz eğitim gibi
maddelerle gelmiştir. RP’nin kadrolaşmasına karşı gelen TSK, sekiz yıllık temel
eğitim konusunda da ısrarlı tutumunu sürdürdü.
Bu gelişmeler ışığında Yargıtay C. Başsavcısı Refah Partisi
hakkında kapatma davası açtı. Kapatılma kararının ardından Erbakan ile
özdeşleşmiş grup yeniden onun etrafında toplanmaya başladı. Aynı misyonla ve
biraz farklı bir çehreyle kurulan Fazilet Partisi’nin başına Recai Kutan
getirilerek, parti içindeki ‘yenilikçi’ kanadın önüne, ‘gelenekçi’ bir başkanla
çıkılmak istenmiş ancak yine de Tayip Erdoğan’ın parti içinde sivrilmesi
engellenememiştir. 1999 seçimlerine 28 Şubat, siyasal İslam, irtica ve parti
kapatılması gibi konularla girildi. FP’nin meclise girmesi çok kolay oldu ve
ilk eylemi de Merve Kavakçı olayı oldu. Erbakan’ın devrini tamamladığını
düşünen ve kendilerinin fikirleri dikkate bile alınmayan yenilikçi kesim yavaş
yavaş partiden yollarını ayırmaya başladı. Bu kopuş süreci 2001 yılında Adalet
ve Kalkınma Partisi’nin kuruluşuna ve sonrasında tek başına iktidar olmasına
kadar devam etti. AKP, 3 Kasım 2002 yılında yapılan seçimlerde yaklaşık % 36 oy
oranıyla birinci parti olarak çıktı. 2007 genel seçimlerinde ise % 46 oyla en
görkemli dönemini yaşadı. Kendisini muhafazakar demokrat olarak tanımlayan bu
parti Avrupa Birliği’nin kapısında beklenilen bugünlerde laiklik konusundaki
hassasiyetleri bildiği, önünde Refah Partisi gibi bir örnek olduğu ve Avrupa
Birliği yolunda gerçekleştirilen ‘reform’ları zedelememe adına rejimi tehdit
edecek herhangi bir girişimde bulunmadı. Avrupa Birliği’nin tepkisine neden
olan ‘zina yasası’nı dahi geri çekti.
Ali Rızgar
Kürdistan
Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org
– www.lekolin.net – www.lekolin.info