21 Ocak 2014 Salı Saat 16:34
Guardian gazetesi Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın mektubunu yayınladı. Mektupta Öcalan, “müzakere de mücadele de halk hareketlerinin geleceğinin belirlenmesi açısından mühimdir ve bu süreçleri yürütenler halklarının korktuğu değil güvendiği isimlerdir” dedi. Öcalan son 14 yıllık direnişini de örnek göstererek, “zincirler kendilerini anlatır…” dedi.
5 Aralık 2013 tarihinde Nelson Mandela’nın yaşamını yitirmesi ardından gazetede yayınlanan başyazıya cevaben yazılan mektupta Öcalan, sözkonusu yazıda geçen “korkulan ve tapınılan bir lider” tanımlamasına karşı çıkarak, “Son 14 yılını bir ada-hapisanede, tek başına, ağır izolasyon koşullarında geçiren bir insanın yalnızca onu zincire vuranlar için bir “korku kaynağı” olabileceğini ispat etmek bile gerekmez. Zincirler kendilerini anlatır…” dedi.
Öcalan’ın Guardian gazetesinde bir bölümü yayınlanan “Kürt özgürlük mücadelesindeki gerçek rolüm” başlığıyla kaleme aldığı mektubun tam metni şöyle:
“Geçtiğimiz günlerde Nelson Mandela’nın ölümü üstüne İngiltere’de The Guardian gazetesinde bir yazı yayınlandı. Yazı, Mandela’nın yanında aralarında benim de olduğum Cevahirlal Nehru, Aung San Suu Kyi gibi isimlerin de yer aldığı, pek manidar(!) bir karşılaştırmayı da içeriyordu. Egemenler, egemen bilinciyle hareket etmeye devam ettikçe, halklarıyla bağ kurabilmiş insanlara yönelik bu tür mukayeseler elbette devam edecektir.
Ancak her mukayesenin kendi içerisinde sorunları vardır. Mücadelelerin verildiği zaman dilimleri, farklılaşan coğrafi ve siyasi şartlar, hatta kişiler arasındaki karakteristik farklılıklar dahi bu tarz karşılaştırmaları sorunlu hale getirir. Öncelikle söylemek isterim ki, arkasından tüm dünyanın gözyaşı döktüğü bir liderle birlikte adımın anılması bugüne dek yürüttüğümüz mücadelenin hatlarını ne kadar evrenselleştirdiğini ve durumumuzun yalnızca mağduriyetten kaynaklanan bir mücadeleyle açıklanamayacağını gösteriyor.
Mücadelenin de müzakerenin de yöntemini hepimiz için örnek olabilecek bir biçimde ortaya koymuş bir liderin ‘yeteneklerini’ ölümünün hemen ardından bir yazıya konu etmek için, tarih boyunca cephenin ön tarafında yer almaktan korkmamış olanların koşullarını daha iyi tahlil etmek, “göze alanların tarihi ve siyaseti konusunda daha çok fikir sahibi olmak gerekir.
Cephenin önünde olmakla masanın başında olmak arasında belirgin farklar vardır. Bu farkların en büyüğü, insanlarınızın, yoldaşlarınızın ölümlerini görmek, bunu anbean tecrübe etmek, hatalar ve doğrular yapmış olmaktır. Böylesine önemli bir liderin itibarını ‘hapishane’ ile sınırlamak, o lideri iradesi olarak benimsemiş nüfusu kırk milyonu aşan bir halkın elleriyle ördükleri o siyasal mücadeleye karşı işlenmiş bir ayıptır ve oldukça sorunlu bir yaklaşımdır. Kürt Halkının kırk yıldır sürdürdüğü özgürlük mücadelesi sürecinde halk olarak ulusal kimliğini kazanmada, Kürt sorununun çözümü yönünde sergilediğimiz barış çabalarının görmezden gelinmesi ne kadar objektif ve doğru bir tutumdur?
Yine ilgili yazıda kendisiyle karşılaştırılmam sırasında hakkımda kullanılan ”korkulan ve tapılan biri” tanımlamasına baktığımda, hem yazarın dünya ezilenlerinin üstünde tepinen tarihin vakanüvisi olma konusundaki hevesini daha iyi görebiliyorum, hem de köleleştirilen, öldürülen, yok sayılan insanların kendilerine inanışından başka dayanağı olmayan iki insanı karşılaştırırken her ikisine karşı olan maksatlı karşıtlığın kodlarını çözebiliyorum.
Son 14 yılını bir ada-hapisanede, tek başına, ağır izolasyon koşullarında geçiren bir insanın yalnızca onu zincire vuranlar için bir “korku kaynağı” olabileceğini ispat etmek bile gerekmez. Zincirler kendilerini anlatır…
Sevgili Madiba ile aramda bu açıdan bir karşıtlıktan çok paralellik kurulabileceğini söylemem tevazuyu elden bırakmak olarak görülmemeli. Aksine bu egemenlerin saldıkları korku üzerine analiz üretmek yerine egemenlere karşı mücadele edenlere yöntem ve yaklaşım konusunda daima ders vermek peşinde olanlara verilebilecek doğru bir cevaptır.
Herkes bilir ki Apartheid rejiminin karşısında verilen sınav, hem bir halkın hem de o halkın kaderini teslim etmekten hiç kuşku duymadığı bir liderin sınavıdır. Bugün her ne kadar Mandela’nın itibarına ilişkin gülünç yorumlar yapılıyor olsa da, bu yorumların geldikleri yerlerin, genel olarak ‘ezilen mücadelesinin’ pratiklerini ortaya koymaktan çok, ona uzaktan gayriciddi bir bakışla yaklaşanların yerleri olduğu ortadadır.
Ezilen ve ayrımcılığa uğrayan toplulukların kendilerini örgütleme süreçleri, özellikle de kapitalist modernite kavramını doğru analiz ettikleri vakitlerde, dünyadaki alışıldık pratiklerden farklılaşır. Herkes bilir ki ‘kitaptaki’ örgütlenmeye yönelik seçenekler bellidir. Ancak zaman ileriye doğru akar ve şartlar, tarihin belirlenimciliği eşliğinde, değişir. Değişen şartlar, tutsak olsun özgür olsun şahısların da hareketlerin de davranışlarında ve tutumlarında da değişiklik yaratır. Burada kastedilen, söz konusu PKK olduğunda, asla pragmatist bir mesafe değil, aksine demokratik modernite mücadelesinin esasları ve dünyada genişleyen doğrudan demokrasi pratikleri üstünde kendini dönüştüren bir hareketin aldığı politik ve ilkeli mesafedir.
12 Eylül faşist darbesinin de ondan sonra örgütlü olarak toplumumuza yöneltilen faşist darbelerin de, şahsıma ve hareketimize yönelik uluslararası komplo hamlelerinin de dünyadaki diğer ezilen mücadelelerine yapılan müdahalelerle ortak bir yanı vardır. Bu da uluslararası toplumun bu durumlara karşı sergilediği suskunluktur. Her ne kadar 21. Yüzyılın gelişiyle birlikte uluslararası demokrasinin standartları ilerlemiş olsa da, devletlerin uluslararası komplonun propagandasını sürdürmesi nedeniyle, mücadele eden, tutsak edilmiş liderlerin canavarlaştırılması düşük entelektüel standartlar eşliğinde sürmeye devam etmektedir. Bizim, Mezopotamya’da son yıllarda aldığımız demokratikleşme mesafesini İngiltere’deki itibar sahibi bir gazetenin fark edememiş olması gariptir. Umuyorum ki, sadece “garip olmakla sınırlı bir yaklaşım olsun. Ama yazıdaki genel yaklaşıma baktığımda sadece “garip olmakla kalmayan, üsttenci ve hiyerarşik bir bakışın her satırda kendini ele verdiğini görüyorum.
Burada barışa karşı olanlar bizi müzakere aşamasına geçtiğimiz için suçluyor beni yeni kuşakların gözünde canavarlaştırıyor barışı ve çözümü ilke edinmiş hareketimizi karalıyorlar. Demokratik modernite çabamıza karşı örgütlü bir şekilde karalama faaliyeti sürdürüyorlar. Garip ki, Türkiye’de bile itibar kaybetmekte olan bu ırkçı ve geçmişin propaganda dilini taşıyan düşünceler hala ve hala uluslararası basında tekrar edilerek servis edilebiliyor.
Mandela’nın ölümünün ardından tartışılması gereken tek şey, tarihin yalnızca utançla anacağı Apartheid rejimidir. Apartheid’ın ve liderlerinin anısı kimsede kalmayacak, kimse arkalarından gözyaşı dökmeyecektir. Oysa Mandela Afrika halkları için bir yıldız olmuştur. Bizler açısından ise Ortadoğu halkları için bu yıldızı sürekli parlak kılmak tarihsel bir görevdir. Halk hareketlerinin değişen, yataylaşan siyasetinin temelinde, başta bizim mücadelemiz olmak üzere aramızda gelişen ve ilkesel, politik bütünlüğe dayalı hukukumuz vardır. Bu hukukun korkuyla geliştiğine inanmak ancak Kürt siyasi hareketinin dönüşümünü ve geçirdiği evreleri bilmemekle, bu hareketin mücadelesinin dönüşümündeki barışçıl, müzakereci perspektifin içeriye demokratik olarak yansımalarının gücünü görmemekle açıklanabilir.
Keza müzakere de mücadele de halk hareketlerinin geleceğinin belirlenmesi açısından mühimdir ve bu süreçleri yürütenler halklarının korktuğu değil güvendiği isimlerdir. Aksi halde bu hareketlerin parlamenter sistem içerisinde de yerel siyasette de bu kadar yoğun bir biçimde temsil edilmesi mümkün olmaz, yıllarca süren silahlı mücadele pratiği de başarıya ulaşamazdı.
Guardian editörüne tavsiyem, bizim siyasi hareketimizde kadınların yeri, gelişimi ve bunun yarattığı dönüştürücülüğü incelemesi olacaktır.
“Koloniyal şapkasını başından uçuracak kadar muazzam bir deneyimle karşılaşacağı ve utanacağı muhakkaktır.
Abdullah Öcalan
İmralı Adası Cezaevi”
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info