13 Nisan 2010 Salı Saat 07:55
0
21
TR
st1:* behavior:url(#ieooui)
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Postkolonizasyon
Biraz farklı bir açıdan yaklaştığımızda postmodernizm,
Robert Young’un (1990) deyişiyle, “bir kültürün kendi tarihsel göreliliğinin
bilincine varmasıdır ki, bu da bize onu [postmodernizmi] eleştirenlerin neden
Batılı tarih anlatılarının mutlaklığına olan güvenin yitmesinden bu kadar
şikayetçi olduklarını açıklar (s. 19). İşte bu güven yitimi bir başka
postmodern tanımını daha ortaya çıkarıyor: “Üst anlatılara inançsızlık
(Lyotard, 1984, s. xxiv).
Modern diye anılan toplumların modernleşme süreçlerinin aynı
zamanda bir emperyalizm ve sömürgeleştirme süreci olduğudur. Modernlik sadece
Avrupa’da, Batı’da, Kuzey’de gözlenebilir bir şey değil. Dünyada bugün
genellikle onun dışında olarak, onun modern olmayan dışsallığı olarak sunulan
oluşumlar da modernizmin bir sonucudur. Örneğin bugün “Üçüncü Dünya diye
adlandırılıp modernleşme ölçeğinde aşağılara yerleştirilerek, olsa olsa
“gelişmekte olan diye nitelendirilen ülkelerin hemen hepsi de eski
sömürgelerdir. Onların “az gelişmişliği kendi ontolojik olarak farklı, yabani,
geleneksel, “Doğulu ötekiliklerinin bir sonucu olmayıp, tersine,
sömürgeleştirilmelerinin, ‘çağdaşlaştırılmalarının’ bir sonucudur.
Bu ilişki eski
sömürgelerin sömürgeci efendilerinden bağımsızlıklarını kazanmış oldukları,
onun için de artık sömürge olarak değil de “Üçüncü Dünya olarak anıldıkları
günümüzün “postkolonyal dünyası için de geçerlidir. Postkolonyal sözcüğü modernist
dönemselleştirme temsilinde olduğu gibi sömürgeciliğin artık olmadığı,
sömürgeciliğin sonrasına geçtiğimiz bir dönemi anlatmıyor, anlatamıyor. Bir
defa – sömürgeciliğe karşı verilen savaşların, savaşımların kazanımları
ulus-devlet milliyetçiliği gibi sömürgecilikten “türevsel (derivative) bir
metin yazımıyla gerçekleştiğini not etmek zorundayız. Karşı çıkanın
sömürgeciliğin değerlerini içselleştirdiği, dolayısıyla modernizmin hükümran
öznesi nezdinde kabul gören, tescilli, icazetli bir bağımsızlık söz konusudur.
Hükümran özne için hiç de yabancı olmayıp, tanıdık bir metin. Milliyetçilik
içeride fark tanımaz bir birlik-bütünlük ideolojisi olduğu için bu
bağımsızlığın yeni ulusun içindeki farklılıklar üzerindeki, asimilasyon yoluyla
tanımadan yok sayma ve yok etmeye kadar dizi dizi sömürücü uygulamalarını kayda
düşmüştür.
Bu “postkolonyal
bağımsızlık, yeni ulusun dahil olduğu uluslar arası ve uluslar üstü ilişkilerin
sömürgeci olmadığı anlamına da gelmiyor. Tam tersine onun, Spivak’ın (1988)
deyimiyle, sömürgeci-sömürge ilişkisi benzeri bir “uluslararası iş bölümünde
sömürülen olarak yer alması demek oluyor. Böylece “postkolonyal bağımsızlığın
tescillenmesi ya da aldığı icazet, büyük ölçüde bu tanıdık kendi-öteki ilişkisi
metninin sorgulanmadan kabulünden kaynaklanıyor. Üstelik hükümran öznenin
giderek uluslar üstü bir beden bulup bireyselleşmesiyle bu bağımsız
ulus-devletlerin daha da güçsüz, daha da uyruk kılındıklarını gözlemekteyiz.
Uluslararası ilişkilerin uluslar üstü ve uluslar içi ilişkilerle kesişip
eklemlenmesinden dolayı da yine sömüren-sömürülen, hükümran özne-uyruk öteki
ilişkisini dışsal bir ilişki olarak görmek mümkün değildir. Uluslararası
ilişkilerde uyruk konumda olması gereken bir Üçüncü Dünya şirketi “Fortune 500 listesinde yer alırken,
Birinci Dünya’nın en gelişmiş ülkesi ABD’nin en varlıklı kentlerinde evsiz
barksızlar çöplerden ve yardım kuruluşlarının sağlayabildikleriyle yaşamlarını
sürdürmeye çabalıyorlar. Bunları bırakın, orada da asgari ücretle çalışanlar,
yönetimin kendi belirlediği yoksulluk standardının altında yaşamak zorundalar.
Yani bütün o şeytan-savma, onu dışarıya atma/yansıtma çabalarına karşın öteki
yine içeride, tekinsiz, kendimizi en evimizde hissettiğimiz yerde karşımıza
çıkıveriyor. Üçüncü dünyanın içinde bir Birinci Dünya, Birinci Dünyanın
içindeyse bir Üçüncü Dünyanın yer aldığı karmaşık, melez bir dokuyla karşı
karşıyayız.
Bu dokunun melezliğinden dolayı, ötekinin tekinsizliğinden
dolayı, basitçe sömürgecilikle bulaşık olmayan bir ötekilik adına, kendi evinde
olan bir yerlilik adına, hükümran özneye karşı çıkmak olası değildir. Tekrar
oryantalizm örneğine dönersek, uyruksal kurgulanışından dolayı, “Batılı
çarpıtmalara karşıt olarak girişilen “gerçek olan Doğu arayışları ve çeşitli
amaçlarla dile getirilen “ötekini konuşturmak dilekleri, hiç de oryantalizme,
onun ötekini “kuşa çevirmek, “Adam etmek yoluyla tanıyan sömürgeciliğine
seçenek olmayıp, onu daha da güçlendirmektedir. Rey Chow’un (1993) işaret
ettiği gibi, oryantalizm ve yerlicilik (nativism) aynı paranın yüzünü ve
tersini oluşturmaktadırlar.
“21. yüzyılın emperyalizmi, onun sömürgeciliği artık
ülkelerin dışında değil içindedir. Sömürgeciler sadece yabancılar değil, daha
çok ortaklarıdır. Sadece sermaye tekelleri küreselleşmedi iktidar ve devlet de
küreselleşti. Küresel iktidarın içi ve dışı ayrımı da kalmadı. Ulusal
aidiyetlerinin de hiçbir önemi yoktur hepsi ortaktır. Askeri, ekonomik,
kültürel ayrımında anlamı kalmadı. Ortak dil İngilizce, kültürü Anglo-sakson,
askeri örgütü NATO, uluslar arası teşkilatı BM’dir. (A.ÖCALAN)
Modern olmak
demenin hükümran özne olarak sömürgeleştirmeye konumlanmış olmak anlamına
geldiğine ve modernleşme tarihinin aynı zamanda bir emperyalizm ve sömürgecilik
tarihi olduğunu belirtmek gerekir. Bu bakımdan postmodern eleştiriler için
söylenenler, bu eleştirilerin nasıl modernin radikal-demokratik açılımlarına
olanak verdiğini, postkolonyal eleştiriler için de dile getirilmektedir.
Postkolonyal eleştiriler de “postkolonyal diye adlandırılan içinde bulunduğumuz
durumun kendi geleceğine, ötekiliğine, dolayısıyla yeniden, farklı doğuşlarına
olanak vermektedir. Böylesi açılımların olabilmesi için de en başta bizim
ötekini asimilasyon yoluyla tanımamızı sağlayan bilme biçimimizi sorgulayarak
kendi kendimizi yeniden temsil etmemiz, yeniden dokuyup yazmamız gerekiyor — ki
bilip evcilleştirdiğimiz ötekini ve onu evcilleştirerek sömürgeci iktidarını
kurduğumuz benliğimizi kendi ötekilerine, kendi ötekiliğine açabilelim.
Böylelikle silip atmaya ve dışlaştırmaya çabaladığımız ötekinin tekinsizce her
ortaya çıkışında onu bastırmaya çabalamanın yalnızca başkalarına değil kendi
kendimize de zarar verdiğinin, dünyayı hepimize zindan ettiğinin de bilincine
varabilelim.
Oryantalizmin Güncel İdeolojik Boyutları
Batılı bilinci en
açık biçimde Hegel’in ünlü “Efendi-Köle Diyalektiği nde görebiliriz. “Öz bilinç
bir başka öz bilinç için var olduğu ölçüde ve ondan dolayı kendinde ve kendisi
için var olur yani ancak o kabul edilmiş varlık olarak vardır. der. Tarih
boyu Batı- Doğu’yu küçümsemiş kendi hakkında iyi, uygar, gelişmiş olduğunu
anlatmak için hayali bir doğu yaratmıştır. Batılı bilinç bir öteki yaratmış ve
bu yaratığı ötekinin barbarlığında vahşiliğinde keyfiyetinden kendini bulmak
suretiyle bir bilinç oluşturmuştur. Bu bilinç doğuyu despotik olmakla suçlamış
ve kendi kendisini temsil edemeyeceğini söylemiş ve tüm toplumları modernite ve
özgürlük getirme misyonunu kendinde görmektedir (Bulut 2004: 11-12).
Sürecin sonlarına
yaklaştığımızda fark ediyoruz ki barış, özgürlük, demokrasi söylemi ile hareket
eden Batı’nın çıkar ve menfaat ile küreselleşme adı altında dünyayı sömürdüğünü
ve söylemde özgür ama gerçekte dünya çapında Batılı bir despotizme yol açtığı
görülmektedir. Son noktada var olan sorunlar bir anda ortaya çıkmışçasına batı
dışı toplumlara dayatılınca sorunlara çözüm bulamayacağı ve çaresizliği empoze
etmek çarenin yine Batı’dan geleceğini vurgulayarak Batı merkezci bir dünya
siyasetini pekiştirmektedir. Bu durum Batı’ya haklılık kazandırmakta ve mevcut
egemenliğini tescillemektedir. Sorununu kendi iç dinamikleriyle çözememe zaten
despotik olmakla suçlanan Doğu toplumlarını daha da despot olmaya mahkum
etmektedir.
İkinci dünya
savaşından sonra ABD’nin kapitalist sistemin hegemon gücü haline gelmesiyle,
ideolojik üretim merkezleri bu emperyalist gücün emrine girdi. Soğuk Savaş
yıllarında öncelikli hedef olarak SSCB kötülenecek, Kore’ye, Vietnam’a ve Latin
Amerika’ya yönelik emperyalist saldırganlık komünist dış-düşman öcüsüyle
meşrulaştırılacaktır. Bunun yanı sıra İsrail’in kurulması ve büyük enerji
kaynaklarının denetim altına alınması meselesi, ABD emperyalizmi için
Ortadoğu’yu da vazgeçilmez kılıyordu. Oryantalist ideologlara göre
‘Amerikalıların, Yakındoğu’da kabul görmek için, Amerikan düşüncesine karşı
mücadele eden güçleri daha yakından tanıması’ gerekiyordu. Böylece Amerika Şark
Derneğinin yanına, doğrudan devletin yönlendirmesi ve denetimiyle Ortadoğu
Enstitüsü, Ortadoğu Araştırmalar Birliği (MESA) Ford Vakfı, Hudson Enstitüsü,
Pentagon ve üniversitelerdeki diğer araştırma bölümleri gibi pek çok ideolojik
üretim merkezleri eklenmiştir.
ABD’nin hizmetine
giren oryantalizm kendi alanında daha da yetkinleşmiş, İslam ve Şark tarihine
ilişkin ciltlerce kitaptan oluşan bir külliyat piyasaya sürülmüştür. Amerikalı
oryantalistler daha önceki geleneğe, yani İslam’ı ve Şarkı aşağılama ve
küçümseme geleneğine aynen devam etmişlerdir. Dün olduğu gibi bugünde ders
kitaplarında Müslümanlar küçümseniyor, Arap dilinde her iki kelimeden birinin
şiddet içerdiği öne sürülüyor ve Ortadoğu insanının tek amacının İsrail’i yok
etmek olduğu anlatılıyor. Batı değerlerini yok etmek isteyen cani Müslüman
‘terörist’ imgesi, daha 1970’lerden itibaren kitlelere empoze edilmeye
başlanmıştır. İsrail zulmünü dünyaya duyurmak için uçak kaçıran Filistin
Kurtuluş Örgütü militanları, Batı değerlerini yok etmek isteyen cani ‘Müslüman
teröristler’ olarak sunulurken, bu konuyu işleyen filmlerde Amerikalı
kahramanlar, her zamanki gibi ‘teröristlere’ hadlerini bildiriyor ve uygar
dünyayı canilerden kurtarıyordu!
11 Eylül sonrası ‘
terörizme karşı savaş’ dönemi içerisinde, askeri hakimiyet ve saldırganlık
hakkında buna denk gerekçeler duymaya devam diyoruz. Buna göre askeri
çabaların etkisiyle insanlara şuan da sahip olmadıkları ‘demokrasi’ götürülmüş
olacak, dolayısıyla savaşın ve hakimiyetin kısa vadedeki sonuçlarına katlanmak
zorunda kalsalar da, uzun vadede onların yararına olacaktır. Günümüzde bu tür
argümanlar, on altıncı yüzyılda (sömürgecilik faaliyetleri) olduğu gibi,
muktedirlerin taşıma kemerleri olan kadroları ile hakimiyete doğrudan maruz
kalacak kadroların hiç olmazsa bazılarını büyük oranda ikna etmek için
yapılıyordu. Meşruiyetin çağdaş düzeyinin gerçek ölçülerine, on altıncı ve
yirmi birinci yüzyılda da sahip değiliz. Ama yine de meşrulaştırma tarzının,
çok fazla yıprandığını belirtmek gerekiyor. Bunun nedeni beş yüz yıldan beri,
vahşice güç kullanımının uzun vadeli etkilerini görmekteyiz ve etkilerin büyük
oranda olumlu olduğu iddiası insanlara gitgide artık inandırıcı gelmemektedir.
Sonuç olarak bu argüman artık, güçlülerin ve ayrıcalıklıların düzenini
meşrulaştırmaya pek yaramıyor. Oryantalist tarzın daha büyük bir rol
üstlenmesinin nedenlerinden en önemlisi de on sekizinci yüzyıldan itibaren
başlayan bu yıpranmaya karşı bir politik açılım yöntemidir. Güçlü adamın,
kurnaz adamın, hakimiyetini entelektüel olarak meşrulaştırmak için Oryantalizm
tarzına başvurmaları, kendi iktidarlarına karşı büyük bir direniş gösterebilen
ve yetenekleriyle güçlü ve kurnaz adamın en iyi kadrolarını etkileyebilen
gruplarla uğraştıklarını itiraf etmelerinin bir işaretidir.
11 Eylülden sonra
ise ‘terörist Müslüman’ propagandasına daha da hız verilmiştir. İslam’ın
terörizmle özdeşleştirilmesi ve uygulanan ırkçı politikalar ile Müslüman kitlelere
potansiyel terörist damgası vurulmaktadır. ABD’deki ideolojik merkezlerin en
temel özelliği, Amerikan emperyalizminin gündemine aldığı güncel siyasal
meseleler hakkında tarihsel-ideolojik kanıtlar bulmak, bulamadıkları durumlarda
ise tarihsel olayları istedikleri gibi kurgulayarak yeniden yazmaktır. Şark ve
İslam tarihi üzerine yazılmış pek çok kitapta bunu görmek mümkündür. Özellikle
11 Eylül’den sonra yazılan ve güncel gelişmeleri tarihin belirli dönemlerindeki
olaylarla ilişkilendiren kitaplarda bu keyfilik daha çarpıcı görülür. Bu bağlam
da yazılmış, İslam ile terörizmin ilişkisi, İslam’ın ‘iç yüzü’, Arap ve
Müslüman tehlikesi gibi kışkırtıcı başlıklar taşıyan sayısız kitap Amerika’da
kitapçı raflarını doldurmaktadır. Örneğin önde gelen İslam uzmanı Bernard
Lewis, Haşhaşiler adlı kitabında Hasan Sabah ile Bin Ladin arasında bağ kuruyor
ve İslam da ‘terörizmin’ bir süreklilik arz ettiğini kanıtlamaya çalışıyor.
Lewis’e göre geçmişteki şiddet dalgası yol almaya devam etmiş ve günümüzdeki
taklitçilerine yeni öfke, yeni kavga araçları sağlamıştır. ABD emperyalizminin
uluslar arası terörizm öcüsüyle kitlelerin akıllarını başından alıp
düşünmelerinin ve gerçekleri görmelerinin önüne geçerek İslam düşmanlığını
kışkırttığı bir dönemde, Lewis gibilerinin bu tür kitaplar yazması tarihçi
merakından kaynaklanmıyordur! Çok açık ki yapılmak istenen, şiddet ve terörün
Müslümanların doğasından geldiğini kanıtlamak ve sürekli bir dış-düşman
öcüsüyle korkutulmuş kitlelerdeki İslam düşmanlığını pekiştirmektir.
Amerika’da
Pentagon, Dışişleri, CIA gibi devlet kurumlarıyla, petrol, silah, havacılık,
finans tekelleriyle, film endüstrisiyle iç içe geçen söz konusu ideolojik
merkezler, kendilerini ‘düşünce kuruluşu’ olarak adlandırıyorlar ve ABD
emperyalizmi için muhtelif ideolojik argüman ve hatta askeri strateji
üretiyorlar. Yeşil kuşak veya Büyük Ortadoğu Projeleri tarihin sonu,
medeniyetler çatışması ve ılımlı İslam gibi projeleri söz konusu ideolojik
merkezlerin ürettiğini, kışkırtıcı ambalajlara sararak emperyalist yönetimin
denetiminde piyasaya sürdüğünü hatırlamak gerekiyor. Esasında içerdeki
çelişkileri bastırmak üzere imal edilen bir dış-düşman olarak İslam, sanki
tarihsel bir kaçınılmazlıkmış gibi sunulan medeniyetler çatışması safsatasının
içine oturtulmakta ve böylece de daha ikna edici hale getirilmektedir. İlk kez
1993’te ABD Dışişleri Bakanlığı danışmanlarından Samuel Huntington tarafından
ortaya atılan medeniyetler çatışması safsatasına göre dünya, ‘birbirlerinden
tarih-dil-kültür-gelenek ve en önemlisi din tarafından’ ayrılan 7-8 kültüre
bölünmüştür ve savaşlar da bu kültürler-uygarlıklar arasında yaşanacaktır.
Dünya politikasının gelecekteki ana ekseni. Batı ve diğerleri’ arasındaki
çatışma ve batılı olmayan uygarlıkların Batı gücüne ve değerlerine verdiği
karşılıklar olacak gibi görünmektedir. (Hunhington)
Oryantalizm,
özellikle incelikli olan ve potansiyel olarak güçlü olanlar başta olmak üzere
tüm ötekilerin özselleştirme ve maddeleştirme tarzıdır. Bu şekilde, Batı
dünyasının içkin üstünlüğünü kanıtlamaya gayret etmiştir.
Kuşkusuz
Oryantalizm, bir argüman olması anlamında ortadan kalkmadı. Aynı argümanı
günümüzde ‘medeniyetler çatışması’ hakkındaki söylemde de görüyoruz. Bu
söylemin Batılı iktidarlar için belli bir çekiciliği var olsa da, dünyanın
Batılı olmayan bölgelerinde bu çekicilik karşılık bulmamaktadır. Ya da daha
doğru bir ifadeyle söylemek gerekirse, dünyanın Batılı olmayan bölgeleri,
günümüzde söz konusu tartışmayı ters yüz ediyorlar. Aydınlanma düşüncesi içinde
gelişen Batılı-Hıristiyan uygarlığını, insani düşünceden hayli uzak ve
eksiklerle dolu buluyorlar. Bu uygarlığın hakimiyetine karşı, tersyüz edilmiş
Oryantalizm altında mutlaka savaşılması gerektiğini ilan ediyorlar. Köktencilik
ile söylenmek istenen şey tam da budur. Hıristiyan köktenciliği içinde aynı şey
geçerlidir.
SONUÇ
Batıda ortaya çıkan oryantalizm çalışmalarının temelde üç
aşamalı olduğu söylenebilir: Bu aşamalardan birincisini, temelde dini amaçlarla
yapılanlar oluşturmaktadır. Rönesans ve Aydınlanma dönemlerini kapsayan ikinci
aşamada ise, birincisine nazaran, kısmen de olsa, bilgi edinme gayesiyle
bilimsel yöntemlerle yapılan araştırmalarla karşılaşmaktayız. Ancak bu dönemde
yapılan çalışmalara bakıldığında, bunların çoğunun, ilk dönemde olduğu gibi,
dinsel önyargılarla yapıldığı tespit edilmektedir. Üçüncü ve son aşama ise,
büyük oranda Batılı devletlerin yayılmacı-sömürgeci zihniyetlerinin bir sonucu
olarak ortaya çıkmıştır.
İşgal ettikleri
Doğulu ülkelerde uzun süreli kalmak, onların yeraltı ve yer üstü kaynaklarından
azami derecede istifade etmek ve daha fazla bölgeyi kontrolleri altına almak
gayesiyle, sömürgeci siyaset güden devlet adamları oryantalistlerle sıkı bir
ilişki kurdular onların da askeri seferlere katılmasını sağladılar ve
yayılmacı politikaya katkı sağlayacak çalışmalar yapmaları hususunda onları
desteklediler. Zira, Doğu’daki sömürgeler çoğalmış ve bunların kontrol edilme
sorunu gündeme gelmiş bu da Doğulu halkların, tarih, dil ve inançlar açısından
geniş bir tahlile tabi tutulmasını zorunlu kılmıştır. Bunu yapacak da elbette
oryantalistlerden başkası değildir. Bu durum, oryantalistlerin sömürge
bölgelerinde bizzat devlet memuru olarak atanmaları sonucunu doğurdu. Onların
görevi, özellikle ayaklanma baş gösteren sömürge bölgelerinde bulunmak
suretiyle, bu ayaklanmaların arkasındaki muhtemel, tarihsel, dilsel ve dinsel
sebepleri tespit etmek ve bunu ilgili mercilere rapor etmekti. Bir başka
deyişle, onların teoride ürettiği veriler, sömürgelerde takip edilen siyaseti
doğrudan yönlendiriyor, bunlar pratikte doğrudan uygulanıyordu. Böylece,
oryantalizm çalışmalarını sadece politik ve siyasal amaçlarla yapmakla karşı
karşıya kalmışlardır.
Başka bir ifadeyle, oryantalizm çalışmaları tam anlamıyla
günlük-takip edilen siyasetin tekeline girmiştir. İşte bu tür oryantalizm
anlayışı, ‘uygulamalı oryantalizm’ (angewandte-gegenwartsbezogene
Orientalistik) olarak isimlendirilmektedir. Bu akımın ilk temsilcisi olarak
Hollandalı C.Snouck-Hurgronje (1857-1936) kabul edilmektedir, zira o,
“oryantalizm çalışmalarını sırf politik ve siyasal gayelerle yürütmesi için
doğrudan devlet memurluğu makamına getirilen ilk kişidir. Onu diğer
oryantalistler takip etti. Ancak bu akımın en önemli temsilcisi olarak, meşhur
Alman oryantalist C.H.Becker (1876-1933) gösterilmektedir. Çünkü Becker, bilim
adamlığı kimliği altında yaptığı çalışmaları, sadece devlet memuru olarak
uygulamakla kalmamış, aynı zamanda Kültür Bakanlığı (1925-1930) döneminde bir
politikacı ve devlet adamı olarak bu politikaları bizzat yönetmiştir. Becker’e
göre her oryantalist, devletin takip edeceği Doğu politikasına çalışmalarıyla
destek veren devletin bir memurudur ve yine her oryantalist Doğulu dünyayı,
öğrenim seyahatleri ve kütüphane ziyaretleriyle tanımalıdır. Bu da uygulamalı
Oryantalizm anlayışının en önemli yönü olarak karşımıza çıkmaktadır. (Hanisch,)
Ali Rızgar
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info