‘Bana, öyle bir yalan söyle ki her kes inanmış gibi yapsın’. Bu ata sözü Türk özel savaş devletini özetler gibidir. Türk özel savaş makinası, devletler içerisinde özel bir yeri olan, eşi benzeri görülmemiş bir başarıyı simgeler, çünkü kendi yalanlarına hem kendini hem de milyonlarca sürüleşmiş toplumunu inandırmakta mahirdir. Gerçekten de, birtakım lafları küstahça yan yana dizerek uydurduğu yalanlarla kendini inandıran içi boş bir makinadır. Sanal bir başarı hikâyesini oyun masası ile televizyon ekranı arasında alelacele yaratıp sürünün hoşuna gidebilecek süslü püslü laflarla bir kahramanlık hikâyesini yaratmakta maharetli bir şarlatana benzer. Bu sanal filim canavarının, senaryosunu sonuna kadar okuyabilmek için, eşek postuna bürünmüş bir kuzu kadar sabırlı olmak gerekir. Şu safdil filim seyircileri senaristin gerçeğini anlamaya kalktıkları zaman da esnememek için, insanın çenesini sıkıca kapamasından başka yapabileceği bir şey yoktur. Evet, bu yalan makinası, gerçeği söyleme soyluluğundan o kadar uzaktır ki, hakikat arenasında bir asalaktan başka bir şeye benzememektedir. Herhangi bir kahramanlığı ve asaleti olmamasına rağmen muzaffer komutan edasına burunmuş biridir o, o kadar.
Türk egemen siyaset erbabı hayatı boyunca göstermiş olduğu ‘cüret’ sayesinde, sefil bir komedyen, sapık bir softa, bir savaş kaçkını, kâğıt oyununda hile yapan bir kumarbazı andırır. Türk devlet yönetimi, bir yandan Miguel de Cervantes’in romanından fırlamış Don Kişot misali imparatorlar ve krallar sofrasında soylu rollerini oynarken, bir yandan de yel değirmenlerine saldırmaktan da vazgeçmiyor. Yine büyük bir cüretle kendini abartırken, dıştan bakıldığı zaman küçük boş bir ruhtan, sıradan bir insan siluetinden, serseri hayalli bir yeniyetmeden ve zamanın kasırgası içerisinde dağılıp gidecek bir parça külden başka bir şey olmadığı halde, ölümsüz kahramanların arasına girmeyi becermeye çalışan türediye benziyor.
Kendisi hakikatte öyle olmadığı halde, ünlü kişilere atfedilen pozlara bürünüyor, süslü sözlerle doldurulmuş gazete manşeti ve TV ekranlarında toplumuna karşı sahtekarlık yapıyor dönemin şövalyelik rollerine bürünebiliyor. Ona göre bu tür hilekâr, tumturaklı laflar, tutumlar zamanın ruhuna uydurulmalı, yalan ‘sanatından’ özgün olabilmeli ve bu uğurda gerektiğinde amaca ulaşmak için toplumu aldatmak bir görev olmalı ve her tur madrabazlıkla sonuca ulaşabilmelidir.
Bu madrabaz oyuncu, cüretli şarlatan, İskender ve Napolyon’dan bu yana, bütün savaşların tek ve son “muzaffer komutanı” olarak filim sahnesine taş çıkarırcasına kendisini sunuyor. Oysa heybesinde bir şey olmayan, zaafı zafer sanan bir serseridir o. Daha da tuhaf olanı, böylesine büyük bir zafer için hiçbir şeyini tehlikeye atmamış olmasıdır. Büyük kahramanlardan ölümsüzlüğün bedelini düpedüz aşırmaktadır Türk tipi siyaset erbabı. Bu kumarbaz adamlar, gerçek bir savaşçının sözle anlatılması mümkün olmayan hikâyelerini, karanlıklar içinde, toplumdan uzak, bütün gün asi avare gezerken; sanki kendisi yaşamış gibi anlatmaktan hiç utanmadan anlatan utanmaz yalancı laf ebelerine benzer. Bu yeni yetme madrabaz, bir eser yaratmanın verdiği endişeli zevki tanımadığı gibi, onun acı bir parçası olan ve hiç dinmeyen bir susuzluğa benzeyen gerçekleştirme arzusunu da bilmemektedir. Emekten yoksun mirasyedi evlat gibidir.
Bunun içindir ki, bu tipin hikâyeleri birbirini tamamlayacağı yerde, birbirinden uzaklaşmaktadır ve yalanın soğuk yüzü sıcak TV stüdyolarında buz kesmektedir. Çözülemeyen bir çelişkidir bu: savaş ve mücadele insanlarının bütün şairlerden, bütün hikâyecilerden çok daha fazla anlatacak şeyleri, yaşanmış tecrübeleri vardır, ama anlatmayı beceremezler. Buna karşılık, ödleklerin, yaratıcı yalancıların da uydurmak, icat etmek gibi bir zorunlulukları vardır; çünkü gerçek bir hayat hikâyeleri hiçbir zaman olmamıştır. İşte yaratıcı yalancıların eşine hemen hiç rastlanmayan, olağanüstü başarısı buradan ileri gelir. Türk özel savaş makinası ve yöneticileri da tıpkı bir meyhanede, ağzında rakısı, bir masa başında oturmuş kendisini dinleyenlere tuzlu, hatta biberli bir macera ziyafeti çeken eski ve yaşlı bir savaş kaçkını gibi yapmadığı-yapamadığı kahramanlıklarını anlatıyor. Maalesef bu yalan hikâye adam ve kadınlarını bulmaktan hiç zorlanmadı Türk özel savaş devleti. Şimdilerde de bu yalan makinasının çarklarını Recep Tayip Erdoğan çeviriyor; yalancı gider yalan devam eder misali. İşte bunun için, inanılması mümkün olmayanı inanılır hale getirmek yalan sanatının bir başarısıdır.
Harun ŞIKAKİ