20 Nisan 2010 Salı Saat 09:08
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Uluslararası İlişkiler Disiplininde Pozitivizmin Yeri
“Uluslararası ilişkiler henüz kendi başına bir bilim dalı
değildir. Sosyal bilimlerin içinde siyaset biliminin bir dalı olarak kabul
edilmektedir. Uluslararası ilişkiler Anglo-Sakson kültürün etkisi altında
ortaya çıkmıştır. Bu kültür, uluslararası ilişkilerin metodolojisini
belirlemiştir. Uluslararası ilişkilerin temel yöntemi bu kültürün esas
metodolojisi olan pozitivizmden etkilenmiştir. Kısacası pozitivizm uluslararası
ilişkiler disiplinin temel yöntemi olmuştur.
Aydınlanma ideolojisinin neden bu kadar etkili olduğu
yerinde bir sorudur. En gelişmiş kozmopolit din niteliğindedir. Kendisinden
önceki tüm din mensuplarına seslenir. Ulusaldır ulus-devlete tapmayan bir
ulusallık, toplumsallık neredeyse düşünülemez kılınmıştır. Ulus-devletsiz insan
dinsiz insan durumuna sokulmuştur. En zayıf din durumundadır. Dolayısıyla
kabullenmek eski dinler kadar zor değildir. Bilimsellikle sürekli
beslenmektedir. Maddi yaşam tarzı bir nevi dinin ritüeli haline getirilmiştir.
Manevi kültür araçları, başta medya organları sürekli propagandasını
yapmaktadır. Siyasi ve ekonomik yaşam tam kontrolündedir. ( A.ÖCALAN )
Uluslararası ilişkilerin temel metodu pozitivizm, temel
teorisi de realizm olmuştur. SSCB’nin yıkılmasını öngöremediği için de sert bir
eleştiriye uğramıştır.
Pozitivizmin uluslararası topluma bakış açısı modernize
olmuş, realizm de bu bakış açısını uluslararası politika anlayışına
uygulamıştır.
Pozitivist felsefeden beslenen temel uluslararası ilişkiler
teorisi realizmdir. Realizme göre insanın dışında var olan bir dünya vardır ve
bu dışarıdaki dünya ebedi gerçeklikler doğrultusunda bilinebilir. Uluslararası
politikanın toplumsal bir bilim dalı olduğunu yani insanın dışında nesnel bir
dünyanın olamayacağını savunursak pozitivist yöntemden uzaklaşıyor olmamız gerekir.
İnsan dünyası, toplumsal dünya dolayısıyla uluslararası politik dünya, anlam ve
değer yüklüdür. İnsanın değerleri ve anlam dünyası ile kurgulanmıştır.
Uluslararası politika araştırmacıları da bu nedenle politikayı kişisel değer ve
anlam dünyalarından yola çıkarak incelerler. Bu bağlamda uluslararası ilişkiler
alanında objektif bir temelden bahsedemeyiz. Özellikle sosyal bilimlerde
bilimsel tek bir doğru söz konusu değildir. Çünkü yaklaşımlar sübjektiftir.
“Aydınlanma
ideolojisinde laik kanat Yahudiciliğinin büyük etkisi vardır. ‘ Bilimcilik’
olarak adlandırabileceğimiz bu ideoloji, felsefi düzlemde pozitivizmle eşittir.
Yeniçağa damgasını vuran bu ideolojik akım, bilimcilik veya pozitivizm adıyla
giderek kapitalist modernitenin dini inancı haline gelmiştir. Pozitivizm bir
gömlek farkla eski dindir. Veya aynı gömleğin, din gömleğinin tersine çevrilmiş
halidir. Bilimcilikteki yasa anlayışıyla, dinlerdeki yasa anlayışı arasında
zihniyet birlikteliği vardır. Ne sanıldığı gibi ‘uhrevi’ bir anlayıştır, ne de
laiklik, sekülerlik ‘dünyevi’ bir anlayıştır. Burada yapay bir ayrım söz
konusudur. Bütün dinler dünyevilikle ilgilidir. Ve toplumsallıkla
bağlantılıdır. Dünyevi denilen anlayışlarda öncelikle dünyevi değil,
toplumsallıkla bağlantılıdır. ( A. ÖCALAN )
Realizm uluslararası ilişkiler disiplininin en güçlü
kuramıdır. Pozitivist felsefenin egemenliğinde bir teori olarak 2. Dünya
Savaşı’ndan sonra ortaya çıkmıştır. Ancak düşünsel ve felsefi kökenleri
itibariyle çok daha eskilere gitmektedir. Realizmin kökenleri Hobbes’a,
Makyavel’e hatta Tuchydides’e kadar uzanmaktadır. E. H. Carr realizmin
öncülerinden biri olmakla birlikte, realizmin modern anlamda ilkelerini, koyan
Hans Morgenthau olmuştur. “Uluslararası Politika isimli eseri temel
kaynaklardan birisidir.
“Uhrevilik, dünyevilik kavramları toplumsallığın ciddi bir
çelişkisini hem örtmekte, hem de çatışmayı örtülü sürdürmeye hizmet etmektedir.
Aydınlanma ideolojisi bilimsellik ve olguculuk ( pozitivizm ) olarak
sistemleştikçe, yeni ulus-devletin resmi ideolojisi haline geldiler. Bu da
hızla milliyetçi ideolojiye dönüşüm demektir. ( A. ÖCALAN )
Realizm devlet merkezli bir teoridir. Uluslararası
ilişkilerin devletlerarası ilişkilerden ibaret olduğunu varsayar. Devletlerin,
ulusal çıkarlar için rasyonel politikalar izleyebilen politik birimler olduğunu
kabul eder. Dünya arenasında devlet üstü düzenleyici bir kurum olmadığından
devletler çıkarlarına ulaşabilmek amacıyla bir güç mücadelesi içinde olan
birimlerdir. Devletler üstü bir kurumun, sistemin olmadığı bir dünya anarşik
bir dünyadır. Anarşik bir ortamda güç mücadelesinde bulunan devletler güçlerini
maksimize etmek için her yola başvururlar.
Realizm üç temel varsayım üstüne kurulmuştur.
1. Uluslararası
ilişkilerde devletler başlıca aktörlerdir.
2. Devletin
iç politikası ve dış politikası arasında kesin bir ayrım söz konusudur.
3. Devletler
bir güç mücadelesi indedirler. Bu varsayımlardan hareketle realizmin üç temel
kavramı vardır. Ulusal çıkar, güç dengesi, güç maksimizasyonu.
Morgenthau, Hobbes’un etkisi altında kalarak şunları söyler:
“İnsan doğası gereği bencil, çıkarcı, günahkâr ve kötüdür ve günahkârlığı bir
kaza değildir. Yani düzeltilebilecek bir şey değil, aksine insanın kaçınılmaz
bir özelliğidir. (Hıristiyanlığın etkisi) Bu düşünceyle Morgenthau idealizme
kesinlikle karşı çıkmıştır.
“Morgenthau devletleri de insan doğasına yönelik olan
düşünceleri ile açıklamıştır. Devletler birbirlerinden farksız olarak
ilişkilerinde güçlerini mümkün olan en üst seviyeye çıkarma amacındadırlar. Bu
nedenle devletlerarasındaki ilişkiler sürekli bir savaş potansiyeli
içermektedir. Uluslararası sistem her an bir anarşiye ya da savaşa yakalanma
tehlikesiyle karşı karşıyadır. Devletlerarasında doğal bir anarşi ortamı
mevcuttur ve bu ortamda ancak güce bağımlı bir düzen kurulabilir. Güç
devletlerin var olabilmeleri ve mücadelelerine devam edebilmeleri için en
önemli unsurdur. Devletler rasyonel varlıklar olarak kötünün önüne ancak akıl
yürüterek geçilebilir.
Kapitalizmin doğuşunda akılcılık etkenine başat rol tanınır.
Batı düşünce tarzı diye bir kategoriye de tanık oluyoruz. Akılcılık sanki Batı
toplum biçiminin ayırt edici bir özelliğiymiş gibi sunulur. Diğer toplumların
tarih boyunca akıldan yeterince nasiplenmediği, bu varsayımın değer yargısıdır.
Aklını kullanarak bilimi yarattıkları söylenir, biliminde güç olduğu
kanıtlanınca, sistemin hegemonikleşmesi kaçınılmaz olur. Nitekim günümüzde bu
akıldan kaynaklanan mamur bir hegemonik sistemle kuşatılmış bulunmamız bu
iddianın ciddiyetini gösterir. ( A. ÖCALAN )
SONUÇ
“İnsanî gerçekliğe ilişkin modern çağın ortaya attığı bilgi
iddiaları ve mükemmellik istenci hiç beklenmedik trajik sonuçlar doğurdu
bunlar söz konusu iddiaları maskaraya çeviren sonuçlardı. Modern felsefî
antropolojiler, yeni bir insan yaratmayı hedefleyen dev teknolojileri
haklandırmak uğruna, insanoğluna düşman bir tutum sergiliyorlardı. Bir zamanlar
filozofların işi, bizzat kendi hayatları aracılığıyla, evrensel ölüm akıbetine
nasıl dayanılabileceğini öğretebilmekti. Çağımızda ise, genellikle başkalarına
yapılan katliamların nasıl kabul edilebileceğini öğretmeye başladılar. Hem de
hakikat adına. Çağımızda kokuşmuşluklara, kapatılmalara ve hatta masum
insanların katledilmesine hizmet eden şey, profesyonel düşünürlerin affedilemez
tutumlarıdır. Bir tarafta özgürlük ve insan hayatının mükemmelleştirilmesi
doğrultusunda dev kampanyaların yürütüldüğü, öte yandan ise bu hedefler uğruna
binlerce canların telef edildiği bir dünya, bir anda gökten zembille gelmedi
anlı şanlı bildirgeler ve manifestolar böyle bir dünyanın habercileriydi. Bu
dünya, kendi hedeflerinin değerliliğine kendisini inandırmak için, disipline
edilmiş her aklın kutsadığı kelimeleri sürekli tekrarlıyordu.
Yukarıdaki sözler modernizmin en önemli eleştirmenlerinden
Foucault’a ait.
Batı düşüncesi Aydınlanma ile birlikte kendisine yeni bir
rota çizmiştir. Bu rotada Tanrı merkezli bir dünya görüşünden, bütün bilginin
referansının insan olduğu, insan merkezli bir dünyaya gelinmeye başlanmıştır.
İnsan aklının edinilecek bilginin tek referansı haline gelmesi ve aklın
amaçlara ulaşmak için kullanılan araçlarla tanımlanır hale gelmesi yeni bir
egemenlik biçimi yaratmıştır. Bu egemenlik biçimi Adorno ve Horkheimer’in
“Aydınlanmanın Diyalektiği nde belirttiği gibi tümelin akıl yoluyla tikel üzerine
egemenliği şeklinde yansımıştır. Bir anlamda tümelin, birey üzerinde bireyin
aklını işgal etmesi olarak işlev görmesi olarak da anlaşılabilir. Heidegger’in
“das man kavramında belirttiği gibi, birey artik kendi varlığını tümelin
kendisine öngördüğü roller harici tanımlayamaz hale gelmiştir. Bu, bir anlamda
Aydınlanma’nın kendi ideallerine ihanetidir. Ancak bu ihanet Aydınlanma’nın
kendi iç tutarsızlığından zorunlu olarak doğan bir sonuçtur.
Aydınlanma ideolojisinin ikinci büyük çelişkisi, doğayı
insana tâbi kılmasıdır. Aydınlanma öncesi dönemde insan doğaya tabi iken,
Aydınlanma ile birlikte doğayı insana tabi kılmak özne ile nesnenin kesin
çizgilerle birbirisinden ayrılmasına da yol açmıştır. Bu yolla insan için doğa
artık dışsal bir şey fethedilecek, üstünde hükümranlık elde edilecek bir nesne
haline dönmüştür. Doğa üzerine yapılan bilimsel çalışmalar da onun egemenliği
için araç olabilecek bilgilerdir. Horkheimer’in dediği gibi, doğaya egemen olma
isteği, doğanın bir parçası olan insanın, kendi üzerinde de egemen olması gibi
bir çelişki yaratmıştır. Bilim ve teknoloji doğa üzerinde egemenlik kurmak için
kullanılırken, biçimlendirilmeye çalışılan “aşkın özne tipolojisi, ayni
zamanda üzerinde egemenliğin konumlanması dolayısıyla insanın çöküşüne de zemin
hazırlamıştır. Böylece insanın doğa üzerindeki egemenliği, insanin hem
kendisinin, hem iç dünyasının, hem de doğanın üzerinde egemenlik kurması
seklinde sonuçlanmıştır. Bu iktidar ilişkisi yine Adorno ve Horkheimer’in
dediği gibi öznenin, bir bakıma nesnenin de yazgısını paylaşması gibi bir sonuç
doğurmuştur.
İnsan türünün oluş
öyküsünü ben-merkezci kılmamak önemli olduğu kadar, sıradanlaştırmak da evrenin
müthiş döngüsüne saygısızlık olmaktadır. En kötü metafizik, insan olgusunu tüm
evrenden soyutlayarak anlatma durumuna düşün pozitivizmdir. En kaba materyalizm
olarak pozitivizmin, kapitalizmle bağını ortaya koyduğumuzda, yaşama daha
anlamlı olduğu kadar saygıyla da yaklaşacağımız kanısındayım. ( A. ÖCALAN
)
İnsan zihninin
bilimleri denen bilimlerin pozitif işlevi, tamamen ya da kısmen ( bilgi, ahlak,
siyaset, iktisat vb.) hep yanlış anlaşılmaya açık olmuştur. Bu bilimler, ideal
olarak, hep var olmuş ve hep var olacak değişmez bir konunun, insan zihninin
açıklamaları diye görülmüştür. Hiçte öyle olmadıklarını, yalnızca insan
zihninin tarihindeki belli bir aşamada ulaştığı zenginliğin dökümleri
olduklarını görmek, onlarla bir parça tanışıklığı gerektirir. Platon’un
Devlet’i değişmez siyasal yaşam idealinin değil, Plato’nun yeniden ele alıp yorumladığı
Yunan idealinin bir açıklamasıdır. Aristoteles’in Etik’i öncesiz-sonrasız bir
ahlakı değil, Yunan çelebisinin ahlakını betimler. Hobbes’un Leviathan’ı on
yedinci yüzyıl mutlakçılığının siyasal ülkülerini İngiliz biçimleriyle
sergiler. Kant’ın Etik kuramı Alman dindarlığının ahlaki kanılarını dile
getirir onun Saf Aklın Eleştirisi Newton biliminin ilkelerini günün felsefi
sorunlarıyla ilişkileri içinde çözümler. Bu sınırlamalar, sanki Platon’dan daha
güçlü bir düşünür Yunan siyasal ortamından sıyrılıp çıkarmış gibi, sanki
Aristoteles’in Hıristiyanlığın ya da modern dünyanın ahlak anlayışlarını
önceden görmesi gerekirmiş gibi, kusur diye görülür. Kusur olmak şöyle dursun,
bunlar bir değer işaretidir en iyi nitelikli yapıtlarda en açık biçimde görülecektir.
Nedeni de bu yapıtlarda yazarların bir insan zihni bilimi kurmaya girişildiği
zaman yapılabilecek en iyi şeyi yapmalarıdır. İnsan zihninin onların zamanına
rastlayan tarihsel gelişmesi içinde ulaştığı durumu sergiler.
Kapitalizmin zihniyet tanımlanması çeşitli açılardan
yapılabilir. Başta yapılması gereken eklektik, her kalıba giren, aldatıcı riski
yüksek, bir yandan en katı dinsel dogmalardan daha dogmatik, en soyut
felsefelerden daha saçma, spekülatif, putçuluğun bile asla düşmediği kadar sığ
putçuluk olan pozitivizm ve liberalizm olarak tanımlamaktır.
“Pozitivist olgucular toplumu bilimsel olarak
tanımladıklarını iddia etmelerine rağmen, pozitivist olguculuk toplumun gerçek
akışını en az tanıyan düşünce okuludur. Toplumu tarihsiz, kaba materyalist bir
yığın gibi yorumlayarak, en çarpık, eksik bir tanımıyla en tehlikeli
operasyonların yolunu açarlar. Toplumsal mühendislik kavramı pozitivizmle
bağlantılıdır. Bunlar dıştan müdahaleyle topluma istenilen şekli
verebileceklerini sanırlar. Modernitenin resmi anlayışı olan bu yaklaşımlar,
toplumun içinde ve dışında yürütülen iktidar ve istismar savaşlarının meşru
gerekçelerini oluştururlar. ( A. ÖCALAN )
Tarihsel şimdi kendi geçmişini kendinde taşır, bütünün
dayandığı gerçek temel, yani içinden çıktığı geçmiş, onun dışında değildir,
içinde bulunur. Bu dizgeler gelecek kuşaklar için değerliliğini sürdürüyorsa,
tam tarihsel özelliklerine karşın değil, ondan ötürüdür. Bizim için onlarda
dile gelen düşünceler geçmişe ait düşüncelerdir. Ama bu bir ölü geçmiş
değildir onu geliştirip eleştirerek, bu mirası kendi ilerlememiz için
kullanmayı olanaklı kılarız.
“Toplumların
olaysal günlük baskı ve sömürü durumlarının analizleri, gerçeğin kapsamlı ele
alınmamasının temel nedenidir. Pozitivizmin belki de en büyük saptırması bu
konudadır. Belki de Avrupa düşüncesinin en sakıncalı yönleri de pozitivist
çıkışla ilgilidir. Toplumları maddi ve ideolojik kültür derinliği içinde, tüm
çelişkileri ve çatışkılarıyla ele almadıkça, anlamlı bir yorumlama yapılamaz,
dolayısıyla daha özgür bir yaşam için paradigmalar inşa edilemez. ( A.ÖCALAN )
“Pozitivizmle
bilimi iğdiş edip inanç ve ahlak dünyasına karşı çıkarken, liberalizmle de
toplumun canına okuyan bireyciliği soykırıma kadar tırmandıran ulus-devletçi
tanrıya dönüştürmüştür. Hiçbir dini zihniyet kapitalizm zihniyeti kadar savaş,
baskı ve işkence doğurmadı. Hiçbir toplum bireyi kapitalizmin zafer kazandığı
kadar sorumsuz, çıkar düşkünü, zalim, soykırımcı, asimilasyonist, diktatör
doğurmadı.
Dinden daha
tehlikeli olan ve arkasına en tutucu din olarak pozitivizmi alan, kapitalizm
tanımlamalarının içyüzü açıklanıp boşa çıkarılmadıkça,
özgürlük tercihinin herhangi bir şansı olamaz. ( A.ÖCALAN )
Uzmanlaşmış cahillerin çoğunlukta olduğu bilimci yapı öyle
radikal bir yapıdır ki, kendi disiplinine yönelik bir eleştiriye maruz kalan
bilim adamı büyük bir fanatiklikte saldırıya geçebilmektedir. Çünkü bilim ve
bilgi artik “insanı yapan, olduran araçlardan birisi değil, o bilimle uğrasan
bilim esnafının iktidar kurma aracıdır. O iktidarlardan kolay feragat etmek
istememek ise modern bilimcinin en belirgin özelliğidir.
Ali Rızgar
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info