22 Kasım 2013 Cuma Saat 10:56
Şiddet kavramı
Öyle bir kavram ki, bu kavram duyulur duyulmaz insanda dilsel bir tepkiden önce içsel bir tepki gelişiyor. Bir tuhaf oluyor insan bu kavramı kullandığında. Ta derinliklerden gelen bir tepki, bir öfke, bir kabullenmeme durumu yaşatıyor. Aslında belleklerimize bu içerikte daktilo edilen o kadar çok kavram var ki… Baskı, sömürü, korku, tehdit vb. olan nice cümleler. Bu açıdan uzatmadan asıl konumuza girelim.
Bilindiği üzere şiddet olgusu geçmiş çağlardan beri egemenler tarafından kullanılan bir yöntem olmuştur. Nerede bir iktidar, güç savaşı olmuşsa, orada mutlaka şiddet yöntemine başvurulmuştur. Nerede bir değer gaspı, istismar yaşanmışsa orada şiddet olmuştur. Ne yazık ki, tarihsel bir gelenek olarak gaspa ve hırsızlığa dayalı gelişen bu kültür, ilk toplumsal gelişmeyle birlikte bu kültür süregelmiştir. Özellikle devletli uygarlık gelişimiyle birlikte bu olgu, giderek kurumsallaşmıştır. Erkek egemen sistemin ana kadın etrafında biriken ahlaklı ve politik değerlerine el konulmasıyla başlangıç yapılmıştır. Dolayısıyla tarihte uygulanan şiddetin ilk kurbanı kadın olmuştur. Kadının doğal yaşam statüsü, ahlakı, kendi içerisinde barışçıl demokrat özgür geleneklere sahiptir. Öyle bir yaşam çemberi oluşturulmuştur ki, özgür yaşam anlayışına dayalı hiçbir haksızlığa, adaletsizliğe korkuya ve şiddete yer vermeden, gerek duymadan, her birey ve topluluk, var olan yaşam normlarında yer almıştır. İfade ettiğimiz gibi şiddet alanları, iktidar ve egemenlik alanlarıdır. Neolitik yaşam kültüründe iktidar ve egemenlik kültürü yaşam bulamadığından dolayı şiddet kültürü de yoktur, gelişmemiştir. Özgürlük eğiliminin güçlü olduğu tüm farklılıkların ve çeşitliliklerin birbirini yok etmeden beslediği geliştirdiği bir toplumsal gerçeklikte neden şiddete ve zora ihtiyaç duyulsun ki…
Şiddet olgusuyla birlikte tarih kadın aleyhine ters-yüz edilmiştir. Tarihi yaratan tüm insanlık değerlerini bağrında taşıyan, besleyen kadın iken, adeta tarihin bir eki ya da bir soy sürdürücüsü konumuna getirilmiştir. Bu açıdan eril sistem güçleri kadına karşı tüm şiddet yöntemlerini en acımasız şekilde uygulamıştır. Tarihsel ve toplumsal gerçeklik kadına karşı uygulanan zor ve şiddet yöntemleriyle inşa edilmiştir. Kadının ev ekonomisinden tutalım, doğal yaşam ahlakını ve politik değerlerini ifade eden yüz dört ‘M’lerine kadar zor ve şiddet yoluyla gasp edilmiştir. Kadının ideolojik siyasal ve politik değerleri ilke ve ölçüleri bu argümanlar da ifadesini bulmuştur. Kadının söz ve kimlik sahibi kıldığı bu argümanlara darbeler vurularak iktidar alanı oluşturulmuştur. Bilindiği üzere ideoloji bir düşünce, bir fikir, bir yaşam alanıdır. Bir fikrin kendisini formülleştirdiği, ifadeye kavuşturduğu kimlik kazandırdığı bir sahadır. Politika ise bu düşünce biçiminin pratik ifadeye kavuştuğu tüm topluma mal edildiği bir sahadır. Ekonomi ise kadının el emeği ile etrafında biriken maddi değerlerin biriktiği toplamıdır. Kadın etrafında biriken bu değerler eşit dağılıma dayalı bir sistem oluşturmuştur. Her kılan ya da kabile ihtiyaçlarına göre fazlalığa ihtiyaç duymadan yaşamını idame ediyor. Dolayısıyla ideolojik ve politik alanda olduğu gibi ekonomik alanda da kadının ev yasasına dayalı bir kültürü oluşturulmuştur. Günümüzde kadın olabildiğince ekonomik alandan uzaklaştırılmıştır. Sistem sınırlarında, sistemin eşitlik ve özgülük anlayışına göre siyasal alanda göstermelik de olsa bir yer verilmektedir. Ancak ekonomi işleri tümüyle erkek işleri olarak görülüp, kadın bu sahadan mahrum bırakılmaktadır. Oysa ilk üreten ve ürettiklerini de toplum içerisinde tüm ihtiyaçları gözeterek paylaşımı esas alan kadın olmuştur. Birikim kültürüne ihtiyaç duyulmamıştır. Biriken ürünlerde armağan kültürü ile dağıtılmıştır. Bu nedenle doğal anacıl toplumda toplumsal gereksinimler üzerinden bir kavga şiddet kültürünü gerektirecek hiçbir neden olmamıştır. Bu gün yaşadığımız çağda kadın her üç alandan da mahrum bırakılarak bu alanlar kadın aleyhine en derin handikaplar haline getirilmiştir. Kadın her üç alanda da söz hakkına sahip değildir. Kendi öz değerlerini her üç alanda da etkinleştirebilecek, toplumsal gerçeklikte kendi dilini, rengini yansıtabilecek ideolojik siyasal bir çerçeveye kavuşturacak koşullar bulamamaktadır. Önemli çelişkilerden biri de, her üç alanda da kadının en fazla darbe yediği şiddete maruz kaldığı alanlar haline gelmiştir. Siyasal ve kamusal alanlar kadın açısından şiddetin en yoğun, en derin yaşandığı alanlar olmuştur. Bilindiği üzere 21. yüzyıl çağı, özgürlükler çağı olarak ifade edilmektedir. Ancak en fazla sömürünün, eşitsizliğin, özgürlüksüzlüğün yaşandığı bir çağ bu çağ olmaktadır. Dünya genelinde kadına uygulanan şiddet oranlarına baktığımızda bile, bu çağın değil özgürlükler çağı aslında ne kadar özgürlükten yoksun bir çağ olduğu anlaşılmaktadır. Kendisini dünyanın süper güçleri sanıp en fazla demokrasi ve özgürlükten dem vuran ülkeler dahi kadına karşı uyguladıkları şiddet oranlarına bile bakıldığında aslında gerçeğin hiçte öyle olmadığı anlaşılmaktadır. Yapılan araştırmalar istatistikler kadına zamanın çok kısa bir diliminde bile çeşitli şiddet türleri uygulanmaktadır. Dünyanın her tarafında cinsiyet ayrımı politikalarına dayalı şiddetin her türü kullanılmaktadır. Mal gibi piyasaya sürülerek alınıp satılan cinsel bir obje dışında değer verilmeyen her tür şiddet uygulamasına açık hale getirilmiştir. Somut örneklerle konuya daha da açılık getirmek gerekirse
Çin’de yılda bir milyon kız çocuğu doğar doğmaz öldürülmektedir. ABD’de dakikada bir kadın tecavüze uğramaktadır. İngiltere’de her yedi kadından biri beraber olduğu erkek tarafından tecavüze maruz kalmaktadır. Fransa’da her ay altı kadın aile içi şiddet nedeniyle hayatını kaybetmektedir. Tabi bu oranlar resmi dille ifade edilen oranlar ya da istatistiklerdir. Toplumsal kuytularda gizlenen ve hiçbir zaman gün yüzüne çıkmayan o kadar çok meçhul olay var ki, ne kimse öğrenecek, ne de bilecektir. Tüm bunlar, zamanın bilinmezliğine gömülüp giden gerçekler…
Bu bakımdan egemenler tarafından inşa edilen toplumsal gerçeklik, kadını yutan, kaybeden bilinmezliklere götüren kara delikler misalidir. Günümüz toplumsal gerçekliği, kadın açısından bir canlı mezar haline gelmiştir. Yaşarken ölmek gibi bir durum. Yaşarsın ama yaşamı anlamlandıramazsın. Çünkü ruhsal düşünsel anlamda parçalara bölünmüş ve öldürülmüşsün. Bu anlamda kadın mikro devlet olan ailede ve devletin büyük ailesi olan toplumda, ölüm sınırlarında yaşatılmaktadır. Her türlü ayırımcı ve cinsiyetçi yaklaşımlarla yüz yüze bırakılmaktadır. Batının sözüm ona demokratik kıstasları çerçevesinde, kadın böyle bir yaşam gerçeğinde boğuşurken, Ortadoğu’nun dinsel geleneksel ve dogmatik zihniyeti içerisinde şekillenen toplumda kadının yaşam gerçeği de çok farklı olmayacaktır. Özellikle geleneklere, kalıplara sığdırılmış hatta daha da derinleştirilmiş, içerilmiş, sistem sınırlarını aşmış bir şiddet olgusu yaşanmaktadır. Kadın bu gelenekler çerçevesinde bir yaşam biçimine sahiptir. Ortadoğu’nun birçok ülkesinde kadına yönelik uygulanan şiddet ortaçağ yöntemlerini geride bırakmayan, kadının yaşam alanını dört duvar arasında ören bir gerçeklik yaşanmaktadır. Yaşadığımız 21. yüzyıl gerçeğinde bile dinsel, dogmatik geleneğin ağır bastığı Ortadoğu coğrafyası eril sistemin çok daha fazla kök saldığı bir coğrafya olmaktadır. Kadın bu coğrafyada da siyasal bir kimlik sahibi olmaktan uzaklaştırılmıştır. Kadın, mikro devlet olan aile içerisinde dayağa, aşağılanmaya, tacize, tecavüze her türlü istismara uğratılarak, ötekileştirilmiştir. Ailede, çevrede, işyerinde kadının bulunduğu her alanda kadını baskılamak amaçlı mutlaka şiddet bir yöntem olarak kullanılır. Toplumun her alanında doğal bir hakmış gibi ele alınır. Sisteme, erkeğe göre olmayan kadın, dayak yemeyi hak etmiş kadındır. Ya erkeğinin sözünden çıkmıştır ya da erkeğinin erkeği olan kapitalist sistemin sınırlarını aşmıştır. Günümüzde en çok uygulanan, neredeyse toplumun vazgeçilmez kanunu haline getirilen ‘namus’ adı altında yapılan töre cinayetleri, bu zihniyetin ürünü olarak gerçekleşmektedir. Sistem, toplumu kadına yönelik yapılan zinalar, tecavüzler karşısında, kayıtsız ve sorgusuz bırakarak, birinci derecede suçlu sandalyesine kadını oturtmaktadır. Aslında örnek verilmesi gereken o kadar olay var ki… Hangi birine yetiştireceğini bilemiyorsun.
Ortadoğu’nun sözde hukuk devleti olan Türkiye’si mi (?), şeriat yasalarıyla örülmüş İran’ı mı (?), Irak’ı mı (?), Afganistan’ı mı anlatmalı? Bu ülkelerin kendi içerisinde kanıksamış geleneklerinin, yeni bir zihniyetle donanması şart olmaktadır. Kadın gerçekliği üzerinde inşa edilen iktidar ve egemen zihniyetin tazelenmesi, yenilenmesi gerekmektedir. Zihniyet sorununa dayalı baskı, şiddet ve sömürü gerçeği mevcut durumunu korurken, hiçbir kurtuluş olmayacaktır…
25 Kasım Uluslararası Kadına Karşı Şiddet Günü’ n de, tüm dünya kadınlarının tek sesle haykırması, sesini tüm dünyaya duyurması gerekmektedir. Bir asır boyu verilen Özgürlük Mücadelesinin eylemle kucaklaşması, dili, dini, rengi ne olursa olsun ortak örgütlülüğü ve öz bilinci taşıyarak, tek yürekle mor bir ifadeye kavuşturmak, hayati önem arz etmektedir. Kadın Özgürlük Mücadelesin de genelde dünya, özelde Ortadoğu kadınları arasında bir öncülük misyonu yüklenen Kürt kadınları, kadının sosyal, siyasal ve ekonomik alandaki toplumsal rollerini sorgulamayı ve sorgulatmayı sürdürüyor. Kadın da tarihi bir bilinç oluşturarak, toplumsal cinsiyetçilik ve kadına karşı fiziksel ve psikolojik şiddete ilişkin farkındalık yaratmayı hedefleyen Kürdistan Kadın Özgürlük Hareketi, ulaşılmak istenen kadının özgürlük düzeyini, tüm dünya da ki kadınların ortak emeğiyle yeşertmeyi hedefleyen günümüzdeki en aktif güç olma özelliği taşımaktadır. Dağların doruğunda, kadının özgürlüğünü elde edinceye kadar ‘barış’ adlı bebeğini dünyaya getirmemeye yemin etmiş ve sancılar içinde kıvranan Anatolia tanrıçası Kibele’nin, dağlarda ki kadın direnişçiler tarafından kırılacak olan şiddet çemberinden sonra yer yüzünü saracak barışla dolu bir toplum dileğiyle…
Dilek Akdeniz
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info