13 Kasım 2014 Perşembe Saat 13:30
5. BÖLÜM
Eğitimler, yeni nesillerin insanlığın binlerce yıllık
geçmişindeki bütün kazanım ve yaratımları ile bilgi birikimlerinin sistematik
bir biçimde yeni nesillere aktarılmasının yanında bireylerin egemen sistemin
istediği özelliklere sahip kişilikler olarak yetişmesini ve rejimlerin
devamının garanti altına alınmasını hedeflemektedir. Asıl hedef egemen devletin
kendi ideolojisini benimsetmesi, dilini, kültürünü hakim kılmasıdır. Bilgi
aktarımları zaten sistemim kendi hizmeti amacı ile gerekli uzmanlaşmaları
sağlamak için zorunludur. Eğer eğitim kurumları bağımsız olsa ve bu kurumlarda
uygulanan eğitim programları özgür ve tercihe imkân tanırsa gerçek anlamda
bilimselliğe hizmet eden kurumlara dönüşebilirdi. Bazı ülkelerde eğitim
kurumlarının bir kısmı bu yolda ilerlese de her ülke yine de kendi eğitim
kurumalarını yönlendirmektedir. Fakat özellikle Üniversitelerde özgür tartışma
ve düşünce beyanı imkânları dünyada yaygınca benimsenen bir durumdur. Çünkü
artık birey belli bir olgunluğa ulaşmış, önemli oranda bilgi birikimine sahip
ve mesleki tercihini netleştirmiş durumdadır. Birçok ülke her birisinde onlarca
fakülte ve her fakültede binlerce yeni nesil dinamik beynin bir arada bulunduğu
bu ortamlarda düşünceye sınırsız tartışma imkânı tanıyarak çıkan sonuçlardan
istifade etmektedir.
İran sistemi gibi kendi dogmatik zihniyeti dışında hiçbir
düşünceyi kabul etmeyen bir rejimin egemen olduğu bir ülkede eğitim sisteminin
geliştirici olması düşünülemez. Rejimin uyguladığı eğitim politikaları en büyük
tehdidi bizim dilimiz üzerinde gerçekleştirmektedir. Çünkü günümüzde eğitim
dili olarak kullanılmayan bir dilin varlığını koruyabilmesi mümkün değildir.
Canlı bir organizma gibi sürekli bir değişim içinde olan dil eğitim
kurumlarında, yazım alanında, bilimsel konularda, sanat, ekonomi ve edebiyatta
kullanılmadı mı adeta kullanılmayan bir organ gibi gittikçe zayıflar,
güçsüzleşir ve fonksiyonsuz, çürük bir maddeye dönüşür. Yine eğitim ve yazım
alanında kullanılmayan bir dil yerelleşir, farklı lehçelere dönüşerek kendi
içerisinde bölünüp parçalanarak Kürt dilinin bugün yaşadığı trajedilerle yüz
yüze gelir. Hakeza eğitim ve yazım alanında kullanılmayan dil kendisini
geliştiremez, yeni sözcükler üretemez ve başka dilden sözcüklerin istilasına
uğrar. İran rejimi sözde halkımızı kabul ederken dilimizde eğitim yapmamızı
engelleyerek hiç çaktırmadan bizi asimilasyona tabi tutmaktadır. Eğer halkımız
kendi dilinde başta eğitim olmak üzere sanat ve edebiyat çalışmaları yapamaz
yine basın yayın çalışmalarını yürütemezse dilimizde bir bütünlük oluşmayacağı
gibi çokta uzun olmayan bir süreçte dil anlamında asimile olma tehdidi ile
karşı karşıyayızdır. Halk olmanın en temel kriteri olan dilsel bütünlüğümüz
yitirilince onunla birlikte kültürel değerlerimizin de önemli bir bölümü yok
olacağından Kürtlük içi boş bir kutuya dönüşecektir. İnsanların ana dillerinde
eğitim görmeleri uluslararası anlaşmalarla kabul edilen bir hak olmasına rağmen
İran rejimi bu hakkımızı zorla gasp etmede ısrar etmektedir. Bu tavrı ile rejim
çeşitliliğe, çoğulculuğa, farklılıklara karşı olan zihniyeti ile hepimizi tek
tipleştirerek Fars dil ve kültürünün hakim olduğu “molla zihniyetli”
kılmanın uğraşındadır. Rejimin bu politikalarına vurulacak en etkili darbe
uluslararası anlamda da kabul edilen anadilde eğitim hakkımızı elde etmek için
hızla harekete geçmektir. Bu hem çok acil, hem çok önemli hem de çok meşru bir
taleptir. Halkımızın anadili ile eğitim ve yayın talebi rejimden istenen bir
lütuf değil yıllardır gasp edilmiş en temel değerimizin sahiplenilmesidir.
İran’daki mevcut eğitim sisteminin öncelikli hedefi diğer
halkları asimilasyona tabi tutmaktır. Bunu yaparken hem kendi resmi dilinin
etki alanını genişletmekte hem de kültürün en etkili taşıma aracı olan dil yolu
ile kültürel asimilasyonu gerçekleştirmektedir. Rejim zayıf düşürülen diğer
halkların dili ile de alay ederek “sizin diliniz zayıftır, eğitim ve diğer
yazımsal etkinlikler için kullanılamaz” sahtekârlığına başvurmaktadır.
Yani bu konuda da kararı halkımıza bırakma yerine kendisi bizim hakkımızda
karar vermekte ve uygulamaktadır. Sahte rejim kendi anadili ile eğitim
hakkındaki kararı halkımıza bırakmalı ve kendisi de halkımızın vereceği karara
saygılı olmalıdır.
Rejimin eğitim sistemindeki ikinci hedef kişilik bölümünde
de biraz açımlayacağımız gibi itaatkâr, köle ruhlu, iradesi kırılmış ve rejim
politikalarına teslim olmuş bireyleri yetiştirerek bunları sistemin hizmetinde
çalıştırmaktır. Burada rejimin tek tip insan yaratma felsefesinin gereği olarak
özgür düşünce, özgürce araştırıp inceleme yapma, farklı ve alternatif görüş ve
düşünceleri tartıştırma imkânları ya çok kısıtlanarak yada tümüyle yasaklanarak
yapay kişilikler yaratılmaktadır. Rejimin eğitim kurumlarında bireyin kendisini
yaratmasına imkân tanınmadığı için adeta fabrika üretimi gibi tek tip bireyler
yaratılmaya çalışılmaktadır: Ebetteki birçok insan bu uygulamaların aşılması
için ciddi mücadele içerisindedir fakat rejimin çabası da bu insanları kendi
zihniyetine çekmektir. Bunun için iktidar olmanın bütün imkânları
kullanılmaktadır. Kendi zihniyetini olduğu gibi kabul edenlere okullara
girmede, sınıf geçmede, meslek ve iş edinmede yardımcı olmakta, haksız birçok
imtiyaz verilmekte ve mali destekler sunulmaktadır. Kendi zihniyetine karşı
çıkıp mücadele edenler ise çok yetenekli bile olsalar işsiz bırakılmakta iş ve
mesleki unvan sahibi olanların elinden sudan gerekçelerle bu imkânlar
alınabilmektedir. Yani rejim uygulamalarında fırsat eşitliği yoktur. Bu nedenle
yeni nesiller, beyinler ve yetenekler fırsat eşitliği imkânı bulamadıkları için
daha okul çağından başlanarak heba edilmekte, teslimiyetçi, uydu kişilikli
olanlara tanınan imtiyazlarla bütün bir nesil buna teşvik edilmektedir.
Ayrıca eğitim kurumlarında resmi Şii mezhebine bağlı olmayan
insanlar çok ciddi bir ayrımcılığa tabi tutularak dıştalanmaktadır. Bütün
engelleri aşarak yine de mezun olanlara iş verilmemekte ve böylece okumaya,
meslek sahibi olmaya karşı bir güvensizlik yaratılmaktadır. Halkımızın çoğu bu
uygulamalardan hareketle “okusak da işsiz kalacağız o zaman ne diye o
kadar yılımı boşu boşuna okuyarak geçireyim” diyerek okumayı terk
etmektedir. Rejimin uygulamaları aslında tamda halkımız içinde bu mantığı yaratmayı
hedeflemektedir. Çünkü halkımızın başına bela olan ve diğer bütün kötülüklerin
ve olumsuzlukların ya direk kaynağı yada aşılmamalarının nedeni olan cehalet
böylece devam etmektedir. Bu tuzağın aşılması için halkımız bütün koşulları
zorlayarak mutlaka okumalıdır. Ebetteki okurken rejimin egemen kılmak istediği
zihniyetle de mücadele etmesi gerekir. Esaret koşullarında yaşayan ve bu
esaretinin en büyük sebeplerinin başında gelen cehaleti yenmek için Kürt bireyi
mutlaka okumalıdır. Eğer okumaya bu zihniyetle yaklaşılmazsa egemen rejimin
siyasetlerinin hizmetinde kalınmış olacaktır. Rejim okuyan, bilinçlenen,
aydınlanan toplumdan korku duyduğu için bu politikayı yaşama geçirmiştir. Şu
bilinmelidir ki günümüz dünyasında başarılı olan eğitimli beyin gücüne dünyanın
bütün ülkeleri kapılarını açmaktadır. Kapalı kapıların pek kalmadığı günümüzde
rejimin önümüze çıkardığı gerekçelere sığınarak okumamak, halkımızı cehalete,
geleceğimizi sefalete mahkûm etmekle eşdeğerdir. Rejim toplumumuz içerisindeki cehaletin devam
etmesi için bazen Kürtlük kimliğinizden dolayı bazen de mezhep ve inancımızdan
dolayı okumamız önüne ne kadar engel çıkartırsa çıkartsın biz mutlaka
okumalıyız. Çünkü rejimin asıl amacı bir Kürdün okuyup okumaması değil,
toplumumuzun genelinde okumaya karşı sempati gelişimini önlemek suretiyle
halkımızı cehalete mahkûm etmek ve bu cahil toplumu istediği gibi yönetip
yönlendirmektir. Bu nedenle her Kürt bireyi ve Kürdistanlı “okuyup şu
meslek sahibi olayım da kendime bir yaşam kurayım” düşüncesi kadar ve
hatta ondan daha da fazla “okuyup bilinçli, aydın bir insan olayım
toplumumun bu cehaletten kurtulmasında katkı sağlayayım” yaklaşımı
içerisinde olmalıdır. Zaten aydın bilinçli ve mesleki eğitim sahibi olan insan
iş bulmada veya işini kurmada da avantajlı konumdadır.
Aynı şekilde Kürdistan’da anne ve babalarda çocuklarının
eğitimine bu temelde yaklaşmalı, onları okumaya teşvik etmelidirler. Eğer çocuk
aile içinde kitap okuyan kimseyi görmezse, eğitimin yüceltici, geliştirici
etkilerini hissetmezse elbette kendiside okumak istemez. Yani çocuklara
okumayı, eğitimi sevdirmek aile ve çevreye bağlıdır. Okuma sevgisi ve eğitim
toplumumuzdaki yaygınca uygulama olan kötekle çocuğa sevdirilemez. Çoğu
anne-baba “biz çocukların okumasını çok istiyoruz, hatta okumaları için
dövüyoruz da okula gitmiyorlar” demektedirler. Fakat bu anne ve babanın
evinde tek bir kitap bulunmaz, çocuklar onları okurken bir gün bile görmezler.
Tabii ki çocuk en yakını olarak onları örnek alacak ve onlara özenecektir. Bu
nedenle sadece resmi okullarla sınırlandırılmadan imkânlar ölçüsünde her
Kürdistanlının evi bir kütüphaneye, bir okula dönüştürülerek okumama kültürü
ortadan kaldırılmalıdır. Evlerde bol miktarda ve faklı konulara ilişkin
kitaplar olursa er veya geç onları okuyanlar çıkacaktır.
Her toplum yaşadığı uzun tarihsel geçmişinde yaşadıkları ile
birlikte karşılaştığı farklı toplumları etkileyerek ve onlardan etkilenerek
özgünlükleri çok olduğu gibi benzerlikleri de çok olan bir kültürel yapılanmaya
sahiptir. Karşılıklı doğal etkileşim ve dönüşüm dışında toplumlar kültürlerini
yitirdikçe kendileri olmaktan çıkarak başkalaşmışlardır. Eski tarihlerde
yaşamalarına rağmen günümüzde yok olan halkların durumu böyledir. Bu halklar
tümü ile fiziksel katliamlardan geçirilip yok edilmemişler, kültürel anlamda
eritilip asimilasyona uğratılmışlardır. Bir başına kültür bir toplumun
konuştuğu dilinden, yaşama bakışına, yemek alışkanlıklarından eğlenme
biçimlerine, müziğinden doğaya yaklaşımına, birbirleri ile ilişkilenmeden resmi
bayramlarına kadar düşünebileceğimiz bütün alanlarda sahip olduğu ve her birisi
özgünlükler içeren toplumsal kimliktir. Bütün ideolojiler topluma mal olmak ve
süreklileşmek için hedefledikleri toplumlarda öncelikle “yeni bir
kültür” yaratmak istemişlerdir. Kendi yeni kültürlerini toplumlara kabul
ettiren bütün ideolojiler uzun ömürlü olmayı başarırken bunu başaramayanlar yok
olmuşlardır.
Kültürler dinamik ve toplumun ihtiyaçları temelinde
kendisini uyarlama kabiliyeti gösterirse olumlu rol oynarken katılaşarak
dogmatikleşirse toplumları geri bırakan bir karakter kazanabilirler. Özellikle
Kürt toplumu olarak içinde yaşadığımız ağır durum dikkate alındığında dönüşüme
uğratmamız gereken birçok geçmiş alışkanlıklarımızın olduğu kendiliğinden
ortaya çıkar. Bir bütünen geçmiş konularda açmaya çalıştığımız toplumsal ve
bireysel yetmezliklerimizin tümü kendi alanlarındaki yanlış ve zamanımıza cevap
olamayan kültürel altyapımızdan kaynağını almaktadır. Bunların içerisinde
uyuşturucu bağımlılığı, kaçakçılık ve Besiclik gibi bazıları yakın tarihsel
geçmişimiz ve yaşadığımız süreçle ilgili ve yeni kültürel etkiler olarak ortaya
çıksa da nihayetinde bunlarda daha eskilere dayanan olumsuzlukların üzerinden
şekillenme bulmuşlardır. Mesela aşiretçi feodal kültür ve okumama kültürü gibi
bazıları hem uzun geçmişleri olan hem de çok büyük tahribata neden olan ve her
birisi beraberinde onlarca farklı sorun yaratan konumdadırlar. Binlerce yıldan
beri hep yabancıların istilasına uğrayan ülkemiz ve dış egemenlerin işgalinde
yaşayan halkımızın varlığını koruyarak bugüne gelmesinde en önemli neden çok
güçlü ve derin bir kültürel geçmişe sahip olmasıdır. Neolitik kültür dediğimiz
bu güçlü kültürel etki ülkemize işgalci olarak gelen birçok toplumun kültürel
anlamda halkımız içerisinde erimesine neden olarak bizi koruyabilmiştir. Bu da
gösteriyor ki kültürlerin gücü uzun vadede kılıçların gücüne galip gelmiş,
savaşta yenen birçok halk yendikleri toplumların kültürel güçlerine yenilerek
içlerinde erimekten kurtulamamışlardır. Çok derin tarihsel geçmişe dayandıkları
içindir ki günümüzde bazıları toplumumuzu bariz bir biçimde geriletmesine ve
düşmanlarımızın hizmetine girmesine rağmen bunları kolay kolay
dönüştüremiyoruz. Demek ki kültürel birikimlerimiz bir yandan varlığımızın
nedeni diğer taraftan yaşadığımız sorunlarında kaynağı olabilmektedir. Asıl ve
acilen yapmamız gereken, bizi gerileten öğeleri değişime tabi tutarak esnetmek
yeni sentezlerle toplumumuzu bu ayak bağlarından kurtarmaktır. Toplumdan bireye
kadar bunların yarattığı etkiler geçmiş konuların çoğunda belirtildiği ve
değerlendirildiği için yeniden sıralamaya gerekli görmüyoruz. Mevcut aşiretçi
kültür, feodal aile kültürü, okumama kültürü, örgütlenmeme ve çok evlilik
gibi. Eleştiriye tabi tutamadığımız kültürel
değerlerimizi de sahiplenerek korumalı ve güçlendirerek geleceğe taşımalıyız.
Dilimiz, mertliğimiz, direnişçiliğimiz, misafir severliğimiz, yaşlı ve
düşkünlere sahip çıkan merhametimiz bize ait oyunlarımız, milli bayramlarımız,
giysilerimiz gibi.
Kürdistan tarihi boyunca çok ciddi dış kültürel baskı ve
saldırılara maruz kalmıştır. Bunların içerisinde en etkili olanlarından biri
İslamiyet’in zorla ülkemize sokulması süreciyle başlayan ve İslamiyet’in kabulü
ile devam eden Arap kültürünün taşırılması sürecidir. Bu yolla toplumumuza
yabancı ve bizim özgünlüklerimizin çok gerisinde bazı yaşam alışkanlıkları ve
ilişkiler empoze edilmiştir. Toplumumuz İslam ideolojisini kendisine uyarlama
kabiliyetini fazla gösteremediği için kendisini ona uyarlamıştır. Sadece bazı
Kürdistanlılar Alevilik biçiminde kısmen de olsa İslamiyet’i kendilerine
uyarlayarak bir özgünlük yaratabilmişlerdir. İkinci en etkili kültürel baskı
dönemi ise özellikle birinci dünya savaşından sonra ülkemizin dört parçaya
ayrılarak sömürgeleştirilmesi süreci sonrası egemen devletlerin bizi asimile
etmek için dayattıkları ulus-devlet anlayışı dönemidir. Geçmişte yerel düzeyde
yaşatılan bazı eğitim ve kültürel örgütlenme ve kurumlar egemen devletler
tarafından kapatılarak yerlerine egemenlerin kültürlerini hakim kılmaya çalışan
kurumlar geçirilmiştir. Kürdistan’ın bazı parçalarında halkımızın varlığı
tümden inkâr edilmiş ve halkımız yok sayılmıştır. Kültürel asimilasyon öyle bir
düzeye vardırılmıştır ki şehirlerimizin, dağlarımızın, akarsularımızın ve hatta
insanlarımızın adları değiştirilerek Kürtlüğe ait olan her şeye karşı
sistematik bir savaş yürütülmüş ve tarihimiz tümüyle inkâr edilmiştir.
Doğu Kürdistan’da da egemen rejimler benzer uygulamalar
geliştirirken kültürümüz değişik yöntemlerle kendisini korumaya çalışmıştır.
Fars egemenlik sistemi bizim tarihsel mirasımız başta olmak üzere Newroz gibi,
Çarşema Sor gibi kendisininki ile ortak olan fakat kendi içerisinde bazı
farklılıklarda barındıran birçok kültürel değerlerimizi kendileştirmeye
çalışmıştır. Fars egemenlik sistemi geçmişteki tarihsel yakınlığımızı kullanmak
suretiyle yok edemediği ve asimile edemediği kültürel değerlerimizi sahiplenme
yoluna giderek kendisini bütün ortak kültürel değerlerin tek sahibi olarak ilan
etmiştir. Çok farklı ve birbirine zıt kültürlere sahip toplumların birbirlerini
asimile etmesi nispeten zor, yakın kültürlerin ki ise kolay olduğu için İran
egemenleri yumuşak politikalarla, zıtlaştırmadan asimilasyonu gerçekleştirme
yolunu tercih etmişlerdir. Sözde Kürt halkını tanıyan ve Doğu Kürdistan’ın
küçücük bir parçası da olsa bir alanına Kürdistan diyen rejim, iş kültürümüz ve
tarihimizle ilgili alana gelince sessizliğe bürünmekte yada engeller
çıkartmaktadır. Bu rejim bağımsız kültür araştırma kurumları yine tarih ve dil
araştırma kurumları oluşturmamıza izin vermemekte, kendi dilimizle eğitim ve
yayını yasaklamaktadır. Çok kısa yaptığı ve devletin propagandası ile egemen
ulusun milliyetçiliğini yapan işitsel ve görsel yayınları da kendi siyaseti
için yapmaktadır. Bu rejim çocuklarımıza kendi ulusal isimlerimizi vermeyi
kabullenmeyecek kadar kültürel değerlerimize tepkilidir. Bazı ebeveynlerin,
rejimin taleplerine uyarak çocuklarına ulusal isimlerini vermemeleri kadar
aşağılayıcı bir şey olamaz. Mademki o çocuk senin çocuğundur sen nasıl olurda
başkalarının ona zorla verdiği ismi kabul ediyorsun. Eğer bunu kabul ediyorsan
o çocuğu da onlara ver hiç olmazsa geleceğini de onlar kursunlar. Çünkü
başkalarının uygun gördükleri ismi yani yabancı kültürel bir öğeyi taktığın o
çocuğu Kürt olarak büyüteceksin. Eğer Kürt olarak yetiştireceksen isminden
başla, yok asimileye isimden başlıyorsan ver de bir başkası olsun. Burada
ortaya çıkan kültürünü sahiplenmeme, kültüründen kaçmadır. Çünkü egemen rejim
kendi kültürünü yüceltirken bizim kültürümüzü horladığı için, küçümsediği için
ondan bir kaçış var. Egemen kültür Kürt’ün yanında Azeri’yi küçümser, hakaret
eder, Azeri’nin yanında da aynı şeyleri Kürde yaparak diğer halkların
kültürlerini küçümseyerek, çatıştırarak kendininkini egemen kılar. Mesela
Kürdistan’da birçok insanımızın adı Daryuş, Behmen, Mehran, Areş, Ensari’dir
fakat Kawa, Agit, Rojhat, Berivan, Zozan gibi Kürt isimlerine pek rastlanmaz.
İletişimin çok geliştiği ve kültürlerin birbirlerini daha
çok ve daha hızlı etkileyebildiği günümüzde egemen toplumlar en çok kültürel
anlamda kendilerini ihraç etmektedir. Genel dünyada gelişen ve ülkemizi işgal
etmiş egemen rejimler tarafından daha sistemli bir biçimde ve zorla bize
dayatılan kültürel baskıya karşı kendi kültürümüzü korumak bizi bugünlere kadar
taşıyabilen kültürel değerlerimize bir borcumuzdur. Bunun için de tüm koşulları
zorlayarak kültürümüzü değişik kurumlaşmalar aracılığıyla geliştirip
güncelleştirmemiz gerekiyor. Gericiliğe kaçmadan ama bizim olan değerlerimizi
araştırıp gün ışığına çıkartarak sahiplenmek kimliğimizi güçlendirecektir. Öyle
ki bazı halklar vardır ki sadece çok özgün bazı kültürel özellikleri ile bütün
dünyada tanınmakta ve sempati toplamaktadır. Bizim ulusal çıkarlarımız için
gerici bir karaktere dönüşmemiş tüm kültürel değerlerimizi sahiplenelim. Egemen
sistemin geri görerek horladığı isimlerimiz gibi bayramlarımız gibi, dilimiz
gibi bazı şeylerin asıl kimliğimiz olduğunu unutmayalım.
Kültürel
milliyetçiliğe kaçmadan toplumsal kimliğimiz olan kültürümüzü kurumlaştırmak ve
geliştirmek, bizi kendimiz olmaktan çıkarmaya karşı en etkili yoldur.
Kendimizin olanlardan utanmadan, inkâr etmeden, kaçmadan ama geriliklerimizi de
aşarak dünya ile bütünleşmek, başka toplumları özel olarak hedeflemedikleri
sürece diğer halkların kültürel özgünlüklerine hoşgörülü yaklaşmak ve saygı
duymak bizim için önemlidir. Eğer rejim kültürleri öldürmek istiyorsa, alay
ediyorsa, birbirleri ile çatıştırmak istiyorsa bizim uygulama ve
yaklaşımlarımız bunun tam tersi olmalıdır. İdeolojilerin kültürel zeminde
çatıştığı günümüzde tarihin hiçbir döneminde olmadığı düzeyde kültürel
emperyalizm imkânları mevcuttur. Dünya egemen sistemleri bir yandan faklı
kimlik ve kültürlere saygılı olduklarını ve desteklediklerini dillendirirken
diğer yandan bütün medya kurumları ve teknolojik imkânları kullanarak kendi
kültürlerinin reklâmını yapmakta, onu diğer halklara empoze etmeye
çalışmaktadır. Bu yolla kendi zihniyetlerini, bakış açılarını, olaylara
yaklaşımlarını, zevklerini, ölçülerini, genel anlamı ile ideoloji ve
sistemlerini tüm dünya halklarına kabul ettirmeye çalışırlar. İran rejimi komik
uygulamalarında olduğu gibi uydu antenleri yasaklamak veya internete filtreler
koymakla dış kültürel etkiye karşı savaşım geliştirilemez ve alternatif
oluşturulamaz. Alternatif, kendi kültürel kurumlarını geliştirmek, günümüz
ihtiyaçları temelinde özgünlükler yaratmaktır. Aksi halde kültürel özgünlükler
bazı dini dogmalar gibi katılaşarak topluma ayak bağı olmaktan kurtulamaz ve
bunun sonucu olarak da uzun vadede yabancı kültürler tarafından aşılmaları da
kaçınılmaz olur.
Bir toplumun kültürel birikimlerinin hem bir yansıması hem
de yenilikçi sentezinin artistik ifadesi olarak değişik alanlarda icra edilen
sanat, kültürün yenilikçi, üretken, estetik öncülüğünü yapmaktadır. Bu anlamı
ile bir kültürü demokratikleştirmenin, gericileşmekten kurtarmanın en etkili
aracıdır sanat. Çünkü sanat alternatif
bakış açıları ve yorumlamalarla mevcut olanı eleştiriye tabi tutan değişime
zorlayan, hiçbir zaman elde edilenle yetinmeyen yenilikçi, devrimci bir muhalefettir.
Kültür ve ideolojilerin demokratikleşmelerinin muhalefeti, toplumların
vicdanıdır sanat. Sanatı icra eden ve sanatçı olarak adlandırılan insanlar
oyunları ile yazıları ile sesleri ve melodileri ile resim ve karikatürleri ile
toplumu düşünmeye, farklı yorumlara, yeni dünyalara götürerek ufuklarını
genişleten aydınlardır. Avrupa’da hiçbir devlet gücünün üstesinden gelemediği,
bütün kralların egemenliklerini paylaştıkları ortaçağ kilise hâkimiyetinin
başta İtalya olmak üzere birçok ülkede sanatçıların başlattığı Rönesans
hareketi ile aşıldığı ve bu coğrafyada devrimsel gelişmelere yol açtığı
düşünüldüğünde sanat ve sanatçıların toplumlar için önemi daha iyi anlaşılır.
Eğer bugün Ortadoğu dogmaların esiri olmuşsa bunun en büyük nedeni sanata ve sanatçıya
olan yanlış yaklaşımıdır. Bu coğrafyada sanatçı egemen rejimlerin görmek ve
duymak istediklerini yapmaya zorlanmakta, özgürlüğü kısıtlanmaktadır. Eğer
sanat yenilik, yaratım ve eleştiri ise sanatçı özgür düşünme ve hareket
imkânına sahip olmak zorundadır. Maalesef hem genel Ortadoğu’da hem de bizim
toplumumuzda buna fazla imkân tanınmamıştır. Hal böyle olunca da bizdeki
sanatçılar çoğunlukla sadece geçmişin taşıyıcıları olmuş, yeni yaratımlarla
geçmişi geliştirip güncelleştirmeyi başaramamışlardır. Bunun sonucu olarak da
hem Ortadoğu’da hem de Kürdistan’da toplum kültürü, gelenekleri ve egemen
dogmaları ile yüzyıllardır adeta dondurulmuştur.
İran rejimi de bu coğrafyanın en gerici dogmatik güçlerinden
birisi olarak sanata ve sanatçıya kara çarşaf ve takke giydirerek özgürlük
sınırlarını fiziğinden başlayarak çizmiştir. Rejim için sanat kendi sistemini
yücelten, onu eleştirmeyen, değişime zorlamayan, halkın kafasında soru
işaretleri yaratmayan mevcut kalıpların duvarlarına çarpmadan icra edildikçe iyidir.
Sanatçıda geçmişe ve değişime(geleceğe) küfredip bu günü ve bugünün mollalarını
yücelttikçe sanatçıdır. Molla rejimi sanatsal etkinliklerin tümünün mayasını
oluşturan özgürce düşünüp özgünlükler yaratmayı kendi dogmatik zihniyet
yapısına kurban ederek sanatçılığı bir meslek, sanatı da bir iş koluna çevirmek
istemektedir. Bunun sonucu olarak İran’da sanatçılık çoğu kişi için bir
memuriyet gibidir. O, amirinin önüne koyduğu işleri yapmakla mükelleftir.
Rejimin uygulamalarında sanatçıların görevi duygulara hitap ederek tüm toplumun
beynini uyuşturmak ve egemen sisteme itaata teşvik etmektir. Her bir molla en
usta sanatçıya bile parmak ısırtacak yaratıcılıkla siyaset sanatının
inceliklerini kullanılarak bu rejimi ayakta tutma gayreti içinde iken, toplumun
sanatçılarını da kendi siyasetlerinin aleti olarak kullanmaktadır. Günümüzdeki
sanatsal kısırlık zengin tarihsel-kültürel geçmişe sahip olan genel İran
toplumu için çok büyük bir kayıptır. Sanatsal yaratımın en önemli ihtiyacı olan
düşünce özgürlüğüne İran rejimi imkân tanımayacağına göre sanatçıların bireysel
bazda rejimin düşünceyi kısıtlayıcı ve yasaklayıcı engellerini aşarak sanatsal
anlamda topluma yenilikler sunmaları kendilerini zorlasa da kısa vadede tek
çıkış yoldur. Mevcut durum düzelsin diye bir sanatçı işi doğal gidişatına
bırakarak sanatçı olamaz. O, bu durumun düzelmesine öncülük yapmak zorundadır.
Sanatçılara en
büyük rol toplumların dogmaların esiri olduğu yada kaos durumu yaşadıkları
koşullarda düşer. Çok ciddi sorunlarla yüz yüze olmayan toplumların bu
durumları sanatçıların çalışmalarının da eseri olduğu için zaten bu toplumlarda
sanatçılar rollerini oynuyorlar gerçeği ortaya çıkar. Fakat ciddi sorunlarla
yüz yüze olan toplumların sanata ve sanatçıların özgür çalışmalarına yaklaşımlarını
gözden geçirmeleri gerekmektedir. Sanatçı icra ettiği sanat yoluyla toplumları
kaos ortamından çıkarma potansiyeli taşıdığı gibi yaşanan bu süreçlerin tarihe
çarpıcı geçişini sağlayarak kalıcılaşmasını da sağlamaktadır.
Yaşadığımız bugünkü koşullar halkımızın sanatçıya ve sanata
en çok ihtiyaç duyduğu ve en büyük sanatsal ürünlerini verme potansiyelini
taşıdığı bir tarihsel süreçtir. Halkımızın yaşadığı trajedileri sanatsal
incelik ve yaratıcılıkla yansıtacak sanatçılardan yoksun olduğumuz sürece ne dünyayı
nede halkımızı yaşanan gerçeklere inandıramayız. Bazen bir fotoğraf karesi, bir
film şeridi birçok şeyi ifade edebilmektedir. Toplumumuzun ihtiyaç duyduğu
kültürümüzü yozlaştıran, başkalarına özentiyi geliştiren, sadece çıkar amacı
ile hareket eden bazı günümüz sahte sanat hırsızları değil, dogmaları aşarak
egemen rejimlerin uygulamalarına meydan okuyan, toplumumuzu hem kendisine hem
de dünyaya sanatsal yaratıcılıkla anlatma gücünü gösterebilen sanatçılardır. En
büyük sanatçıların en zor koşullar altında yaşayan arayış içerisindeki
toplumlardan çıkmaları bir tesadüf değil insan vicdanının şahlanışıdır.
Bu anlamda yaşadığımız trajedik durumdan istifade ederek
kültürel değerlerimizi yozlaştıran ve kendisine sermayeye dönüştüren egemen
rejimlerin şakşakçılığını yapan sözde sanatçıları teşhir etmek ne kadar önemli
ve gerekli ise mevcut yaşanılanlara muhalif ama inkârcılığa kaçmadan kültürel
değerlerimizi yenilikçi bir senteze tabi tutarak toplumsal gelişim, değişim ve
dönüşümün önündeki engelleri aşmayı hedefleyen gerçek sanatı ve sanatçıları
desteklemek de o kadar önemlidir. Şimdiye kadar toplum olarak sanatçı
bakımından oldukça fakir bir durumdayız. Çıkan kimi sanatçılarda ya sadece
geçmiş kültürümüzün taşıyıcısı rolünü oynamış yada gereken yaratıcılıkla yenilik
yaratamamıştır. Yeni nesil Kürt sanatçısı egemen rejimlerin zihniyetini aşarak
sanatı sadece para için değil, sanat için değil, kendi reklâmını yapmak için
değil, meşhur olmak için değil sanatı toplum için yapmalıdır. Toplum için
yapılan sanat zaten sanatçıya diğer kazanımları da sağlayacaktır. Sadece para
için yada egemen rejimler için yapılan sanat, sanat değil sadece bir iştir. Çok
uzun tarihsel geçmişimiz ve geniş kültürel zenginliklerimiz eğer yaşadığımız
ağır sorunlarla doğru bir senteze tabi tutulursa gerçek sanatçılar için
müzikten edebiyata, resimden tiyatro ve sinemaya kadar her alanda muazzam bir
zenginlik sunmaktadır. Öyle ki bir seferliğine ülkemizi görüp bu duruma şahit
olan birçok yabancı bu kısa gözlemlerini roman, film ve tiyatro oyunlarına
dönüştürebilirken bizim toplumumuzdaki aydın ve sanatçının bundan istifade
edememesi en iyimser ifade ile sanatsal hissiyatlarımızın zaafı olarak
değerlendirilebilir.
I-Rejimin Yarattığı Kişilik Ve Aydın Tipi
Birey olarak insan, şekillenmesinin asıl karakterini, ailesi
ve içerisinde yetiştiği toplumun genel kültürel çerçevesinden almakta daha
sonra bu özellikler okul ve diğer kurumlarda yasa ve kanunların çerçevesini
belirlediği resmi hukukla birleşerek en son şekillenmeye ulaşmaktadır. Bilimsel
veriler aile içerisinde ve yakın çevrenin etkili olduğu okul öncesi gelişimin
ilerleyen yaşlarda bireyin kişilik şekillenmesi ve özellikleri üzerinde en
etkili dönem olduğunu ortaya koymaktadır. Bu dönemde kazanılan özelliklerin
tümü kendi alanlarında ileride inşa edilecek olan büyük binanın temel taşlarını
oluşturmaktadır. Eğer temel çürük olursa onun üzerinde inşa edilecek hiç bir
yapının sağlıklı olması düşünülemez. Fakat temel sağlam bir zeminde ve sağlam
malzemeyle atılırsa ilerideki hatalar bazı hasarlara neden olsalar da bütün
yapıyı etkileme kudretine sahip olamazlar. Buradan şu gerçeklik ortaya çıkıyor
aile ve toplumun kültürel alt yapısının güçlü ve sağlam olduğu bireyler, sakat
zihniyet yapısına sahip rejimlerin egemen olduğu ülkelerde büyüseler kişilik
çok sağlıklı olmazsa da özü itibari ile önemli oranda olumluluklar
barındırırken, çok olumsuz aile ve toplumsal ortamlarda büyüyen birey ileride
olumlu yönetimlerin hüküm sürdüğü alanlarda çok ciddi anlamda sorunlu
olmaktadır. Dile getirdiğimiz bu iki taraflı durum her ne kadar kişilik
üzerinde bir birinden farklı şiddetlerde tahribata neden olsalar da her iki
durumda da ortaya çıkan, kişilik kırılmasıdır. Çünkü burada aile ve toplumdan
kazanılan kültürle resmi devlet hukukunun çatışması aynı kişide yaşanmaktadır.
İstikrarsız ve kırılgan olan bu kişilik kimi zaman bir tarafa, kimi zaman diğer
tarafa savrulmakta, bazen vicdan azabı ve toplumun yazılı olmayan etik
kuralları bazen de devletin kanunları ile karşı karşıya gelmektedir. Tek başına
ve kaba anlamıyla her ikisini veya herhangi birisini red ederek sorunu çözmesi
yada değişim için tek başına bir mücadele stratejisi geliştirmesi son derece
zor olduğundan istikrarsız bir kişilik oluşmaktadır.
Kişiliğin sağlıklı gelişimi için hem aile ve içerisinde
yetişilen toplumun kültürel yapısı hem de egemen devlet aygıtının hukuksal
kurallarının nispeten bir bütünlük oluşturması gerekiyor. Aile bölümünde
“kendisini aile kurumuna benimsetmemiş ideoloji veya sistemlerin uzun süreli
olamayacağını” belirtmiştik. Çünkü buradaki uyumsuzluk, rejimleri sadece
zora dayalı bir konumda tutacak, rejim kadroları aile temelinden başlanarak
yetişme imkânını bulamayacaktır. Böylece aile ve toplumun kültürel yapılanması
ile şekillenen çocuklar büyüyünce rejimlerin sistemleri ile doğal ve sürekli
bir çatışmayı yaşayacaklardır. Demek ki kırılgan ve istikrarsız bir kişiliğin
oluşmaması için toplumsal kültür ile resmi devletin ideolojik ve hukuksal
yapısının beli oranda bir uyum içerisinde yada bir sentez oluşturmaları
gerekiyor.
Kürdistan’ın yabancı egemenliğinde olması Kürt bireyini
egemen rejimler ile hem kültürel hem ideolojik olarak çatışmalı konuma getiren
bir durumdur. Çünkü burada hem kültürel olarak dıştalanma hem de
ideolojik-hukuksal bir dıştalanma söz konusudur. Kürt halkı hem toplumsal
boyutta hem de bireysel anlamda bir mücadele yürütmekle karşı karşıyadır.
Burada en göze çarpan ve yakıcı olan sorun bireyin ait olduğu toplumsal
kimliğinin dıştalanması, horlanması, baskıya maruz bırakılmasıdır. Tabi ki
bireyin ait olduğu bu toplumsal kültürün ve kimliğin reddi aynı zamanda bireyin
kendisinin de reddi anlamına gelmektedir. Bu durum bireyi ya kendisini ve ait
olduğu toplumu inkâr etme yada sahiplenme ikilemi ile karşı karşıya
bırakmaktadır. Kürt bireyinin kişilik
şekillenmesinde geldiği ilk önemli yol ayrımı bu alan olmaktadır.
Kürt bireyi bir başka hususta daha önemli bir sorunla karşı
karşıya kalmaktadır. Bu da günümüzdeki gelişmelere nazaran nispeten kapalı olan
ve feodal ilişkilerin büyük etkiye sahip olduğu klasik Kürt aile ve toplum
ilişki tarzı ile daha çağdaş olan arasında tercih yapma yada bunları bir yerde
buluşturma sorunudur. Kürt bireyi önceki bölümlerde açtığımız aile ve aşiret
yapısının toplumumuzda yarattığı ilişki tarzı ile kendisini ifadeye daha açık
olan ve bizim realitelerimizin çok ötesinde, dünya egemen sisteminin reklâmını
yaptığı ilişki tarzı arasında bocalamaktadır. Bir yandan kendi toplumundan
kopamazken diğer yandan yaşadığı ulusal-toplumsal gerçekliğinin çok ötesinde
bir hayal aleminde gezinmekte, o hayal dünyasının kahramanlarına öykünmektedir.
Aslında biraz gerçekçi olup reklâmı yapılan Dünyanın standartlarından bir kaç
adım uzaklaşıp kendi toplumsal realitesini de değişime zorlayarak özgün ve
kendi toplumunun gelişmesine hizmet eden bir sentez oluşturma imkânı vardır.
Fakat bu, hem epey zor hem de hülyalı ve pembe hayali bir dünya olmadığından
çoğu Kürt bireyimiz “gerçeğin militanı olmak yerine hayallerin prensi
olarak yerinde sayıklamayı” tercih etmektedir. Demek ki Kürt bireyi
kişilikteki ilk büyük çatallaşmayı toplumumuz ile egemen rejim ve sistem
arasında yaşarken ikincisini ağır feodalite ile modernite arasında
yaşamaktadır. Bu durum da Kürt kişiliğinin egemen devletin resmi toplumundan
olan bir bireyin kişiliğinden çok daha farklı ve sorunlu olması gerçeğini
ortaya çıkarmaktadır.
Genel hatlarını verdiğimiz bu ağır toplumsal sorunlarla
birlikte toplumumuzdaki bireyin kişilik şekillenmesini etkileyen çok daha fazla
sayıda farklı etkenler de mevcuttur. Mesela ülkemizin, irademizi hiç hesaba
katmayan inkârcı Molla rejimi tarafından zorla işgal altında bulundurulması
genel bir çerçeve iken bu rejimin toplumumuz ve tek tek bireyler üzerinde
yürüttüğü çok çeşitli politikalar ciddi sorunlar doğurmaktadır. Öncelikle rejimin
ideolojik katı dogmatizmi bütün çelişkileri siyah ve beyaz mantığı ile
kutuplaştırmaktadır. Bu mantık “ya isyan et yada kölem ol”
zihniyetidir. Uzlaşmaya, yeni sentezlere, farklılıklara bu zihniyette yer
yoktur. Her şey en uçta seyreder. Bu zihniyetin hakim olduğu kişilik ya tamamen
teslim olur yada anarşizme kayarak her şeyi red eder. Bu kişilik inkârcı olur.
Hep uçlarda seyrettiği için bu kişilik ufak başarılarını bile abartır, çünkü
onun için orta yer yoktur. Aynı şekilde başarısızlık durumlarında büyük
kırılmalar yaşar ve çabuk teslim olur. Bu özeliğinden dolayı mücadeleci ve
sabırlı değildir. Başarısı da başarısızlığı da saman alevi gibidir.
Toplum içerisindeyken ağır feodal geleneklerin baskısı
altında, rejim egemenliğinde ise dogmatik ve neredeyse kutsal kabul edilen
kanunlar bireyi çok ciddi basınca tabi tutmakta, birey çoğu zaman sadece hazır
olana tabi olarak yaşamaktadır. Burada yaratıcılık, farklı bakış açısı ve
yaklaşım yöntemleri yoktur. Rejim her şeyi kendisi sunmakta ve bireye düşünme alanı
bırakmak istememektedir. Öyle ki bırakalım günlük sorunlar ile siyasal ve
toplumsal olayları, kutsal inanç ve ibadet konusunda bile Mollalar bütün bir
toplum yerine düşünüp karar verdiklerinden bireye çok fazla tercih yapma alanı
bırakılmamaktadır. Birey daha önce hazırlanmış elbiselerden birisine bedenini
uyarlayıp giymek zorunda bırakılmaktadır. Maalesef geleneksel toplum içi ilişki
tarzı olan feodalitenin tutumu da bu konuda egemen rejimin uygulamalarıyla
örtüşmektedir. Kürt bireyi aile içerisinde de daha önceden kendisi için
hazırlanmış rolü oynamak zorundadır. Ailenin anti demokratik aşırı hiyerarşik
yapısı bireyi adeta raylı bir sisteme oturtmaktadır. Bir biri ile örtüşen
sistem-aile kuralları pasif, edilgen ve kendi kaderine razı bir tip yaratmaktadır.
Ona göre yaşanılan durum bir kaderdir ve kendisinin yapacağı bir şey yoktur. Ne
zamanki kaderi değişirse o zaman kendisi de bu sorunlardan ve sıkıntılardan
kurtulur. Bu kişilik tipi insanın yaratığı değişimlerin kendisine kader olarak
benimsetilmiş şeyin kendisi olduğunu ve dolayısı ile bütün toplumsal
değişimlerin asıl yaratıcısı ve sürdürücüsünün de kendisi olduğunu göremeyecek
kadar körleşir. Bu nedenle bu kişilik tipi bırakalım toplumsal dönüşüm ve
gelişmelere öncülük etmeyi ve katılmayı, hep ayak bağı olarak geriye çeken bir
konumu işgal eder. O, kendi kişiliğini değiştirmeden de egemen sisteme karşı
mücadele edebileceğini sanır. Kendisini sadece bir nesne olarak gördüğü için
gününü yaşar, kendisine yüklenmez.
Hem Kürdistan toplumunda hem de egemen Molla rejiminde bilim
ve bilimsellik fazla rağbet görmediğinden mucizeler ve efsaneler çok yaygın
inanış kaynakları olmaktadır. Bu zihniyet insanı bilimsellikten, gerçeklikten
tamamen koparmaktadır. Kişi kendisini gelişmelerin, değişimlerin bir gücü olarak
göremez. Ona göre adeta mucizevî olaylar ve efsane kahramanları değiştirmenin
gücü olabilirler. Bu nedenle dinde olduğu gibi hep bir mucizenin
gerçekleşmesini ve bu kötü gidişatı değiştirmesini bekler. Yada beklenen bir
Mesih gibi kahramanının ortaya çıkıp kötü adamları, kötü sistemi tüm
kötülükleri ile birlikte yerle bir ederek kurtuluşunu sağlamasını hayal eder.
Bazen de kendisi kendi hayalindeki o efsane kahramanı olur. Bu kişilik analiz
ve sentez yapamaz. Hep hayal aleminde dolaşır. Toplumsal konularda cahil,
siyaset biliminden uzaktır. Bu tür sorunların ağır düşünsel ve pratik çözümleri
ona göre değildir. Cehaleti öyle bir düzeydedir ki siyasetle, toplumsal
sorunlarla uğraşmadan rahat edeceğini sanır. Siyasetin ve ağır toplumsal
sorunların kendisini bir pres gibi sıktığının, aldığı nefese kadar bütün
yaşamını etkilediğinin farkında bile olmadan “yaşadığını sanır”.
Bireyimiz diğer önemli bir sorunu da yetiştiği toplum,
yaşadığı ülke ile kapitalizmin modernite anlayışı arasında yaşar. Dış dünyadan
bazı olumlulukları alıp kendi toplumsal-kültürel özgünlükleri ile yeni bir
sentez oluşturma gücü gösteremeyen bireyimiz kendisinin olmayan bu kültürü
olduğu gibi kopyalamaktadır. Birey çok farkında olmazsa da ortaya çıkan tip tam
bir hilkat garibesidir. O, ne kendisidir nede ötekisi olabiliyor. Egemen rejim
bir yere kadar buna müsamaha göstererek kendi kişiliğini yeni bir sentezle
oluşturmuş bireylerin gelişme yolunu kapatmak istemektedir. Çünkü molla rejimi
de başkasının kötü bir kopyası olan, kendi toplumundan ilham almayan ve ondan
beslenmeyen bir kişiliğin topluma öncülük yapamayacağını ve dolayısı ile kendi
sistemi için risk oluşturamayacağını iyi biliyor. Bu nedenle özentili, yapay,
kendi köklerinden kopuk kişiliğin önünü rejimin kendisi de açmaktadır. Bu yolla
hem yeni arayışları engellemekte hem de “bakın çağdaş yaşam tarzı ve
kişiliği dedikleri bu ucubeliktir” diye toplumu kendi uygulamalarının en
doğrusu olduğuna ikna etmeye çalışarak bir taşla iki kuş vurmak istiyor.
Molla rejiminin ekonomik olarak toplumumuzu açlığa mahkûm
etme ve açlıkla terbiye siyaseti sonucu gelişen kaçakçılık ve gelecek
umutlarının kırılması sonucu özel bir siyaset olarak geliştirdiği uyuşturucu
kullanımı hem toplumsal ölçekte ciddi bir sorun oluşturmakta hem de bireyler
bazında ciddi kışlık zaafları ortaya çıkartmaktadır.
Kaçakçılıkta aşırı maddiyatçı, kendi bireysel veya dar aile
çıkarları için her şeyi yapabilen, güven vermeyen, kaypak ve emeksiz kazanç
sağlamanın peşinde koşan bir kişilik oluşur. Üretime dayalı olmadığı gibi resmi
de olmayan kaçakçılık, kurnaz ve işbirlikçi bir kişilik karakterini yaratma
potansiyeline sahiptir. Onun için yükünü sınırın diğer tarafına aktarması en
büyük başarıdır. Yaşamı Sünni sınır çizgisinin ülkemizi ayırması gibi
parçalanmış durumdadır.
Uyuşturucuya bağımlı kişiliğin yaratılması, İran rejiminin
son yıllarda en çok üzerinde durduğu husus olmakta ve birçok Kürt genci sadece
uyuşturucuya alıştırılmak amacıyla sıradan gerekçelerle zindanlara
kapatılmaktadır. Molla rejimi ömrünü uzatmak için doğru düşünemez, doğru karar
veremez ve doğru iş yapamaz bağımlı-hasta bireyler yaratmayı uyuşturucu ile
sağalamaya çalışmaktadır. Birçoğu rejim ile doğrudan bağlantılı uyuşturucu
şebekeleri yolu ile halkımıza uyuşturucu dağıtarak hem elindeki üç-beş kuruş sermayesini
almakta, onu aile fertleri ile birlikte açlığa ve sefalete sürüklemekte hem de
hasta kişilikler yaratmaktadır. Gelişmiş toplumlar uyuşturucu kullanımını kendi
toplumları içerisinde önlemek veya sınırlamak için özel fonlar ve örgütlenmeler
geliştirirken, sigara gibi bağımlılık yapan maddeleri bile kapalı çalışma ve
aile ortamlarında yasaklamaktadır. İran rejiminin ise uyuşturucuyu halkımıza
peşkeş çekmesi, Kürt bireyinin de bir nimetmiş gibi buna sarılarak kendisi ile
birlikte gelecek nesillerimizi tehdit etmesi kadar çirkin ve tehlikeli bir
durum olamaz. Uyuşturucunun pençesine düşen bir bağımlı ailesinin günlük
zorunlu ihtiyaçlarından halkının kutsal ulusal değerlerine kadar her şeyi
satacak düzeyde bir kişiliksizliği yaşamaktadır. Bazı yörelerimizde misafire
bile ikram edilen bir ihtiyaç gibi yaygınca kullanılan bu zehir daha önce
değindiğimiz gibi kişiyi gerçeklerden kopararak hayallerin alemine
götürmektedir. Uyuşturucu bağımlısı birey için hiç bir değer kendi hayal alemi
kadar önemli değildir. Para bulamadı mı çokça üzerinde hak iddia ederek
namusum-mahremim dediği ve parayla satın alarak dört duvar arasına kapattığı
eşini bile satabilecek kadar bir düşürülmüşlüğü yaşayabilmektedir. Dünyanın hiç
bir yerinde kendilerine güvenilmeyen uyuşturucu bağımlıları normal kişilik
sorunlarından farklı, hastalıklı bir kategorik gurup oluştururlar. Özel tedavi
ve müdahalelerle rehabilitasyona tabi tutularak iyileşebilen bu hastalık asıl
etkisini zihinsel düzeyde gösterdiği için kişilik değerlendirmelerinin içinde
yer almaktadır. Bu tür bağımlı kişiliklerin araç kullanımından çocuk bakımına
kadar birçok hassas işi yapmalarına izin verilmemektedir. Uyuşturucu
bağımlıları bazen merak ve özenti olarak bu işe başlasalar da asıl bağımlılaşma
nedenleri rejimin özel uygulamaları ve yaşamdaki sorunlara çözüm bulamayan
zayıf, yetersiz kişiliğin uyuşturucuya sığınarak hayal alemine geçmesi ve
geçici bir süre için de olsa gerçeklerden kurtulma, uzaklaşma psikolojisidir.
Kişilikte ki eski sorunlara ek yeni sorunlar yükleyen ve bireyde tam bir
ruhsal-fiziksel çöküş yaratan uyuşturucu kullanımı ile mücadelenin en etkili
yolu bağımlının içerisinde yer aldığı aile ve sosyal çevrenin ortak mücadele
stratejileri geliştirmeleridir. Hem bağımlı kişi hem de çevresi ortak bir çaba
ile bu hastalıkla mücadeleyi başarabilirler.
Molla rejimi eğitim
kurumlarında da Kürt bireyinden ideolojisiz, günü birlik yaşayan bir tip
yaratmaktadır. Bu tip şekilsiz, ölçüsüz ve kaypaktır. Rejim Fars tarihi ve Fars
kültürünü yücelterek bizim tarihimizi karanlıkta tutmak koşuluyla insanımızdan
kendi geçmişinden kopuk, kendi tarihsel-toplumsal geçmişine yabancı ve öz
güvenden yoksun bir kişilik yaratmaktadır. Bu birey hem kendisine hem de kendi
halkından olanlara karşı güvensizdir. Toplumunu geri görür, egemen toplumdan
bireylere tapar. Bu nedenle bu kişilik örgüte, örgütlenmeye gelmez. Egemenlerin
yanında el-pençe duran bu kişilik demokratik ortamlarda sorumsuzlaşır, kimseyi
dinlemez.
Buraya kadar bazı başlıklar halinde toplumumuzdaki kişiliğin
şekillenmesi üzerinde etkili olan ve bazıları yaşanılan sorunlardan kaynaklı,
bazıları da egemen rejimin özel politikaları ile planlı bir şekilde gerçekleşen
hususlara değinmeye çalıştık. Birer Kürt bireyi olarak her birimiz farklı
dozajlarda bu politikalara maruz kalarak yaşamımızın farklı dönemlerinde
kişiliğimizde farklı çelişkiler ve çatışmalar yaşamışız, yaşıyoruzdur. Asıl
mesele bize hazır olarak sunulan bu dayatma rol ve görevleri kabul edip
etmeyeceğimizdir. En nihayetinde fabrikadan çıkan bir araç değil de her birimiz
adeta farklı bir fabrika gibi yeni ürünler verecek nitelikte birer beyin ve
kişilik sahibi isek hiç bir şey kader ve zorunluluk değildir. Demek ki burada
farklı iki gücün çatışması söz konusu olacak. Bu çatışma çok eşitsiz koşullarda
ve eşitsiz güç dengelerine dayanmaktadır. Bir tarafta yukarıda belirtiğimiz ve
bir birinden çok farklı olsalar da aslında hastalıklı olmaları nedeniyle
benzerlik arzeden geçmiş geleneklere, egemen rejimlerin siyasetlerine veya
dünyadaki egemen emperyalist güçlerin kültür emperyalizmine endeksli
kişilikler, diğer tarafta özgürlükçü-ilerici devrimci kişiliktir. Başkan APO bu
konuda PKK yi ve devrimci militanını Doğu-Batı sentezi olarak belirtir ve şöyle
devam eder “PKK nin Doğu-Batı sentezinde en ciddi yönü, özgünlüğü ve inançlı
yaklaşımıdır. Herhangi dogmatik bir merkeze bağlılığı yoktur. Ucuz hayaller
beslememektedir. Dürüst ve cesur insanları esas almaktadır. Hiçbir mensubuna
kişisel çıkar, prestij vaat etmemektedir. Doğruya adalete, güzelliğe kapıları
açık ve özgür bırakan bir tutum içindedir. Yaşamda eşitliği ve emeğe saygıyı
esas almaktadır. İlerledikçe, toplum asıl bu özelikleri gözleriyle gördükten
sonra, örgütlenmeyi sahiplenecektir. Ne dediklerinden çok, nasıl yaşadıkları
çok çekici bulunacaktır. İlk gelişme hızını veren bu özeliklerdir.” Yani
devrimci kişilik halkımızın kutsal manevi değerlerini ve kültürel zenginliğini
sahiplenirken toplumumuzu gerileten, parçalayan ve kadını köle, çocukları mal
gibi gören geri özeliklerine karşı savaşarak halkımızı özgürleştirmeyi
hedefler. Ne geçmişe körü körüne bağlı kalarak nede tümden red etmeden
zenginliklerimizi, erdemlerimizi çağdaş düşünce, bilim ve teknoloji ile
buluşturmayı hedef edinir. Başta kendisinden başlamak üzere iradesini geri ve
köleleştirici etkilerden arındırarak özgürlükçü, eşitlikçi ve bağımsızlıkçı bir
felsefeyi benimser. Bilimsel bir bakış açısı ve yorumlama gücü ile yaşanılan
geçmişimiz ile moderniteyi toplumsal özgünlüklerimizi ve zenginliklerimizi red
etmeden, kopyacılığa kaçmadan bir senteze tabi tutarak yeni ve bize ait olan
özgünlükler yaratmayı hedefler. Devrimci, arayış içerisinde olan, hiçbir şeyi
olduğu gibi kabul etmeyen, sorgulayan, bilimsel mantık çerçevesinde dönüştürüp
geliştirendir. Büyük hayalleri olmasına rağmen o gerçekçidir. Toplumun bireyde
tecelli ettiğinin bilincindedir. Bu nedenle bireyin yetişmesine, doğru kişilik
ve sağlam karakter kazanmasına büyük önem verir. O, Başkan APO’nun dediği gibi
“bireyin şahsında toplumu, yaşanılan günümüzün sorunlarından tarihi
çözümlemeye” çalışır. Hiçbir zaman “dolap beygiri” gibi önüne
çizilen yolla sınırlı kalmaz, kendi yolunu kendisi çizer. Onun için tarih,
“zorunlulukların yaşanılması değil yaşayanların yaratımıdır.”
Devrimci, iyi gören, iyi düşünen, doğru çözümleyen ve kendisinden başlayarak
uygulayandır. O zorluklarla savaşan, bu gününün tümünü yada önemli bir bölümünü
yarınki nesillere adama özverisinde bulunacak kadar erdemli ve sorumluluk
sahibidir. O, toplumlar üzerinde karanlıkların çökertildiği ve tüm aydınlık
umutlarının kırıldığı koşullarda karanlık artıkça daha çok parlayan bir yıldız
gibidir. O, düşüncelerini, kazanımlarını içinde yaşadığı toplumla paylaşandır.
Hiç kimseden beklemeden bildiği kadar yapan, kendisini abartma gereği duymadan
yaptığı kadar da konuşandır. Kısacası o ucuz hayallerin büyük kahramanı olmak
yerine zorlu yaşam gerçeklerinin fedakâr dönüştürücüsü bir militandır.
Hali hazırda toplumumuza gelenekler ve egemen devler sistemi
tarafından empoze edilen kişiliğe alternatif olarak bugün halkımızın özgürlüğü
için mücadele eden devrimcilerin bir kaç özeliğini bazı başlıklar halinde
vermeye çalıştık. Dikkat edilirse bu iki kategori bir birine tam zıt özelikler
taşımaktadır. Kürdistan halkının özgürlüğü için bireysel yaşamının
rahatlıklarını terk ederek bütün enerjisini ve yaşamını kurtuluş çalışmalarına
adayan insanlarımız ebetteki yeni yaşamı yakalamaya en yatkın ve en yakın
kesimi oluşturmaktadır. Kendi evinde yaşayan halkımız içerisinde de birçok kişi
kendisine reva görülen ve rejimin teşvik ettiği yaşama karşı savaşım vermektedir.
Her Kürdistanlı klişeleşmiş toplumsal kalıplar ve Mollaların reva gördüğü
kişilik özeliklerini aştıkça devrimci nitelikleri kendi kişiliği ile
buluşturdukça hem kendisinin hem de toplumumuzun özgürleşmesine hizmet etmiş
olacaktır. Demek ki egem sistemin bizde yaratmak istediği kişiliği red etmek ve
kendi kişiliğimizi yaratmak bizim elimizdedir. Düşürülmüş küçük kişilik bir
kader değil egemen sistem tarafından bize empoze edilen esaretimizin kölelik
zincirleridir. Bu zincirleri bileğimize takmak yada çıkarıp rejimin suratına
fırlatmak bizim elimizdedir. Çok zor da olsa insanın kendi iradesine dayanarak
kendi kişiliğine hükmetmesi kendi elindedir. Belki kişinin başka insanları
yönlendirmesi, toplumu yönlendirmesi yada bazı şeylere ikna etmesi hem büyük yetenek
hem de karşısındakinin yaşadığı duruma bağlıdır ama kendisini ikna edip
harekete geçirmek ağırlıkla kendisine bağlıdır. Yani bir insanın eline
kelepçelerde vurulsa, zindanlara da koyulsa, aç-susuz da bırakılsa, insani
bütün ihtiyaçları da sınırlandırılsa hiç bir güç onun düşüncesini
sınırlandırma, iradesini kırma kudretinde olamaz. Bu nedenle önce hiç kimsenin
bizden alma, onu esaret altına alma gücünün yetmeyeceği düşüncemizi özgür
kılarak bağımsız, mücadeleci bir kişilik kazanmanın ilk ve en önemli adımlarını
atabiliriz. Hedefe ulaşmak için bu ilk adım hem çok anlamlı hem de zorunludur.
Toplumumuz içinde biraz okul okumuş, bir miktar ansiklopedik
bilgiye sahip ve ağzı birazda laf yapabilen kişilere genelde aydın deniyor.
Ebetteki bu hususların hepsi aydın bir insanda bulunabilirler fakat bir başına
bu özellikler çok yetersiz oldukları gibi aydın olmak için belirleyici olan
özellikler de değildir. Öncelikle aydın bir insan düşünce ve analiz gücü ile
yaşanmış geçmiş ve yaşanan günümüzden hareketle normal bir insanın göremeyeceği
uzaklıkları görür, bunları yeni perspektiflere dönüştürerek toplumuna sunar. O,
toplumunun yaşadığı sorunları farklı bakışlarla inceleyerek çıkmazların
aşılmasında, karanlıkların aydınlatılmasında öncülük eden güçlü entelektüel birikime
sahip liderdir. O, ilkeli, bilgili, erdemli ve diğer kişilik özelikleri ile
topluma örnek olan, öncülük eden, toplumla bütünleşen ve geleceğin insan tipini
kendisinde yaratan, yaşayandır. Çalıştığı alanlara göre daha farklı özelliklere
sahip olabilen aydın insanlar eğer bir toplumda yetişmiyorsa o toplumun
geleceği oldukça karanlıktır. Böyle bir toplum hatalara düşmeden, önceden
yapılacak doğru analiz ve çözümlemelerden hareketle geleceğini
planlayamayacağından her seferinde yanlışlara girdikten sonra bir çıkış bulmaya
çalışacaktır. Bu da o toplumun hem çok değerli olan zamanının kaybı olacak hem
de hatalardan sonra oluşan tahribatlardan dolayı topluma farklı birçok maliyet
ödetecektir. Bu haliyle yaşayan bir toplum, adeta sağır, dilsiz ve zifiri karanlıkta
el yordamı ile yönünü tespit etmeye çalışan bir halde her an büyük hatalara
düşme potansiyeli taşıyan bir yapı oluşturacaktır.
Genelde İran özelde de Doğu Kürdistan’a baktığımızda hem
aydın olarak isimlendirmede yanlış ve yetersiz özelikler esas alınmaktadır, hem
de aydın olarak kendisini görenler çok yanlış ve yetersiz tutum sahibidirler.
Genelde üniversiteye giden ve daha fazla eğitim görenler bizim toplumumuzda
aydın kabul edilirler. Bu çok hatalı bir durumdur. Aydın ve okumuşlar farklı
iki kategoridir. Sadece okumuş insanların aydın kabul edilmesi aydınlık
açısından kabul edilmesi mümkün olmayan bir durumdur. Okumuş kesim devlet
kapısında iş arayıp devletle bütünleşmeye çalışırken aydın insan devleti
sorgular ve uygulanmakta olan ile kendi arasına mesafe koyar. Okumuş kesim
kendisini halka tanıtıp kabul ettirmede, halkla bütünleşmede, yaşanan
sorunların aşılmasında halkı bilgilendirip ikna etmede tümü ile bir yetersizlik
içerisindedir. Nasıl ki girilen yanlış bir yol kişiyi doğru adrese götüremiyorsa,
bizim aydınımızın güçsüzlüğü de aydınlığa girişindeki yanlıştan
kaynaklanmaktadır. Bu nedenle aydınlarımız toplumsal-siyasal etkinliklerde
öncülük görevlerini yerine getirmedikleri gibi kendilerinin istedikleri
etkinliklere de toplumdan destek alamamaktadır. Hem okumuş insanlarımızın hem
aydınlarımızın hem de halkımızın aydın ile okumuş kişi arasındaki ayrımı doğru
yapması ve her kişiyi kendi bulunduğu kategori içerisine yerleştirmesi
önemlidir. Bu gerçekleşmediği için okumuşluk ile aydınlık bir birine karışmakta
ve toplumumuzda aydınlara karşı güvensizlik gelişmekte, aydınlar devletin bir
memuru ve işbirlikçisi gibi algılanmaktadır.
Bizim toplumumuzda hali hazırdaki aydın toplum ve toplumsal
gerçeklikler ile aydınlığın temel kıstaslarından kopuk olduğu için hayalcidir.
O, bir kaç kitap okuyarak bir iki makale ve kitapçık yazarak yada bazı eklektik
bilgiler edinerek aydın olduğunu sanıyor. Nispeten okuma düzeyi zayıf ve
dünyadaki gelişmeleri geriden seyreden halkımız içerisinde kendisini çok
abartır, toplumu ise küçümser. O, ezberlediği bazı şeyleri tekrarlayarak işleri
hal edeceğini, insanları eğiteceğini ve ikna edeceğini sanır. Bu özeliği ile
tam bir cami imamı gibi vaaz vermekle yetinir. Toplumu tahlil etmez ve
toplumsal gücün farkında değildir. Her zaman kendisini merkezde görür. Ona göre
bütün dünya kendisinin eksen oluşturduğu bir merkezin etrafında döner. Aşırı
bireycidir ve ortak çalışmalara gelmez. Bu özeliklerinden dolayı kendisini ve
düşüncesini örgüte, örgütlü güce dönüştüremez ve yalnız kalır.
Aydınımız yalnız kaldığı için herkese karşı kuşkuludur.
Kimseye güvenmez. Bu haliyle kendisini örgütleme çalışmaları hep hayal
kırıklıklarıyla sonuçlanır. O, hep geri olan toplumun kendisini anlamadığını
tekrarlar ve toplumdan kopar, yalnızlaşır. Yalnızlaştıkça korkuya kapılır. O,
aydınlık sıfatına yanlış yaklaşımının bedelini geri adım atarak, saf
değiştirerek ödeyecektir. Çünkü o, sözde büyük işler yapmak isteyen, toplum
liderliğine soyunan megaloman bir cücedir. Hayalleri yıkıldıkça zayıflar zayıfladıkça
bir güç odağına sığınmaya çalışır ki çoğu zaman bu güç odağı da kendisini en
iyi örgütleyen devlettir. Kendisini aydın sanan bir çok insanın daha sonra
devletin kapısında sadece bir maaşlı olmalarının kısa hikayesi böyledir. Bu
nedenle kimlerin aydın olduğunun bilinmesi ve bu çerçevede kimin peşinden
gideceğine doğru karar verilmesi açısından aydın ile okumuş arasındaki ayrımın
iyi yapılması ve bir netleşmeye gidilmesi son derece önemlidir. Aksi halde
sahte aydınlar bize daha birçok hayal kırıklıkları yaşatırken gerçek aydınları
da kuşku altında bırakacaktır. Gerçek aydın halkla bütünleşerek birey ve
toplumu dönüştüren, örgütleyen ve geleceğin pratik öncülük görevlerini derin
tarihsel-toplumsal entelektüel birikimi ile buluşturan ve yaşamını düşünceleri
ile birleştiren halk önderidir.
j- Rejimin Halkları Birbirine Karşı Kullanma Siyaseti
Bilinen tarihi boyunca İran coğrafyasının hiçbir dönemde bir
tek ırkın yaşam alanı olmadığı, günümüzdekine benzer şekilde birçok etnisitenin
kimi yerde içiçe kimi yerde de yan yana ama ortak çıkarlar çerçevesinde
birlikte yaşadıkları gerçeğidir. Burada bazen İrani olan halklardan hanedanlar
devlet iktidarını ele geçirmiş bazen de İrani olmayan yabancı işgalciler bu
coğrafyayı ele geçirerek hüküm sürdürmüştür. Uzun tarihsel süreç boyunca
süregelen ortak yaşam anlayışı ve alışkanlığı bazı dönemlerde iktidardaki
egemenler tarafından istismar edilmeye çalışılsa da halkların karşılıklı
hoşgörüye dayalı birlikte yaşam, birbirine saygılı duruşları devam etmiştir. Bu
anlamda İran’da yaşayan halklar gibi tarihi geçmişleri binlerce yıla varan ve
belli coğrafya parçaları üzerinde çoğunluk olmalarına rağmen aynı devletin
bünyesinde yaşanılan başka bir ülke yoktur. Bazı ülkelerde iki veya en fazla üç
köklü kültüre ait halk bir devlet çatısı altında yaşamasına rağmen İran’da
Kürtler, Azeriler, Farslar, Beluciler, Araplar ve Türkmenler ile diğer küçük
etnisiteler aynı devletin yönetimi altında bulunmaktadırlar. Ebetteki bu
özgünlük bir yönüyle bu halkların yaşadığı İran coğrafyasının kısmi
bütünselliğinden kaynaklansa da asıl neden ortak çıkarlar ve karşılıklı
hoşgörüdür. Bu halkların eski yönetimlerce iç işlerinde nispeten özgür
bırakılmaları ve onların ulusal kimliklerine saygılı davranılması bu sonucu
yaratmıştır. Bu yaklaşım olmadan bu kadar geniş coğrafyada bu kadar farklı
etnik yapıya sahip halkları sadece zor aygıtı ile binlerce yıl boyunca aynı
yönetimler altında barındırmak mümkün değildir. Dikkat edilirse bu binlerce yıl
boyunca onlarca farklı etnik yapıya ait onlarca farklı hanedan egemenlik
sürmüş, işgalci konumda bulunanlar ya eritilerek içselleştirilmiş yada
kovulmuş, yerli etnisitelerden olanlar ise el değiştirmiştir. Yani bunların hiç
birisi iktidarda kalıcı olamamıştır. Kalıcı olan tek şey İran’da yaşayan
halkların kendileri olmuştur. Bu nedenle kimi hanedanlıklar İrani halkları bir
birine karşı kışkırtmış, Horasana göç ettirilen yoğun Kürt nüfus gibi halkların
yerleşimlerini değiştirmiştir. Egemenlerin siyasal amaçlı bu girişimlerine
rağmen halklar sağduyulu yaklaşımlarını elden bırakmamış ve çatışma içine
girmemişler. Demek ki sorunun bir tarafında İrani halklar ve onların bir birine
hoşgörülü ve saygılı yaklaşımları diğer tarafında devlet yönetimini ellerinde
tutan egemenlerin siyasal çıkar amaçlı yaklaşımları bulunmaktadır. İran’daki
demografik yapıya biraz dikkatle bakıldığında devlet yönetimini en çok
ellerinde bulunduran Farsların orta kesimde ve nispeten daha derli toplu bir
yerleşime sahip oldukları görülür. Yani Fars halkına zorunlu nüfus hareketleri
yaptırılmamıştır. Fakat Kürtler, Azeriler, Arap ve Beucilere bakıldığında
özelikle ilk iki halkın ciddi anlamda dağıtıldıkları, bazı yerlerde özenle
karşı karşıya getirildikleri görülecektir. Yine Kürt halkından önemli bir
potansiyeli Horasana göç ettirilerek burada Türkmenlerin dengelenmeye
çalışılması ve Farsların dış saldırıya açık bu cephesinin de Kürt bariyeri ile
kapatılıp egemen elitin bağlı bulunduğu Fars halkının etrafının çepe çevre
diğer halklar tarafından korunmaya alınması dikkat çekicidir. Demek ki egemen iktidar
erki çok ciddi anlamda halklar arasına fesat karıştırma uğraşı içinde olmuştur
ve olmaya da devam etmektedir.
İran genelinde merkezi otoritenin bulunmadığı dönemlerde her
halkın kendi içinden çıkan ulusal hareketler de bir birlerine karşı hoş görüyü
esas almıştır. Bazı münferit olaylar yaşansa da genel yaklaşım karşılıklı saygı
ve dayanışma olmuştur. Bunun en son örneği 2. dünya savaşı sonrası ortaya çıkan
Tebriz merkezli Azerbaycan cumhuriyeti ile Mahabad merkezi Kürt Cumhuriyetleri
arasındaki diplomatik ve siyasal ilişkilenmedir.
Tarihleri boyunca isyankâr bir karakterde olan Kürt halkı
çok yakın akraba olmasına rağmen egemenler tarafından Farslardan uzak tutulmaya
ve Kürtlerle Farslar arasına Azeri halkı yerleştirilmeye çalışılmıştır.
Buradaki amaç Kürtlerle Azerileri bir birine düşürerek enerjilerini tüketmek ve
her iki halkı da egemen rejimlere muhtaç hale getirmek olmuştur. Bunun için
Azerileri de akraba olan bu iki halk arasında güvensizliğe iterek rejime
teslimiyete zorlamaktadır. Bu siyaset günümüz Molla rejimi tarafından çok daha
etkili kulanılmaya çalışılmaktadır. Çünkü geçmişteki egemenler halkaları
ağırlıkla ulusal kimliklerinden hareketle bir birilerine karşı kulanmak
isterken Molla rejimi bu konuda farklı mezhepten olmaları nedeniyle bu hususta
dini inancı da kullanma gayretindedir. Bu yaklaşım çok tehlikeli sonuçlar
doğurabilecek ve halklardan hiçbirisine zafer getirmeyecek bir politikadır.
Biraz yakın dönem dünya tarihine baktığımızda eskisi gibi bazı halkların etnik
temizlik yaparak diğer halkaları tümden yok etme yada topraklarından sürme
döneminin kapandığı görülecektir. Belki 1900’lü yılardan önce ve başlarında bu
uygulamalar mümkündü fakat gerçekleşen dünya savaşlarında ve bu savaşlardan
sonra kalabilen kalabalık etnik yapılar sonraki süreçlerde şiddet ile yok
edilemediler. Bütün gücüne rağmen ne Hitler Yahudileri yok edebildi nede
Afrika’daki Hutu-Tutsi boğazlaşmalarından Balkanlardaki eski Yugoslavya
halklarının çatışmalarına kadar hiç bir yerde etnik temizlik gerçekleştirilemedi.
Çok büyük kıyımlara, insanlığa karşı suçların işlenmesine rağmen uluslararası
toplum etnik temizliğe dayalı işgalleri kabul etmedi ve sonunda onca dökülen
kana, çekilen acıya rağmen herkes eskiden sahip oldukları ile yetinmek zorunda
kaldı. Biz bir kaç örnek versek de buna benzer yüzlerce çatışma ve etnik
temizlik girişimi olmasına rağmen nihayetinde halkların çatıştığı bütün
coğrafyalar ve özelikle de iki dünya savaşının başladığı yer olan Avrupa her
seferinde daha fazla parçalanarak yeni devletlere bölünmüştür. Yani modern
çağımızdaki hiç bir çatışma dünya coğrafyası üzerindeki devlet sayısını
azaltmadığı gibi tam tersine artırmıştır.
O halde önemli bir sonuca varmış oluyoruz. Birinci husus
coğrafik yerleşimde çoğunluk oluşturan birçok farklı etnisiteyi egemenliğinde
bulunduran devletler geçmişin baskıcı, katliamcı uygulamaları ile devletin
bütünlüğünü sağlayamazlar. Eski tarihlerde devletler vatandaşlarına “mal
muamelesi” yaptıkları için istedikleri katliamlara girişiyorlardı ve
uluslararası kamuoyu da buna sessiz kalıyordu. Ama günümüzde böyle durumlara
müdahale edilmektedir. O halde İran molla rejiminin yapması gereken ve aynı
zamanda en akıllıca olan iş halkların kendi iradelerini oluşturmalarının
önündeki engelleri kaldırarak onların meşru temsilcilerine saygılı davranması
olacaktır. Ancak bu yaklaşım ortak çıkarlar dahilinde halkların birlikte yaşam
imkânlarını ve arzularını artırabilir. Halklara saygılı davranılmazsa kısa veya
uzun vadede çatışmalar, huzursuzluk ve parçalanma kaçınılmazdır. Bunu dış
güçlerin oyununa bağlamakta ancak egemen siyasi erkin sahtekârlığı olabilir.
Eğer hem ekonomik hem de teknolojik açıdan çok gelişkin olan Avrupa gibi
alanlarda kasaba büyüklüğündeki bazı yerler bile devlet olabiliyor yine bütün
etnisiteler ile dini inançların temsilcileri muhatap kabul ediliyorsa neden on
milyonlarca kitleye sahip bizim halkların kendilerinin belirleyecekleri
temsilcileri kabul edilmiyor ve adeta bu halklara hayvan muamelesi yapılıyor.
Bu çok çağdışı bir zihniyettir ve bu zihniyettir ki Ortadoğu toplumlarını
muazzam petrol servetlerine rağmen çok fakir ve adeta bütün dünyaya sorun ihraç
eder duruma getirmiştir. Eğer sen kendi ülkenin içini demokratikleştirmezsen,
zulüm ve fesat yuvasına dönüştürürsen ebetteki başkaları bundan istifade edecektir.
İşte İran’da yaşanan realite budur. Rejim geçmiş köhne zihniyet ve
uygulamalarla bugünü kurtarmaya çalışıyor. Birinci Dünya savaşından beri
Avrupa’dan Asya’ya kadar çok etnisiteli olan bütün önemli coğrafyalarda ya
onlarca yeni devlet oluşmuş yada devletler kendilerini demokratikleştirerek
egemenliklerinde bulundurdukları halklara özerklik, federasyon vb. kendilerini
ifade imkânlarını vermişler. En yakınımızda bulunan Rusya Federasyonunda
yetersiz de olsa bu uygulama mevcuttur. Dünyadaki bütün gelişme ve değişimlere
karşın İran’daki Molla rejimi hala klasik inkârcı, asimilasyoncu mantığını
dayatmaya devam etmektedir. Dogmatizmin yarattığı bu zihinsel körlüğün
aşılmaması halinde gelecek, rejim için hiç de kolay olmayacak.
İkinci husus komşu olan halkların durumudur. Yukarıda
örneklendirdiğimiz rejimlerin, ideolojilerin, hanedanların geçici olması fakat
halkaların kalıcılığıdır. Kürt halkı ile Azeri halkı binlerce yıldır yan yana,
iç içe yaşamıştır ve bundan sonra da yaşamaya devam edecek. Biz bu gerçekliği
değiştiremeyiz. Biz dünya görüşümüzü, egemen olan hanedanları, yöneticilerimizi
değiştirme imkânına sahibiz fakat üzerinde yan yana yaşadığımız
coğrafyalarımızı değiştirme imkânımız yoktur. Çünkü coğrafyalar halklara ait
değil halklar coğrafyalara aittir. Mademki bu halklar isteseler de istemezseler
de yan yana yaşamak zorundadırlar o zaman niye kuşaklar boyu sürecek
boğazlaşmalar içine girsinler. Neden geçici egemenliği için fesat üreten Molla
rejiminin oyununa gelerek bir birleri ile çatışsınlar. İster bilinçsizlik ve
cehaletten kaynaklansın yada bireysel çıkarlardan hareketle olsun halkların
çatışmalarına neden olabilecek kişilere karşı halklarımız son derece duyarlı ve
sorumlu davranmalıdır. Egemen rejimin hizmetinde ve halkalarımızın düşmanı olan
bazı kişiler milliyetçilik söylemleriyle provokasyonlar yaratarak bu halkaları
birbirine kırdırmanın mühendisliğini yapmaktadırlar. İran molla rejimi
halkların artan özgürlük ve demokrasi talepleri karşısında sıkıştıkça bu
provokatörler aracılığı ile bu siyasetlerine ağırlık verecektir. Bu hususlar
bugün yaşayan nesli ilgilendirdiği gibi gelecek nesilleri de
ilgilendirmektedir. Bu nedenle konu sadece kendi günlük çıkarlarımız için yada
duygusal yaklaşımlarla yaklaşım gösterilmeyecek kadar önemlidir. Geçmişte yaşanan
bazı olaylar yada halklar adına ortaya çıkmış bazı hareketlerin yanlış ve
öngörüden yoksun tutmaları olmuştur. Egemen rejimler de bu hatalı tutumları
kulana gelmiştir. Bugünkü rejim özellikle mezhepsel ve ulusal farklılığı
kışkırtarak halkımızı komşu halklarla çatıştırma çabası içindedir.
Egemen rejim Kürt
halkına uyguladığı şiddet politikasında ağırlıklı olarak Azeri kökenli
memurları kullandığı için Kürt halkının tepkisi çoğu zaman rejim yerine Azeri
halka yönelmeye meyil göstermektedir. Burada halkımız kendisine tokat atan elin
peşine düşerek beyni görmezden gelmektedir. Böyle bir yaklaşım rejimin oyununa
gelmek olur. Eğer sistem adaletli olursa memuru adaletsizlik yapamaz. İran’ın
en etkili ve kalabalık iki unsuru olan Kürt ve Azerilerin ne ulusal anlamda
nede mezhepsel olarak bir birlerini eritme imkân ve potansiyelleri yoktur. Bu
nedenle rejimin çatıştırma politikaları sadece ve sadece yaraları
derinleştirecek ve bu halkların kendi geleceklerini kurmalarını
geciktirecektir. İran molla rejimi Kürt halkını geri dağlılar, kültürsüz,
eşkıya, katil, dinsiz ve asi olarak görmekte ve yeni nesil Fars halkına da
böyle tanıtarak sürekli aşağılamaktadır. Bu yaklaşımı Azerilerin yanında da
sürdürerek Kürtlerin farklı bir mezhepten olduklarını ve dolayısıyla egemen
rejimle mezhepdaş olan Azerileri rejime sadık kalarak ortak düşman gösterilen
Kürtlere karşı birlikte davranmaya davet etmektedir. Bunun için Azerilere bazı
memuriyetler vererek, ekonomik bazı avantajlar sağlayarak onları kendi
politikalarının hizmetinde çalıştırmak istemektedir. Halkları birbirine
düşmanlığa sevk eden bu politika çıkarcı bazı kişiliklerin ağzını sulandırmakta
ve geçmiş bazı örneklerdeki gibi devletin kapısında maaşlı köpek gibi bekleyen
bu şahıslar Kürt halkının makul ölçülerdeki demokratik gösterilerine
“kefen giyerek” saldırmakta ve silahsız kadın-erkek onlarca
insanımızı katletmektedirler. Silahlı güçlerin çatışması ve birbirini
vurmasının bir mantığı olabilir fakat silahsız insanlara silahla saldırmanın ve
bu savunmasız insanları katletmenin ne ahlaki nede felsefik hiçbir mantığı
olamaz. Bu tür olaylara karışan yada karışma potansiyeli taşıyan
psikopat-çıkarcı kişilikler mutlaka kendi yakın çevreleri tarafından
uyarılmalıdır. Kürtlerin bütün hak talepleri ve başkaldırılarına karşı egemen
rejimin daima Azeri halkından olan bazı hizmetçilerini çıkartması tesadüf
değildir. Mako-Tebriz hatından Kırmanşan-Hemedan hattına kadar uzayan ve birçok
kent ile metropolde de iç içe yaşayan Kürt-Azeri komşuluğunun bozulması ve
ırklar arası çatışmaların başlaması her iki halka da kaybettirecektir.
Egemen sistemin yaratıcıları Kürt halkının yanında da
Azeriler için “Turké xer” diyerek bu halkı aşağılamaktadır. Kürt
halkı ile egemen Farsların tarihsel akraba olduğunu, her iki halkında Aryen
kökenli ortak medeniyetler yarattığını Azerilerin ise farklı bir ırktan
olduğunu ve coğrafyamıza daha sonra gelen bu zorbaların kültürümüze yabancı ve
geri bir halk olduğunu söyleyerek bu halkı karalamaktadır. Yani Azerilerin
yanında dini inancı kullanarak Kürtleri, Kürtlerin yanında ise etnik akrabalığı
kullanarak Azerileri bir birine düşman ve her birisini kendisine dost kılmaya
çalışmaktadır. Geçmiş tarihlerde bazı Kürt hareket ve şahsiyetleri Azerilere
yönelerek halklarımız arasında güven sarsılmasına neden olmuş olabilir. Sorun
geçmişin hatalarına saplanıp kalmadan aklın yolunu seçerek ortak geleceğin bu
halkların dostluğunda olduğunu görmek ve ortak geleceği güç birliği ile
yaratmaktır. Bu iki halk tarihlerinden çıkaracakları dersler ışığında bu günün
provokasyoncularına karşı ortak tedbirler alarak kendilerini gözden geçirmeli
ve yapılan her hatayı önceden önleyemedikleri için kendilerini sorgulamalıdır.
Buna rağmen bazı olay ve provokasyonların gelişmesi durumunda toplumlar
sükûnete davet edilmeli ve provokatörler, mensubu oldukları halk tarafından
cezalandırılarak teşhir edilmelidir. Halklarımızın aydınları ve aksakallıları
kendi çıkarlarını savunacak mekanizmaları kendileri yaratarak tedbir
geliştirmelidir.
Azeri halkının Kürt
halkıyla çatışmasını belki de İran rejiminden daha fazla isteyen diğer bir güç
de Türkiye devletidir. En büyük korkusu Kürt halkının özgürleşmesi olan Türkiye
devleti geçmiş tarihinde defalarca Azeri halkına saldırmasına rağmen günümüzde
sözde yakın akrabalık gerekçesiyle Azeri halkı özgürlük mücadelesi veren Kürt
halkına karşı kullanma gayretindedir. Nasıl ki Mollalar mezhepsel yakınlığı
kullanıyor ise Türklerde etnik akrabalığı kullanarak Azeri halkını kullanmak
istemektedir. Güney ve Doğu Kürdistan’daki halkımızın özgürleşme mücadelelerinin
Kuzeyi de etkileyeceğinden korkan Türkler herhangi bir yerdeki Kürtlerin hak
taleplerine karşı çeşitli senaryolara başvurmaktadır.
Birbirlerine karşı şimdiye kadar en çok kullanılan ve bundan
sonra da kullanılma potansiyeli yüksek olan Kürt ve Azeri halklarından her
birisinin geçmişteki hatası ne olursa olsun bundan sonra gelecek çıkarlarının
ortak değerlerin yaratılmasında olduğunu görerek ortak mücadele arayışında
olmalıdır. Yüksek çatışma potansiyeli taşıdığından Azeri ve Kürt halkı için
verdiğimiz örnek diğer bütün İrani halklar için de geçerlidir. Fars, Beluci,
Arap ve Türkmenler ile bütün etnik yapılar için aynı sorun mevcuttur ve bu
halkların hepsinin özgürlük, eşitlik, adil bir sosyo-ekonomik yaşamın ortak
mücadelesi bu riski önlemeli ve bu halkları aynı rejim belasına karşı ortak
mücadelede buluşturmalıdır.
İrani halklar olarak kendimizi geçmişte yapılmış hataların
esaretinden kurtararak geleceğimizin çağdaş ortak yaşam değerlerini ve
kültürünü yaratmalıyız. Bir avuç fanatiğin, çıkarcının geleceğimize ipotek
koymasına engel olmalı, geleceğimizi doğru bilimsel veriler ile mantık üzerinde
şekillendirmeliyiz. Bir birinin iradesini kırarak yada bastırarak
gerçekleşirilen yöntemlerin hiç birisi çözüm olamaz. Basit mantığın ürünü olan
bütün çözüm yöntemleri çözümsüzlüğe götürür. Bir birlerini asıp kesme zihniyeti
kılıç-kalkan çağına ait en basit ve düz zihniyettir. Bu zihniyet hep bana
olsun, başkasından bana ne varsın gebersinler zihniyetidir. Bu zihniyet
günümüzün yükselen değerleri karşısında alçalan zihniyettir. Bu zihniyet
cehenneme gömüldükçe insanlar daha hoşgörülü bir şekilde birlikte yaşama
imkânlarını yaratacaktır.
Dosyanın diğer bölümlerine ulaşmak için alttaki linkleri kullanabilirsiniz
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
:” ”