HABER MERKEZİ-Orta Doğu neden bir değişime ihtiyaç duyuyor? Daha da ötesinde Dünya neden değişime ihtiyaç duyuyor? Bütün Dünya ülke sistemleri de bir değişim ihtiyacı duyuyor. Fakat değişimin denklemleri bulunmaktadır. En önemlisinden, önemlisine doğru seyreden denklemlerden tümünün çözülmesi için de, hepsine etkide bulunacak olan Ortadoğu denkleminin çözülmesi gerekir. Ortadoğu için “İnsanlığın beşiğidir” diyor Önder APO. İlk toplumsallığın boy gösterdiği, birlikte ve düzenli yaşamın temellerinin atıldığı, daha büyük birlikteliklerin sağlanması ile oluşan kabile, aşiretlerin ve Uruk merkezli ilk devletli yönetimin geliştiği bölgedir. Doğa ve insanlık, kötülüğe karşı ilk direnişinide Gilgamiş destanından tanıdığımız Hunbaba şahsında yine Ortadoğuda vermiştir. Olumlusundan, olumsuzuna yaklaşık 13 bin yıldır insanlığın başına gelen musibetlerin temelinin atıldığı bu bölge, şimdi yeniden en çağdaş olana yönelip çamura bulandırılmış kutsallarını yeniden ayaklar altından alıp olması gerektiği yerlere yükseltme fırsatına sahip.
Ortadoğu insanı sahip olduğu fırsatların yanı sıra hem konumu hem coğrafyasından kaynaklı belkide tarihinin en tehlikeli durumu ile de karşı karşıyadır. Doğa örtüsü ve zengin yeraltı kaynaklarının yanına Doğudan Batıya, Batıdan Doğuya tüm toprakların derinliklerine inen yol haritaları vardır. Bu nedenle de, yeni bir düzen oluşturmak isteyenlerin de Ortadoğu’da kendini hakim kılması gerekiyor. Savaşların bu bölge merkezli oluşunun temelinde bu özellikleri ve konumu vardır.
Peki halen tüm sıcaklığı ortaya çıkmamış olan 3. Dünya Savaşı’nda kimler, nerede duruyorlar? Kim neyi hedefliyor? Güçleri ne ve neler yapabilmekteler?
ABD
Kendini dünyanın tek hakimi olarak gören ABD, kendine biçtiği bu misyon çerçevesinde tarihten günümüze kadar değişken politikalar yürütmüştür. Kapitalist sermayenin kalbi olarak görülen ABD, bu sermayeyi yaşatmak ve birçok bölgeye yaymak için her türlü etik olmayan yolu ve araçları kullanmayı kendine mubah görmüştür. Yakın sınırlarında yaşayan halklarla birçok yönüyle çelişki içinde olması, çözülemeyen tarihi sorunların varlığı (göçmen krizi) ABD’yi sıkıştıran konulardan birini teşkil etmektedir. Yakın sınırlarında bulunan ülkelerin ekonomik yönden çıkar sağlaması, bu ülkelerle ekonomik anlaşmalar yapmasını sağlamıştır. ABD’nin uzunca bir süre göz ardı ettiği Asya ve Avrasya bölgesinde Çin nüfuzunun artması ve 24 Aralık 1979 yılında Sovyetler Birliği askerlerinin Afganistan’a girmesiyle beraber ABD’nin bölgeye yönelik politikalarını ciddi anlamda değişime götürmüştür. Dünyanın en geniş coğrafyasını oluşturan Asya ve Avrasya bölgeleri Süper Güçlerin rekabet alanlarından biri haline gelmiştir. Rekabetin en çok kızıştığı bölgelerden biri de kuşkusuz ki Ortadoğu olmuştur. Tarihsel bir öneme sahip olan Ortadoğu dünyanın en zengin yer altı kaynaklarına sahip olmakla birlikte dünya ticaretinde en stratejik yolları bu bölgeden geçmektedir. Kapitalist Sermaye güçlerinden biri olan ABD, Ortadoğu’da sömürge alanlarını genişletmek ve yeraltı kaynaklarından çıkar sağlamak için uzun yıllardan beri bu bölgede hakimiyet kurma savaşı içerisindedir. Bölgedeki tek sömürgeci gücün kendisi olmadığını bilen ABD, yakınlaşan Rus, Çin ve İran tehlikesine karşı bölgede cihadist menşelli DAİŞ çetelerini Türk devleti eliyle eğitip bölgeyi soykırımdan geçirmesine ön açmıştır. Bu sayede alana bir bütünüyle müdahale etme zemini oluşturarak, bölgedeki varlığını kalıcılaştırmaya çalışmıştır.
- Küresel Güç: ABD’nin Değişen Dış Politikaları
Her hegemon devlet gibi Amerika’nın da tarihten bu yana devam eden geleneksel dış politikasının yanında yaşanan süreçlere ve somut koşullara göre değişim gösteren politikaları mevcuttur. Bunun yanında Amerika’nın dış politikasını irdelediğimizde kritik bir eşik olma özelliği taşıyan 1965 ve 1900’lü yılları göz önünde bulundurmak gerekir. Çünkü bu zaman dilimi, sanayileşme ile birlikte ABD’nin ekonomik bir güç statüsüne yükseldiği yıllardır. Bu dönemler arasında adlandırılmaya başlanan “İleri Emperyalizm” geleneği ABD’nin diğer devletlere karşı uygarlaştırıcı bir misyon üstlenmeye hakkı olduğu inancı hakimdi. Özünde emperyalizm geleneği Amerikan dış politikasının çoktan kabul edilmiş bir geleneği haline gelmiş; hatta eski geleneklerin doğal bir ifadesiydi.
Yine Amerika’nın geleneksel dış politikalarından biri olan yalnızlık ve tek yanlılık politikasını; I. Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’da ortaya çıkan güç boşluğuyla beraber gerçek anlamda sürdürülmesini olanaksız kılmıştır. ABD’nin Briand-Kellogg Paktı’na öncülük etmesi ve Washington Deniz Silahsızlanma Konferansı’na katılması bu gerçeğin göstergeleridir.
Amerika’nın II. Dünya Savaşına girmesine yol açan, Pearl Harbour saldırısı da Amerikan dış politikası açısından dönüm noktası niteliğinde olmuştur. Pearl Harbour sonrasında Nazi Almanyası’nın ABD’ye savaş ilan etmesi, Amerikan dış politikasında yeni bir dönem başlatmıştır. Savaştan sonra Franklin Roosevelt ve Dışişleri Bakanı Cordell Hull yeni bir dünya kurma arzusuna girişmişlerdir. Birleşmiş Milletlerin merkezi olarak New York’un seçilmiş olması Amerika’nın değişen dış politikasının ilk adımlarından biri olmuştur.
Elbette Amerika’nın dış politikasında bir gedik yaratan diğer bir süreç de kuşkusuz ki Soğuk Savaş dönemi olmuştur. Soğuk Savaş döneminde çoğunlukla savunduğu ideoloji çerçevesinde bir dış politika yürüten Amerika, Sovyet askeri ve siyasi tehdidine ve komünizmin yayılma tehlikesine karşı dünya çapında caydırıcı politikalar izledi. Ayrıca 1948 yılında başlattığı “Marshall Yardım Planı” gibi programlarla Amerika temel ticari ortakları olan Avrupa ülkelerinin ekonomilerini kalkındırdı. Böylece Amerika, dünyanın pek çok farklı ülkesine ekonomik yardımlar göndererek küresel hegemonyasını pekiştirmeye çalıştı. Bunun yanında ABD soğuk savaş yıllarında üstlendiği Batı Bloku liderliğini iyi bir şekilde yerine getirmesi için ekonomik ve stratejik öneme sahip olan petrole sahip olması gerekiyordu.
Soğuk Savaş sonrasında Amerika, ‘Büyük Tasarım’ diye adlandırdığı ve dünya sistemindeki tüm ülkelerde Serbest Piyasa Ekonomisine bağlı, liberal değerleri benimsemiş parlamenter demokratik siyasal modelin hâkim kılınmasını içeren bir hareket benimsemiştir.
ABD’nin dış politikasında yumuşak güç unsurlarını kullanabilmesi, ona dış ilişkilerinde büyük bir kaldıraç imkânı vermektedir. Adım adım 11 Eylül olaylarına gelirken Clinton’la beraber başlayan, sözde barış içinde bir dünya atmosferi beklentisi George W. Bush dönemiyle birlikte tarihe karıştı. Bu gelişme aynı zamanda 2001 Ocağında işbaşına gelen Bush yönetiminin Clinton sonrası dış politikaya getirdiği daha agresif ve müdahaleci yaklaşıma yeni bir meşruiyet de kazandırmıştır.
Amerikan dış politikasını diğer devletlerin dış politikalarından farklı kılan çok geniş bir hareket alanının bulunduğu bir alt ve üst sınırının bulunmasıdır. Fakat yaşanılan Soğuk Savaş, İsrail’e verilen koşulsuz destek ve süreklilik kazanan müdahalecilik anlayışı bu alt ve üst sınırı daraltıcı etki yapmıştır. Özcesi Amerika’nın geleneksel ve süreçlere göre değişim gösteren dış politikasının birden çok yüzünün bulunması, bu devletin birçok halka, güce ve bölgeye müdahale etme imkânı sunmuştur. Bu müdahalenin somut zeminlerinin yaratıldığı başat bölgelerden biri de kuşkusuz ki Ortadoğu olmuştur.
- ABD’nin Yakın Sınırlarında Karşı Karşıya Kaldığı Sorunlar
Toplama bir ülke olan ABD; Fransızlar, İngilizler, İspanyollar ve daha birçok ulusu içinde barındırmaktadır. ABD’nin kurulduğu bölgeyi baz aldığımızda yıllardan beri Kızılderililerin yaşadığı bölgeleri de içerisine almaktadır. Özellikle bu bölgeye yerleşmesinin temel nedenlerinden biri Kızılderili kabilelerin yaşadığı bölgelerde zengin altın madenleri ve petrol gibi yeraltı kaynaklarına sahip olmasıydı. Devlet çıkarlarını esas alan emperyalist Amerika bu bölgede Kızılderilileri kıyımdan geçirmiştir. Köle pazarlarında binlerce Kızılderili’yi köle olarak satmış, Ellerinde sadece ok ve kesici alet bulunan Kızılderililere karşı top ve tüfek kullanan Amerika 10 binden fazla Kızılderili’yi öldürmüştür. Kuşkusuz ki Meksika ile yaşadığı tarihsel sorunların başında Amerika’nın kanlı tarihinde geçen “Kızılderili Katliamları” gelmektedir. Günümüzde de halen etkisini sürdüren bu soykırım politikası Trump döneminde de devam ederken bu sorunları minumum düzeye indirmek isteyen Biden bu bölgede farklı dış politika uygulama yoluna gitmiştir. 2020 Amerika seçimlerinde Biden’in Kızıldereli nüfusunun çoğunlukta olduğu birçok eyalette Trump’tan daha fazla oy alması bunun somut göstergesi olmuştur.
Yine tarihten bu yana yakın sınırlarında bulunan Meksika ve Kanada gibi ülkelerle geliştirdiği ilişkileri, başa geçen aktörlere ve dönemin belirlenen dış politikasına göre şekillendiren Amerika dönem dönem farklı politikalara başvurmuştur.
ABD ile Meksika ilişkileri, büyük ölçüde ABD’nin 1845’te Teksas’ı kendi sınırlarına dahil etmesiyle başlayan ve ABD’nin kesin zaferiyle ve Kaliforniya, Nevada, Arizona gibi eyaletleri ABD’ye bırakan 1848 tarihli antlaşmayla sona eren Meksika-ABD savaşı nedeniyle, kamuoyları nezdinde yıllar boyunca bir ölçüde gerilimi muhafaza etti. Buna rağmen iki ülkenin siyasi ve ticari ilişkileri artarak sürüyor. Bunun başlıca sebebi, Meksika’nın yakın komşusu olması, iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler ve elbette Meksika’nın Latin Amerika’daki petrolün önemli bir bölümünü topraklarında barındırıyor olması. Yine Meksika, ABD’nin Kanada’dan sonra en fazla petrol ithal ettiği ikinci ülke konumunda. ABD’nin toplam ithalatında ise Kanada ve Çin’in ardından üçüncü sırada geliyor. ABD ve Meksika’nın ticaret ilişkileri köklü olmakla beraber ilk önemli adımı 1994’te Kanada’nın içerisinde yer aldığı Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA) olmuştur. ABD’nin iki sınır komşusuyla arasındaki ticaret hacmi 1994 yılından sonra dört katına çıkarak 1 trilyon 300 milyar doları aştı. Fakat 2016 yılında Trump’ın Amerikan başına geçmesiyle birlikte yakın sınırlarında bulunan ülkelere karşı geliştirdiği dış politika da farklı bir eksene kayacaktır. Her şeyi kendi tekeline almak isteyen Trump, Kasım 2018’de Arjantin’deki G20 Zirvesinde Kanada Başbakanı Justin Trudeau ve eski Meksika İktidarı Enrique Pena Nieto yer aldığı toplantıda NAFTA yerini ABD-Meksika-Kanada Anlaşması USMCA’ya bıraktı. Amerika’nın yakın sınırlarında bulunan ülkelere karşı geliştirdiği dış politikada sadece ekonomi değil; Meksika üzerinden her yıl 500 binin üzerinde yasadışı olarak Amerika geçen göçmenler de belirleyici bir faktör olmaktadır.
Yıllardan beri devam eden göçmen sorunu Trump’ın seçimlerine propaganda malzemesi olmaktan kurtulamadı. Trump, kampanya yürüttüğü dönemde inşa edeceğini söylediği ABD-Meksika arasındaki duvar sözünden seçildikten sonra da geri adım atmadı. Bu durum Meksika ile olan ilişkilerini çıkmaza sürükledi. Ocak 2020’de koltuğa oturan Biden’in ilk icraatlarından biri de Trump’ın Meksika sınırına inşa ettirdiği duvarın yapımına son vermesi oldu. Yine Trump döneminde yokuş aşağı giden Kanada ilişkileri, Biden döneminde yeni bir dış politika stratejisi geliştirilerek kurtarılmaya çalışıldı.
- ABD’nin Orta Asya Politikaları
Orta Asya devletleri ABD’nin hem Rusya hem de Çin’e karşı uyguladığı politikalarının yapı taşlarını oluşturmaktadır. Jeopolitiğin kurucusu olarak bilinen İngiliz coğrafyacısı Halford John Mackinder’in Merkez Bölge olarak adlandırdığı Avrasya bölgesini ve Orta Asya’yı da içine alan geniş coğrafya; “Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarını kapsayan dünya adasını denetleyebilmek için mutlaka kontrol edilmesi gereken bir bölgedir” şeklinde tanımlamıştır. Mackinder’a göre merkez bölgenin hâkimiyetini elinde bulunduran “Dünya Adasını” denetler. Dünya Adasına egemen olan dünyayı denetler. Böylesi stratejik bir öneme sahip olan Asya ve Avrasya bölgesi üzerinde yapılan hesaplar da doğal olarak büyük olmaktadır. 1950’nin başlarında dönemin ABD iktidarı Harrey Truman’ın onayıyla “uluslararası komünizmin çevrelenmesi” politikası, ABD’nin bu bölgede yürüttüğü resmi dış politika aracı olmuştur.
Bölgenin stratejik önemi dillendirilmesine rağmen ABD’nin dış politikasında Orta Asya uzunca bir süre göz ardı edilmiştir. Bu bölgenin ikinci plana itilmesindeki asıl sebep, Irak’ın Kuveyt’ işgali sonucunda Körfez Savaşı ve Ortadoğu Barış Süreci, Bosna ve Kosova olayları gibi gelişmelerdir. Fakat 24 Aralık 1979 yılında Sovyetler Birliği askerlerinin Afganistan’a girmesiyle beraber ABD, ciddi anlamda Asya ve Avrasya politikalarını gözden geçirmeye başlamıştır. Soğuk savaş dönemine kadar Orta Asya bölgesi ABD’nin dış politikasında hayati bir öneme sahip değilken Sovyetler birliğinin çöküşünün ardından ABD için hem ekonomik hem de askeri anlamda yayılabileceği bir alan olmuştur.
Ayrıca, Temmuz 1999′da ABD Kongresi’nden geçen “İpek Yolu Strateji Yasası” ABD’nin Orta Asya ve Kafkasya’ya yönelik politikalarının ana hatlarını açıkça ortaya koymaktadır. Yine 11 Eylül 2001 olaylarına kadar ABD, Orta Asya’da daha çok ekonomik temelli bir yaklaşım oluşturmuştur. Bunun yanında, ABD’nin Asya ve Avrasya’da yaşamsal çıkarlarının mevcut olduğu, bunun da enerji kaynaklarının dünya pazarına güvenli bir şekilde ulaştırılması ve bölge ülkelerinin Sovyet ekonomi sisteminden arınarak gerçekleşebileceği stratejisi ABD’nin bölgeye yönelik politikalarının zeminini oluşturmaktadır.
Fakat 2000 yılında Rusya’da yönetime Vladimir Putin’nin gelmesinden sonra Rusya, yakın çevre ülkeler ile iş birliğini stratejik konuma taşımıştır. Özellikle Orta Asya’ya yönelik izlemeye başladığı çok yönlü politikayla; ekonomik, ticari ve asker bağları sağlamlaştırmaya önem vermiştir. Bununla beraber, Çin’in Şengay İş birliği Örgütü üzerinden Orta Asya’da giderek artan etkisi gibi faktörler ABD’nin bölgeye doğrudan müdahalesini engellemiştir. Bunun üzerine Amerika, bölgeye yönelik aktif “bekle-gör” politikasını devam ettirmiştir. Böyle bir ortamda 11 Eylül 2001 saldırılarına hedef olan ABD bu tarihten sonra terörle mücadele konsepti çerçevesinde hareket etmeye başlayarak bölgeye askeri anlamda yerleşmiş ve bölgede üsler kurmuştur. Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra bağımsızlıklarını kazanan ülkeler güvenlik endişesi nedeniyle Rusya ile yakınlaşmışlardır. ABD’nin Orta Asya cumhuriyetlerine etkisinin en çok zayıfladığı dönem 2004-2008 yılları arası olmuştur. Bu zaman diliminde Rusya ve Çin de; Orta Asya Cumhuriyetlerinde ABD tarafından desteklenen “renkli devrimlerin” tekrarlanacağı propagandası yoğunlaştırmıştır.
2009 yılında ABD Başbakanı olarak Barack Obama’nın seçilmesi ile birlikte bölgede Rusya dahil olmak üzere Orta Asya cumhuriyetlerinin ABD ile ilişkilerinin düzeltme eksenli bir dış politika yürütülmüştür.
Gelinen nokta itibariyle Çin, Orta Asya ülkelerinin en önemli ekonomik ortağı olmayı başardı. Ekonomik alanda büyüme yavaşladığı için Rusya’nın bölge ülkelerine yönelik politikası da önemli ölçüde değişti. Avrupa ülkelerinin Orta Asya’ya yönelik ekonomi, politika ve güvenlik alanlarındaki sorunlarının çözülmesindeki rolü git gide azalmaktadır. Tüm bu olaylar Orta Asya’daki ABD ve Batı ekseninin zayıflamasına neden olmakla beraber bölge ülkelerinin giderek Çin’in siyasi ve ekonomik yörüngesine yanaşmasına ve Rusya’nın güvenlik şemsiyesi altında girmesine sebep olmaktadır. Orta Asya ülkeleri, yalnızca Çin ve Rusya’nın etkisini dengelemek için Amerika ile dostane ilişkileri sürdürmektedir. Bu da ABD’nin bölge ülkeleriyle etkileşim ve karşılıklı çıkarların gerçekleştirilebilmesi açısından bir fırsattır.
Son olarak; ABD’nin 2018 yılında yayımlanan Ulusal Savunma Stratejisi “Artık büyük güçler rekabeti dönemine girildiğini” ilan ediyordu. Joe Biden daha seçilmeden önce yaptığı konuşmalarda ve verdiği demeçlerde, Çin’i “ABD’nin en önemli rakibi” olarak saptıyordu. Biden’ın ABD Savunma Bakanı olarak atadığı Lloyd Austin de “Çin en büyük tehdittir çünkü yükselen bir güçtür” demesi Biden ile birlikte ABD’nin Asya ve Avrasya’ya yönelik dış politikasının nasıl şekilleneceğinin ipuçlarını vermiş oluyor.
- ABD’nin Asya-Pasifik Politikaları
Antik dönemde Akdeniz ve 20.yüzyılda Atlantik Okyanusu gibi 21. Yüzyılda Hint-Pasifik deniz bölgesi, uluslararası başat deniz yolu olarak ön plana çıkmıştır. Asya, Afrika, Avrupa, Okyanusya ve Amerika kıtaları arasında enerji ve ticaret konusunda küresel anlamda bağlantıyı gerçekleştirmektedir. Coğrafi açıdan Hint-Batı Pasifik, Hint-Pasifik Asya olarak da anılmaktadır. Tek bir bütünleşmiş jeopolitik alan adı olarak Büyük Hint Okyanusu kavramını da kullananlar vardır. Yaklaşık 38 ülke, dünya karalarının % 44’ü ve dünya nüfusunun % 65’i bu bölgede yer almaktadır.
Bölgenin sınırları çok değişken yapıdadır. Çoğu kaynak da Hint-Pasifik bölgesi, kuzeyde Japonya, güneyde Avustralya, doğu da Batı Pasifik adaları ile batıda Hindistan’ı içine alan bölge olarak gösterilmektedir. Afrika’nın Doğu kıyıları da, sınırlar içerisinde yer almaktadır. Çin/ Afrika’nın bölge sınırları içine dâhil edilme/çıkarılmaları, bu yeni jeopolitik alanı, bir güç rekabet alanı olarak inşa eden politikacılar tarafından yapılmaktadır. Amerika’nın dahil olmadığı bu alansal tanıma rağmen, askeri ve ittifak ilişkileri ile uluslararası politika gündemine yeni jeopolitik alan olarak taşıyan ülke olarak ABD’de bölgenin bir parçası kabul edilmektedir. Bölge Amerikan hükümeti için, ulusal çıkarı açısından stratejik birincil öneme sahiptir. ABD’nin 2017 Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinde, bölge sınırları Hindistan’ın batı sahillerinden Amerika’nın batı sahillerine kadar uzanan, dünyanın en büyük nüfusunu barındıran ve ekonomik açıdan en iyi güçlü alan olarak yer almaktadır.
38 ülkenin bulunduğu Asya-Pasifik bölgesinde söz konusu ülkelerden beşi ABD ile müttefiktir. Bunlar; Japonya, Güney Kore, Tayvan, Avusturalya ve Yeni Zelanda’dır.
ABD’nin “Özgür ve Şeffaf Hint-Pasifik Politikası” altı temel konudan oluşmaktadır;
- Uluslararası suları ve hava sahasının engellenmeden herkese açık olması
- Uluslararası ticaret ve yatırımlara yönelik engellerin ortadan kalkması
- Siyasal liberalleşmenin bölgede sağlanması
- Bölgede saldırgan davranışların engellenmesi
- Dost hükümetlerle işbirliği sağlanması
- II. Dünya Savaşı sonrası ABD’nin kurduğu liberal düzenin devamlılığı.
1 Haziran 2019’da yayınlanan bu politika kapsamı içerisinde Çin ile ilgili olan bölümde, Çin’e karşı, ABD kendi gücünü arttırmaya çalışarak hem iç dengeleme hem de ittifaklar ve stratejik ortaklıklar geliştirme politikası izleyerek dış dengeleme stratejisi hayata geçirdiğini belirtmiştir. Çin bölgedeki liberal bölgesel güvenliğe yönelik, askeri gücüyle egemenlik alanını genişleten, revizyonist bir ülke olarak tehdit görülmektedir. Özellikle ABD yeni politikasında bölgedeki denizlerin ve hava sahasının güvenli olmasını istemektedir. Çin’in Güney Çin Denizinde, BM Deniz Hukuku tarafından onaylanmayan özel imtiyazlı hakları ve 2013 yılında Doğu Çin Denizi üzerinde uçuşa yasak bölge ilanının, ABD tarafından da kabul edilmediğinin bu politika ile ortaya koymaktadır. Güney Çin Denizi sorunları açısından, bölgeye ulaşmak için Tayvan Boğazı ve Tayvan adası, Amerikan hükümeti için stratejik bir öneme sahiptir. Tayvan Boğazı da, Amerikan siyaseti için uluslararası sular olarak serbest geçişin sağlanması gereken ve burada uyguladıkları güç diplomasisini bu nedenle meşru kılan stratejik bir alandır. Çin’in Tayvan Boğazı’nda ve yakın çevresinde askeri varlığını arttırarak gerek Tayvan’ın bağımsızlığını gerekse bu olaya karışan üçüncü ülkenin caydırılmasına çalışıldığı ve Çin Hava Kuvvetleri’nin ada üzerinde sürekli uçuşları ve Doğu Çin Denizi’nde deniz tatbikatları Tayvan’a yönelik güç gösterisi olarak değerlendirilmektedir. Vietnam ve Filipinler’le kurduğu diplomatik ittifak ilişkisi de, Tayvan sorunu dışında Güney Çin denizi konusunda da Çin ile ABD’yi askerî açıdan karşı karşıya getirmektedir.
Yeni küresel jeopolitik ortamda, Hint- Pasifik bölgesinin çok kutuplu siyasi yapısı, ABD-Çin arasındaki güç mücadelesi nedeniyle belirsizlik ve istikrarsızlık da yaratmaktadır. Çatışmaların iki güç arasındaki kara/deniz politik etki alanları rekabeti, kendi alan sınırları, yayılmacılık (Çin’in Tayvan’ı ilhak etmesi) , çevreleme stratejisi (ABD’nin Çin’i füzelerle çevrelemesi) , iç işlerine müdahale (Çin için Hong Kong, Tibet ve Uygur özerk bölgeleri) konularında çıkabileceği ileri sürülmektedir. Çatışmayla birlikte yeni ikili ve çoklu ittifak ilişkileri kurulması diplomatik çözüm alanları yaratmaktadır. ABD, Hint – Pasifik bölgesinde, Avustralya, Japonya, Filipinler, Güney Kore ve Tayland ile ittifak birlikteliği oluşturmuştur. Çin ise “ Bir Yol Bir Kuşak” projesi kapsamında 51 ülke ile ekonomik işbirliği gerçekleştirmiş, Fransa, Almanya, İtalya ve İngiltere ile ciddi anlaşmalar yapmıştır. Ancak ABD’nin coğrafi konumu, denizlerde Çin’den daha etkin bir konumda olmasını sağlayarak, Pasifik, Atlantik ve Hint okyanusu olarak üçünü de kontrol edebilmektedir. Küresel bir hegemonya olabilme şartlarından biri olan küresel deniz gücü olma, Amerika’nın lehindedir.
Yarın; 3. Dünya Savaşı Tehlike ve Umut: ÇİN Tıklayınız
Militan RÊHAT/Firat ALİ
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi