7 Haziran tarihinde AKP-MHP iktidarı faşist politikalarından birini daha sahneye koydu. Dünya tarihinde örnek faşist Anayasalarından biri olan 1982 Anayasasına bile aykırı bir şekilde yargılamaları devam eden milletvekillerini mahkûm eden “bağımsız” mahkeme kararları Meclis’te okunarak ikisi HDP’li biri CHP’li üç parlamenterin vekilliği düşürüldü. Ardından zindana da yollanmaları için de hiç vakit kaybedilmedi. Kürt düşmanlığından gözü kararmış faşist hükümetin sadece Ağustos 2019’dan itibaren aşama aşama sürdürdüğü kayyum politikaları düşünüldüğünde bile şaşırtıcı olmayan bu hamle hükümetin özünü bir kez daha gözler önüne serdi. Sadece kendi iktidarını sürdürmeye odaklanmış ve bunun için çiğnemeyeceği hukuki ve insani hiçbir değer olmayan faşist hükümetin bu adımı niteliğine oldukça uygundur. Aslında biraz demokrasiye duyarlı aksi bir politika izlemesi sürpriz olurdu. Faşist hükümetin faşistçe davranmasından daha doğal ne olabilir ki?
Bu nedenle esas soru iktidarın bu kararı nasıl alabildiği değil niye aldığı ve hukukla herhangi bir ilişkisi kurulamayacak bu kararla neyi amaçladığıdır. Bu çerçevede kuşkusuz belirtilmesi gereken ilk nokta kendi hegemonyası önündeki temel engel olan Kürt halkının mücadelesini daraltmayı hedeflemesidir. Kürt halkının varlığını nihayete erdirmeyi asıl hedef olarak gören bu zihniyet Kürde dair her şeye saldırırken halkın seçilmiş temsilcilerine yaklaşımını zaten 2016 yılındaki ilk kayyum saldırısı ve dokunulmazlıkların kaldırılmasından itibaren netleştirmişti. Ve bunu her fırsatta gösterdi. Baskı ve zor politikaları ile kendi hegemonyasını inşa etmeye çalışan AKP-MHP koalisyonu şimdiye kadar başaramadığını aynı şiddet politikasının bu yeni adımıyla gerçekleştireceğini düşünmenin mantıklı bir yanı yok. Yine başaramayacak. Yerel düzeyde zaten gasp edilen iradesi bu sefer genel düzeyde de geçersiz sayılan Amed ve Hakkâri halkının bu kararla demokrasi ve özgürlük mücadelesinden uzaklaşmayacağı çok açık. Kürt halkı DTK Eş Başkanı Sayın Leyla Güven ve Musa Farisoğulları’nı kendi meşru temsilcileri olarak görmeye devam edecek. Aslında bunu onlar da çok iyi biliyorlar. Anketler olmaksızın neredeyse konuşma yapmayan Erdoğan’ın bu uygulamalarla Kürt halkını yokluğa, erimeye razı edemediğini bilmemesi düşünülemez. Fakat faşist hükümet bu kararla halkın moral ve azmini ne kadar kırabilirsem o kadar iyidir diye düşünüyor.
Lakin CHP yönetiminin izlediği koltuk değneği politikalarına karşın bir CHP’li milletvekilini de bu karara dâhil eden AKP-MHP hükümetinin bu adımdan beklediği en önemli sonucun çöküş aşamasına girmiş olan iktidarının ne kadar zayıfladığını gizlemek olduğunu ifade etmeliyiz. Eğer istediği sistemi kurumsallaştırabilse bu hamleye gereksinim duymayacaktı. Dışta ve içte giriştiği her politikada duvara toslayan bu iktidarın ekonomik krizi bir nebze bile hafifletemediği görülüyor. Korona hastalığı sürecini halkın sağlığını korumadan çok politik tartışmaları öteleme fırsatı olarak gören ve bunu kısmen başaran iktidar içine girdiği çıkmazdan sanki bu kriz yokmuş gibi davranarak çıkamayacağı bellidir. Bu durumda daraldığı her dönem iştahla uygulamaya koyduğu zor politikaları dışında kendini düzlüğe nasıl çıkarabilir? Egemenlerin basit, düz mantığı budur. Sürekli tehdidi altında hissettiği erken seçim ihtimaline karşı güçlü görünmeyi tek hedef durumuna getirmiştir. Kendisine yönelmiş eleştirileri sürekli demagojik sahte gündemlerle perdelemeye çalışan bu iktidar, güçlü görünmek için halkın iradesini gasp etmekte hiçbir beis görmemektedir. Faşizm zayıftır ve daha fazla saldırması bundandır. Fakat bunlar çöküşü durdurmaya yetmeyecek nafile çabalardır.
Bu kararlar karşısında doğal olarak oluşmuş muhalefeti parçalamaya da çalışmaktadır. Kılıçdaroğlu’nun bu müdahaleye de olması gerektiği gibi halka dayalı demokratik bir tepki vermeyeceğini öngören hükümet bu şekilde HDP’yi yalnızlaştırmayı istemektedir. Daha bu karardan önce Kılıçdaroğlu “Hükümet CHP’yi sokağa dökmeye çalışıyor” şeklinde veryansın ediyordu. Aslında haklıydı. Hükümet kendisine meclis zemininde yürütülen sınırlı muhalefete aldırmayacağını her şekilde gösteriyordu. CHP bu durumda sitem etmekle yetineceğine demokratik toplumsal güçlerle antifaşist mücadeleyi yükseltmeliydi. Fakat bunu yapmayacağını daha karardan önce açıklayan CHP yönetimi cılız şikâyetler geliştirmekten öte bir adım atmadı. Tutuklanan Enis Berberoğlunu’nun apar topar serbest bırakılması iktidar ile CHP arasında zımni bir uzlaşı mı var sorusunu akla getirse de ne olursa olsun demokrasi cephesinin tutarlı bir parçası olmamasının CHP’yi faşist saldırılardan korumayacağı kesindir. Çünkü AKP-MHP faşist ittifakı kendisi dışında hiçbir görüşe tahammül edemez. Bunu fark edebilecek CHP içindeki demokrasiye duyarlı kesimlerin daha fazla sorumluluk alması da kritik bir önemdedir.
HDP ise bu saldırıyı Ankara yürüyüşü ile karşılayacağını açıkladı. Verili koşullarda ne kadar istenilen düzeyde pratikleşeceğinden bağımsız halkla beraber direnme seçeneği tek doğru yöntemdir. Faşizme karşı direnmenin yaşamak olduğu gerçeği sürekli doğrulanan temel bir ilkedir. Antifaşist demokrasi cephesini olabildiğine genişletmeye çalışırken bunun atıl kalarak yapılamayacağı da bilinmektedir. Kendisine lütfedilen sınırlara hapsolmanın da demokrasi mücadelesinin geleneğine uymayacağı da bir o kadar doğrudur. Direnerek en zor koşullarda başarı kazanıldığı da bu geleneğin temel kodlarından biridir.
Yasin Kılıçkaya
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi