12 Eylül 1980 askeri faşist darbesinin 40. yıldönümüne günler kala, 9 Eylül günü ajanslarda bir haber yer almıştı. TV’lerden birkaç kanal bu haberi verdi. Diğer TV kanalları ve basın organları da neredeyse görmezden gelerek adeta öyle bir şey olmamış gibi bir yaklaşım içerisinde oldu, sonrası günlerde de tartışılmadı. Oysa bu haber ciddi dolayısıyla üzerinde durmayı, tartışmayı ve kamuoyuna taşırmayı gerektiriyordu. Çünkü önümüzdeki dönemin siyasal ve toplumsal sorunlarla ilgili yaşanacak olanlarda bu habere konu olan “olayın” kendinden sıkça bahsettireceğinin habercisi olma gibi bir özellik taşımaktaydı.
9 Eylül günü birkaç TV kanalının, İzmir’de “Ülkü Ocakları Yürüdü” spotuyla görüntülü verdiği bu haber, her ne kadar sonraki haber bültenlerinde görmezden gelinirken, çok dikkat çekiciydi. Bu haberin görüntüsünde sayısı neredeyse yüzlere varan ve tamamı erkeklerden oluşan genç, takımlar halinde Mussolini’nin “kara”, Hitlerin “kahverengi” gömleklileri gibi, üzerlerine giydikleri tek renkten kıyafetlerle; -beyaz tişört, pantolonlar ve ayakkabılarla- askeri bir düzenlenişe, konumlanışa, başlarında olanların emir-talimatına göre yürümekteydiler.
TC Devlet sınırları içerisinde olan iller ve farklı devletlerde bulunan Türkler arasında kurulan dernekler olarak örgütlenen “Ülkü Ocakları”nın gerçekleştirdiği bu yürüyüş, her ne kadar görmezden gelinmeye çalışılmış olsa da dikkatleri çekmekten geri kalmadı. Hatta bunun da ötesine geçen bir anlam ifade etti. Türkiye ve Kürdistan’ın son yarım asırlık tarihi gözden geçirildiğinde, bu gerçeklik çok daha anlaşılır bir hal almaktadır.
“Ülkü Ocakları” farklı isimler vb. adlar kullanmış olsa da, Alpaslan Türkeş tarafından 1960’lı yıllar içerisinde kuruldu ve yönetilmeye devam etti. Bu yönüyle yine Alpaslan Türkeş tarafından kurulan daha sonra adı MHP olacak olan Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi vb. gibi faşist kontra partiler birer gençlik örgütü olarak faaliyetler yürüttü. 1960’ların son yıllarından itibaren, daha faal olarak da 1970’li yıllarda sosyalist, devrimci, demokrat ve toplum içerisinde kabul görmüş olan şahsiyetlere karşı düzenlenen saldırı, kaçırma, cinayet ve katliamlarda uygulayan güç olarak rol oynadı. Malatya, Elazığ, Iğdır, Maraş, Sivas ve Çorum toplumsal, Alevi, Kürt katliamlarını gerçekleştiren olarak mahkeme kayıtlarına, tarihe geçti, hafızalara kazındı. Sadece bunlarla da kalmadı. Taksim, İstanbul Teknik Üniversitesi, Ankara Siyasal Bilgiler, Balgat kahve, Bahçeli evler öğrenci, Tepecik otobüs vb. katliamları gerçekleştirdi. Ankara Cumhuriyet Savcısı Doğan Öz’ü, Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul’u, Cavit Orhan Tütengil, Bedrettin Cömert, Ümit Kaftancıoğlu, Kemal Türker, Abdi İpekçi vb.lerinin de içerisinde olduğu onlarca aydın, akademisyen “ülkü ocakları” mensupları tarafından alçakça katledildi. 12 Eylül 1980 sonrasında resmi olarak çalışmaları durdurulsa özellikle de yüksek öğrenim kurumlarında bizzat üniversite rektörleri, dekanları ve ilgili bölgelerin sıkıyönetim komutanlıklarının kontrolü altında hazır “kolluklar” olarak fiilen varlığını korumaya devam etti ve her fırsatta da bunu açığa vurmaktan geri kalmadı. 1990’la birlikte fiilen varlığını yeniden resmileştirdi, alenen kasabalarda, şehirlerin mahallerinde örgütlendi; Kürtlere, Alevilere, üniversitelerde ve yurtlarda devrimci, demokrat öğrencilere karşı saldırıya geçirtildi, ellerine tutuşturulan satırlarla, tabancalarla bir çok cinayet işlendi. 1997 yılında Alpaslan Türkeş’in ölümünden sonra da MHP ve ülkü ocakları arasındaki ilişki varlığını korudu. Alpaslan Türkeş yerine MHP Genel Başkanlığına getirilen Devlet Bahçeli üstlendi ve o da MHP ile ülkü ocaklarını birlikte yönetmeye devam etti.
Devlet Bahçeli ile birlikte MHP’nin olduğu gibi ülkü ocakları içinde yeni bir döneme girilmiş oldu. Bugün Devlet Bahçeli’nin R.T. Erdoğan ve Doğu Perinçek ile birlikte özel savaş rejimini yöneten kurmay ekip içerisinde yerini almış olması, ülkü ocaklarının da konumunu doğrudan etkiledi. Bunun bir sonucu olarak da binlerce ülkü ocağı mensubu TC ordusu ve polisi içerisinde “özel harekatçı” ön ismiyle anılan kontra örgütlenmeler içerisinde resmi devlet memuru olarak konumlandırıldı, yetkilendirildi ve silahlandırıldı. Ordu ve polis içerisine giremeyenleri de bekçiler adıyla konumlandırarak silahlandırıldı, yapılan yasa değişiklikleri ile de ordu ve polis içerisinde örgütlendirilen “özel harekatçılar” gibi, hareket serbestliğine kavuşturuldu.
Şimdi sıra resmi kimlik bile vermeye gerek duymadan, ülkü ocaklarını; ordu ve polis içerisindeki özel harekatçılarla, bekçiler aynı yetki ve sorumluluklarla donatarak sokaklara, meydanlara salmaya geldi. 9 Eylül 2020 tarihinde üzerlerine geçirilen beyaz renkli üniformalarla yürütülen ülkü ocaklarıyla, İzmir’de bunun ilanı gerçekleştirildi. Böylece ülkü ocakları mensupları, tıpkı Alman Faşist NAZİ partisinin gençlik kolları üyeleri gibi; kollarına takacakları pazubantlarla, kendilerini tam yetkili olarak; silah taşıyabilecekler, arama yapabilecekler, kimlik sorabilecekler, istediklerini işkence altına alabilecekler, kişileri alıkoyabilecekler, tecavüz edebilecek ve katledebileceklerdir. Hatta devletin resmi memurlarına talimat, emir verecek kadar onlardan daha fazla bir yetki ile donanımlı bir hale getirileceklerdir.
Fakat bu düzenleniş; Devlet Bahçeli öncesinin MHP, ülkü ocakları vb.lerinin TC Devleti ve onun özel savaş rejimi ile olan ilişkinin boyutlarını da aşan bir noktaya/aşamaya gelindiğinin de bir göstergesidir. Bu aşamayla birlikte, TC Devlet yönetimi içerisinde Devlet Bahçeli’nin konum ve etki gücünün de yeniden belirlendiği anlaşılmaktadır. Artık MHP ya da Devlet Bahçeli, hükümetin “küçük ortağı” değildir ve bu ilişki düzeni içerisinde, R.T. Erdoğan’ın yeri ve rolü de değişmiştir. Bir nevi 12 Eylül’le ideolojik olarak iktidara taşınmış olan MHP, şimdi AKP-R.T. Erdoğan döneminde siyasal ve parti olarak da iktidara taşınmış olmaktadır.
Kürdistanlı, Türkiyeli sosyalist, devrimci, demokrat ve özgürlükçü güçler de gelinen aşama da bu gerçekliği görebilmelidir. TC Devlet gerçekliği içerisinde belirgin bir hale gelerek öne çıkan bu yön ile birlikte bunun bir göstergesi olan; 9 Eylül 2020 günü ülkü ocaklarının İzmir’de hazır kıta halinde yapmış oldukları yürüyüşe, bir belirleme olmanın ötesine geçerek anlam verebilmelidir.
Unutulmamalı ki, 9 Eylül günü yürüyenler, İzmir’in için “özel” bir anlam ifade eden bir günü karşılamak için meydana çıkmamışlardır. Çok açık ve net olarak 40.yılını tamamlamak üzere olan 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesini selamlayarak, ona duymuş oldukları minneti ve 1970’li yıllarda olduğundan daha fazla rollerini hazır olduklarını göstermişlerdir. Bu yürüyüş; Kürtlere, Alevilere sosyalistlere, devrimcilere, demokratlara ve özgürlükçü güçlere, aydınlara, kadınlara, gençlere, işçilere, emekçilere verilmek istenen bir gözdağı, yaşanacak olanların önceden yapılan bir ilanı olmuştur. 13 Eylül 2020 tarihinde de görüldüğü gibi 9 Eylül yürüyüşünden fazla bir zaman geçmeden Afyon’da işçi olarak çalışan Van-Ercişli Kürt işçiler üzerine silahla ateş edilerek Özkan Tokay adlı bir işçi katledilirken iki işçi de yaralanmıştır. Öyle anlaşılıyor ki Afyon’da işlenen bu cinayetle de harekete geçmişlerdir. Burada asıl olanda, geçmişte yaşanmış olanlardan da gerekli olan sonuçlar çıkarılarak; verilmek istenen bu gözdağı ile yapılan ilanın doğru okunması ve ona göre hazırlıklı olunmasıdır.
Cemal Şerik
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi