12 Eylül 2011 Pazartesi Saat 14:40
Evrenselci, düz, çizgisel-ilerlemeci yaklaşım yöntemi, sosyal bilimlerde en az dinsel dogmatizm kadar gerçeği algılama sorunlarına yol açar. Yargılarının da dinsel kesinlikten farkı yoktur: Evren sonsuz ilerleme halindedir Levhi Mahfuz’da ne kayıtlıysa o gerçekleşmektedir. Diğer deyişle gerçekleşen şey, ger-çekleşmesi gereken tek şeydir. Her şey öngörüldüğü gibi gerçekleşmektedir. Sanıldığının tersine pozitivizm, anti-metafizik ve anti-dinsellik olmayıp, üzerine hafif bilimsellik cilası vurulmuş en kaba materyalist dindir. Daha doğrusu, modernite putçuluğudur. Her iki dogmatik yöntem arasındaki temel benzerlik, doğaya hükmeden kanun denen bir gücün varlığına ilişkindir. Tanrı kanunları yerine sadece bilim kanunları sözü geçirilmiştir. Gerisi aynı anlatımdır. Pozitivist düşünce yönteminin en vahim yanı, yargılarındaki bu kanun gücündeki yaklaşımdır. Yorum yoktur. Kesin, objektif, herkese aynı gelen hükümsel bakış, özünde bilime de terstir. Keskin özne-nesne ayrımına dayanmanın sonucu olarak yanılma payına da yer bırakmaz.
Burjuva sınıfın ortaçağ teolojisini pozitivizm cilasıyla boyanmış seküler ve bilimci bir felsefe olarak sunma çabası anlaşılabilir. O elbette rahminde doğduğu sosyal gerçekliğin izini taşıyacaktır. Ortaçağdan beri, hatta tüm uygarlık tarihi boyunca zihinlerimize yüklenen imgesel yaklaşımlardan kurtulmadan, pozitivist dalganın zihinlerimizi adeta esir alması kaçınılmazdı. Bu durum aşırı tekrarlayıcı, içi boş, kuru bir retoriği (söz ustalığı, cambazlığı) gerçek sanmaktan öte bir gelişmeye fırsat tanımadı. Eskiden “İmam ne derse doğrudur un yerine, “Öğretmen, filozof ne derse doğrudur tekerlemesi geçti. Zihin verimsizliğimizin temelinde bu gerçeklik yatar. Dolayısıyla kendi toplumsal doğamıza ilişkin tek bir yorum yapma hakkından bile yoksun kaldık. Bu çok vahim bir durumdur. Kendi kendine beyinsel körleşme ve esarettir. Dinsel dogmatizm hiç olmazsa geleneğin bir nevi taşıyıcı gücüyle bazı tarihi gerçekleri anımsatır. Pozitivizmde bu da yoktur. Gerçeklerimizle aramıza kocaman bir yabancılaşma bendi örer. Batı’nın ideolojik hegemon gücü olarak, bir nevi silah sıkmadan (beynini kullanmadan) teslim almaya benzer. Açık ki, bu dogmatizmi kırmadan, genelde resmi uygarlık, özelde kapitalist modern paradigmayı kırmak mümkün olamadı. Dolayısıyla özgür yorumlama gücüne erişilemedi. Şu düşüncemde ikna olmuş durumdayım: İdeolojik silahlar askeri silahlardan daha fazla yasaklayıcı rol oynar.
“Demokratik uygarlık sistemleştirilebilir mi? sorusunu kendime sorarken, bu yöntemsel zincirlerle az boğuşmadım. Daha zorlu olanı ise, çok inandığım bilimsel sosyalizme ilişkin dogmaların kırılmasıydı. Adeta kendi kendinle vuruşarak dogmatizmin esiri olmaktan kurtuluyorsun. Kaldı ki, yaşamımın büyük bir kısmı bu uğraşıyla geçti.
Şöyle bir çelişki de yaşıyordum: Bir yandan tarım devriminin anayurdunda binlerce yıldan beri (M.Ö. 10000’den günümüze kadar) yaşanan bir kültürün hala etkisindeyken, diğer yandan kapitalizm sonrasının toplumunu kurma mücadelesine soyunmuştum. Aradaki en az on iki bin yıllık boşluğu çözmeden nasıl yeni toplumu kuracaktık? Düşünce sistemimiz bir nevi ahiret bilimine (eskataloji) dönüşmüştü. Açık ki, düşüncemde verimli bir yöntem yer etmemişti. Yazılanların dışında bir santim ötesini düşünememe hastalığı ancak dogmatizmin etkisiyle izah edilebilir. Dinsel kalıpların hayhuyundan kurtulamadan, resmi pozitivizmin dediğim dediktir bombardımanına uğradık. Anladım ki, sistemlerin asıl koruyucu güçleri ideolojik hegemonyasından kaynaklanmaktadır. Bu nedenle Nietzsche’nin resmi Alman ideolojik gücüyle çıldırıncaya kadar boğuşmasını daha iyi anlıyorum. Eğer Batı’ya ilişkin birkaç yalın hakikat biliyorsak, herhalde bunu bu çılgınca boğuşmaya borçluyuz.
İyice etkisinden kurtulduğum birinci dogma, bilimsel sosyalizmin ilkel komünal toplumdan sonra kölecilik ve diğer sınıflı toplum sistemlerinin zorunlu ve art arda gelişlerine ilişkindi. Bu dogmayı uzun süre bir nevi kanun gibi benimsemiştim. Bu dogmayla iç içe olan ikinci dogma olan toplumun sınıfla adlandırılmasını kırmakta da gecikmedim. Köleci ve feodal toplum tanımları gerçeği en hassas yerinden örtüyor, toplumu efendilerle özdeşleştiriyordu. Bunların hâkim ağızların bir kalıntısı oldukları açıktı. Yine iç içe oldukları üçüncü dogmayı da çorap söküğü gibi art arda çözmede zorlanmadım. Sınıflı toplum aşamalarının zorunlu ve ilerleyici olduklarına ilişkin dogmadan bahsediyorum. Sınıflı toplum aşamalarının hiç de zorunlu ve ilerleyici olmadıklarını anladım tersine en gerici, zincirleyici bir gelişme olarak değerlendirmekte cesaretli davrandım. Sonuç, tarihin doğruya daha yakınlaştıran anlatımlarının mümkün olduğuydu. Çoklu yorumlardan çekinmeden, tersine anlamı zenginleştirici çaba olarak değerlendirmek daha yerinde bir yöntemdi. Dogmatizmi (ön hükümlülük) birçok alanda kırınca, elbette yorum gücü ve anlam zenginliği gelişecekti. Şu hususu netçe belirtebilirim: Eğer insanlar nerede, hangi durumda bulunuyor olurlarsa olsunlar önlerindeki sorunları çözemiyorlarsa, bundaki temel etken yıkamadıkları binlerce yıllık dogmalar ve güdülerden kurtulma cesareti gösteremeyen ilkel düşünce seviyelerinden ötürüdür. Düşüncedeki korkaklık tüm korkaklıkların temelinde bulunur.
Demokratik uygarlığı düşünceleştirirken ikinci önemli husus, etrafımdaki yoğun somut ampirik malzemeydi. Bu malzeme tarihe ilişkin gözlemlere katbekat fazlasıyla tanıklık etmekteydi. Neden hanedanlık, artık-değer talanları, iktidar odakları sistemi olsun da, toplumun adeta kök hücreleri olan aile, kabile, aşiret, köy ve şehrin iktidar dışı sınıfları, devletleşmemiş halklar ve uluslar sistematik olarak değerlendirilmesin? Bunlar neden bizzat sistem teşkil etmesinler, ideolojik ve yapılanma olarak anlam bulmasınlar?
Umut bağladıklarımız eğer bu sorulara yeterli cevap verememişlerse, herhalde nedenleri vardır. Yoksa bunların hakikatten yoksun sorular olmadıkları açıktır. Kaldı ki, sistematik olmasa da, parça parça verilmiş cevaplar az değildir. Yeter ki cevap aramasını bilelim.
Farklı uygarlık ve modernite arayışına yönelirken, üçüncü etken toplumsal doğaya ilişkin özgür inşa potansiyelidir. Eğer ortada yığılmış devasa sorunlar varsa, insanlar işsizlikten ve açlıktan bitkin durumdaysa, sistem inşaları (yaratma, toplum mühendisliği anlamında değil) hem mümkün, hem de önemli bir zorunluluktur ahlaki vecibedir. Zaten sorunların boyutu devrim ihtiyacını, devrim ise cevap teşkil eden yapılanmaları gündemleştirir.
Arayışımın dördüncü etkeni, hâkim sistem sana hiç umut vermiyor, seni insan yerine koymuyor ve en basit kimlik sorunlarına bile ilgi gösterip çözüm olamıyorsa, insan olmanın gereği olarak yapacağın şey, kendine saygıyı ve umudu kendi sistem inşa etme gücüne bağlamasını bilmektir. Yoksa kurtlar sofrasında seni bekleyen kemik artıkları değil, belki de bizzat yem olmandır.
Sonuncu bir etken, belki bana özgüdür, ama genel olduğuna da inanıyorum. O da eğer umut bağladığın anan bile olsa, sana hiçbir şey sunacak durumda değilse, birey olarak özgücüne güvenmekten çekinmeyeceksin. Sağa sola, güdülere teslim olmayacaksın. Eğer ortada yaşanacak bir durum yoksa bil ki insan olarak en iyiyi, doğruyu ve güzeli inşa edebilecek aklı ve iradeyi sergileyebilecek güçtesin!
Tarihin düz çizgisel yorumuna göre, tarımcı köy toplumundan sonra yükselen şehir toplumu ‘son söz’ hükmündedir. Şehir etrafında geliştirilen uygarlık öykülemeleri gerçeğin ta kendisidir. Şehirde yönetimi ele geçiren ve dini devlet olarak örgütleyen güç, egemen sınıf olarak tarihin motor gücüdür. Ne yaptıysa doğru ve kutsaldır alınyazısındakinin mukadder gerçekleşmesidir. Bunun için tanrısal ideolojik hegemonyalar yükseltilir. Her aykırı ses, ezeli-ebedi söze ve onun hayat ifadesine ihanet sayılarak ‘tanrının gazabına’ uğratılır. Despotun bütün onursuz işleri (en aşağılık baskı ve sömürü düzenleri), tanrı veya tanrıların en kutsal sözleri halinde rahiplerin ağzından dökülür. Artık kulların tanrı kanunları önünde boyunları kıldan incedir. Boyun kesilse bile acımaz.
Orijinal haliyle mitoloji veya din olarak kabaca bile anlatı haline getirilip sunulan sermaye ve zor örgütlenmesi olarak şehir çağı, uygarlık, çeşitli dönüşümler geçirerek günümüze kadar taşınır. Öz aynı olmakla birlikte, retorik ve formu (örgütlenme biçimi) değiştirilerek sunula sunula artık dökülen bütün cilaları karşısında kendini kaskatı bir ulus-devlet faşizmi olarak ebedi ilan etmekten kaçınmaz. Şehrin sermaye ve zor örgütlenmesi olarak bürokratik demir kafes ve içindekilerle birlikte AIDS ve biyolojik kanserleşmeler yanında, daha vahimi toplum doğasının tüm iç yapılanmaları ve doğal çevresiyle kanserleşmesi evresine girilmiştir. Bu çok kalın çizgilerle anlatımın abartma olmadığını anlamak için, dünya sisteminin son dört yüz (azami son beş bin yıllık) yılındaki savaşlara, sömürgeciliğe, toplumun tümüne yayılan savaş durumuna ve çevrenin felaketinin güncel haline bakmak yeterlidir.
Liberal ideolojik hegemonyanın tüm biçimlerine ve daha çok da resmi (devlet ideolojileri) alanlarına baktığımızda, tarihin sonu böyle noktalanmıştır. Diğer deyişle küresel çağın zirvesinde kapitalist sistem son sözün ebedi halidir. Bu anlatının yeni olmadığını, her önemli sermaye ve zorbalık çağlarının sonunda böylesine ‘ebedilik’ ilanlarının yapıldığını biliyoruz. İşte beş bin yıllık uygarlık ‘bilimlerinin’ binlerce kılıfa büründürerek yöntemselleştirdiği hakikat budur. Yöntem hakikat, hakikat yöntem olmuştur.
Başka tür dünyaların, bilimlerin, metotların olabileceği kulaklara fısıldandığında, cehennemlik, sapkınlık, kâfirlik söylemlerinin yanı sıra, sınır tanımaz ‘terör’ün her biçimi (Başı kesilme en basitidir. Çarmıha gerilme, ateşte yakılma, ipe çekilme, ömür boyu kürek cezasına çarptırılma, işkenceye yatırılma, ölünceye kadar çalıştırılma, hapishanelerde çürütülme, karılaştırılma, sömürgeleştirmenin sınırsız biçimleri, asimilasyon vb.) devrededir.
Beş bin yıldır yıkmaya çalıştığı tarım-köy toplumundan adeta intikam alırcasına hareket eden merkezi uygarlığın, 2000’li yıllarda bu toplumu tümüyle iflas ettirip son izlerini de silmeye çalıştığına tanık olmaktayız. Çevrenin yıkımı, aslında TARIM-KÖY TOPLUMU’ndan intikam almanın son biçimidir. Çok ilginçtir, susturulan Toplumsal Doğa’nın yerine, Birinci Doğa yol açtığı çeşitli felaketlerle (iklimin ısınması, kuraklık, kutup buzlarının hızla erimesi, türlerin hızla yok olması, sel ve hortum felaketleri vb.) bu yıkıma cevabını vermektedir. Bazen insanlık (susturulmuş insanlık) en dilsiz doğa kesilebilmektedir. Bunun acı, ama gerçek olduğunu kim inkâr edebilir ki?
Tarih paradigmasındaki en temel değişiklik, tarım-köy toplumu (M.Ö. 10000 – günümüze kadar) olmadan şehir temelli sermaye ve iktidar tekelciliğinin gelişmeyeceğine ilişkin olmalıdır. En temel yöntem-sel değişikliğe bu noktadan gidilebilir. Rosa Luxemburg’un çok yüzeysel dile getirdiği “Kapitalist olmayan toplum olmadan, kapitalizm, sermaye birikimciliği, tekelciliği olmaz biçimindeki tanımını tüm tarihe ve sermaye biçimlerine yaymak daha doğru bir anlatım tarzıdır sermayenin çözümlenmesinin tarihsel-toplum boyunca ifadesidir. K. Marks’ın saf kapitalist toplum modeli, yaptığı en temel yanlışlıktır. Çünkü böyle bir toplum ne pratik, ne de teorik olarak mümkündür. İspatı basittir: Diyelim ki, bir toplumda sadece kapitalistler (bürokratlarıyla birlikte) ve işçiler (işsizleriyle birlikte) vardır. Çünkü saf kapitalist toplum bunu öngörmektedir. Sermayenin fabrikalarında toplam yüz mal biriminin üretildiğini varsayalım. Yirmi beş mal birimi ücreti karşılığında işçilerin olmaktadır. Yirmi beş birim ise sermayedar sınıfın kullanımına kalsın. Peki, geriye kalan elli mal birimine ne olacak? Geriye kalanlar ya çürüyecek, ya bedava dağıtacaktır. Saf kapitalist toplum modeline göre başka türlüsü mümkün değildir.
Rosa, bu noktadan kalkarak, elli mal birimi ancak kapitalist olmayan topluma kâr amaçlı satılırsa sistemin mümkün olabileceğini söylerken, doğrunun kıyılarında gezinmektedir. Toplumsal gerçeklik daha kapsamlıdır. Ayrıca kârın ve ona dayalı sermaye birikiminin karşılığı ödenmeyen toplumsal artı olduğunu çok iyi bilmek ve hiç unutmamak gerekir. Kapitalist olmayan toplum kimdir? Başta tarihsel tarım-köy toplumudur evlere kapatılmış kadın toplumudur şehrin yoksul, emeğiyle geçinen zanaatkâr ve işsiz (ianeyle geçinen) kesimidir. Gerçeklik böyle konulunca, beş bin yıllık uygarlık ve en sistematik dönemi olan son dört yüz yıllık kapitalist dünya sistemini daha iyi çözümlemek imkân dâhilinde olacaktır. Tüm tarih boyunca sermaye ve iktidar olarak örgütlenen şebeke (aristokrasi, efendi, burjuvazi, devletlû, iktidarlı vb.) toplam nüfusun tahminen hiçbir zaman yüzde on’unun üstüne çıkmamıştır. Dolayısıyla toplumsal doğanın ana gövdesi her zaman yüzde doksanın üstündedir.
O halde yöntem açısından söyleyelim: Yüzde onun tarihselleştirilmesi, sistemleştirilmesi, düşüncenin temel objesi kılınması mı daha bilimsel doğru bir yoldur, yoksa yüzde doksanından fazlasının tarihselleştirilmesi, sistemleştirilmesi, düşüncenin temel objesi kılınması mı daha doğru bilimsel bir yöntemdir? Cevabı aranması gereken temel gerçeklik budur. Belki düşünce, bilim ve yöntem yoğunluğu yüzde onun tekelinde olduğu için başka türlüsü mümkün olmaz denilebilir. Ama bu tekel son tahlilde toplumsal artının gaspı, aşındırılması üzerine kurulmamış mıdır? En örgütlü ve ideolojik grup olması bu ayrıcalığını haklı kılar mı? Yüzde bir bile olsa, iyi örgütlenmiş bir zor, milyonları hükmü altına alabilir, milyonları bile yönetebilir. Söylediklerini en temel bilim ve yöntem olarak söyleyebilir. Bu gerçek, hakikat anlamına gelebilir mi? Bir avuç zorbayı ve tekelciyi kim hakikat olarak ilan ediyor? İlan edenlerin, mitoloji, din, felsefe, bilim ve sanat olarak sunanların, sermaye ve zorba şebekenin iktidarına bağlanması toplumsal hakikati (yüzde doksanın hakikatini) değiştirebilir mi? Sorunu böyle koymak gerektiği gayet açıktır. Hiçbir ideolojik, bilimsel, dinsel, felsefi ve sanatsal hegemonyanın bu gerçeği değiştirmeye gücü yetmez, yetmemelidir.
Tarihsel-toplumu bu ana yöntemin ışığında yapısal olarak incelediğimizde, çeşitli düşünce biçimleriyle (mitolojik, dinsel, felsefi, bilimsel ve sanatsal) ifadeye kavuşturmak istediğimizde, hakikatin boyutları çok daha görünür kılınacak ve anlam bulacaktır. Demokratik uygarlık, tarihsel-toplumun bu iki yönlü (yani yapısallığı, nesnelliği ve ifade tarzı olarak öznelliği içinde) anlatımı olan çok daha gelişkin bir sistematikliğe kavuşturulabilir. Toplumsal doğanın da kapsamlı tarihselliği ve bütünlüğü içinde sistemleştirilmesi mümkün ve gereklidir. Bilimsel devrimin, sosyal bilimin paradigmatik temeline bu sistematik analiz oturtulmalıdır.
Yöntem sorununa böylesi bir yaklaşım, toplumsal doğayı tüm tarihsel zenginliği ve bütünlüğü içinde daha çok sunma yeteneğindedir. İlk bakışta görülüyor ki,
a- Sermayesiz ve iktidarsız toplum mümkündür, ama toplumsuz sermaye ve iktidar mümkün değildir.
b- Sermayesiz ekonomi mümkündür, ama ekonomisiz sermaye mümkün değildir.
c- Devletsiz toplum mümkündür, ama toplumsuz devlet mümkün değildir.
d- Kapitalistsiz, feodalsiz, efendisiz toplum mümkündür ama toplumsuz kapitalist, feodal ve efendi mümkün değildir.
e- Sınıfsız toplum mümkündür, ama toplumsuz sınıf mümkün değildir.
f- Şehirsiz köy-tarım mümkündür, ama köy ve tarımsız şehir mümkün değildir.
g- Hukuksuz toplum mümkündür, ama ahlaksız toplum mümkün değildir.
h- Kendi çalıp kendi oynayan kişi misali toplumu politikasız ve ahlaksız duruma düşürmek mümkündür. Ama o zaman toplum yeni Leviathan (ulus-devlet faşizmi) tarafından parçalanıp yutulmaktadır ki, toplumun ve insanın ölüm anı da böyle seyirlik olmaktadır. Soykırımın gerçekleştirildiği andır bu an. Michel Foucault’nun insanın ölümünü ilan ettiği andır bu an. Friedrich Nietzsche’nin toplumun ve insanın iğdişleştirilip cüceleştirildiğini, karıncalaştırıldığını söylediği, sürü ve kitle olarak ilan ettiği andır bu an. Toplumun M. Weber’in ‘demir kafesi’ne kapatıldığı andır bu an!
Demokratik uygarlık paradigması bu anda devreye girmek durumunda ve zorundadır:
1- Tarım ve köy olmadan toplum sürdürülemeyeceğine göre, resmi uygarlık tarihi boyunca hep sömürü ve baskı konusu olmuş bu toplum kesiminin tarih boyunca gösterdiği direniş ancak politik toplum haline dönüşmesiyle kendi amacına kavuşabilir.
2- Sermaye ve iktidar tekellerinin üsleri olmadan kent mümkündür. Uygarlık tarihi boyunca sömürü ve baskının üsleri rolüne zorlanan kentin gerçek kurtuluşu, politik kent toplumu haline geliş ve demokratik yönetimle mümkündür. Tarihte çok zengin olan kentlerin demokratik ve konfederalist yönetimi daha da geliştirilerek, kanserolojik yapılar yığını olmaktan kurtarılabilir.
3- Ekonomi üzerine kurulu sermaye ve iktidar tekelleri daraltılıp ortadan kaldırılıncaya kadar ne ekonomik bunalımlar ne sorunlar tükenebilir. Başta işsizlik, açlık ve yoksulluk olmak üzere, çevre tahribatı, her tür gereksiz sınıflaşma, sosyal hastalıklar ve savaşların temel nedeni, sermaye ve iktidar gruplarının toplumsal artık-değer üzerinde pay kapma ve paylarını arttırma mücadelesidir. Toplumsal doğa tüm bu sorunlar ve hastalıklara karşı esnek zarla donatılmıştır ki, sermaye ve iktidar aygıtlarının sınırlandırılması halinde bile başarılı olabilir. Tarih eğer ekonomik ve sınıfsal açıdan yazılıp okunacaksa, ancak bu paradigma ile gerçek anlamına kavuşabilir.
4- Sermaye ve iktidar tekeli olmadan toplumun doğal hali, ahlaki ve politik toplumdur. Tüm insan toplumu doğuşundan sönüşüne kadar bu niteliği yaşamak durumundadır. Köleci, feodal, kapitalist, sosyalist toplum kalıpları toplumsal doğaya giydirilmek istenen elbise misali gerçeği ifade etmezler. Böyle iddialar olabilir, ama böyle toplumlar yoktur. Toplumun esas hali ahlaki ve politik olup, tarih boyunca sermaye ve iktidar tekelleriyle hep sıkıştırıldıklarından, sömürüldüklerinden, sömürgeleştirildiklerinden ötürü tam gelişme imkânı bulamamışlardır.
5- Demokratik siyasetin temel görevi, ahlaki ve politik toplumu özgür temellerde kendi işlevine kavuşturmak olabilir. Böylesine işlevsel olabilen toplumlar açık, şeffaf demokratik toplumlardır. Demokratik toplum ne kadar gelişmişse, ahlaki ve politik toplum da o denli işlevsel olabilecektir. Demokratik siyaset sanatı bu tür toplumları sürekli işlevsel kılmaktan sorumludur. Toplumları ‘toplum mühendisliği’nce yaratmak demokratik siyasetin görevi değildir. Bu tür mühendislik liberalizmin sermaye ve iktidar tekeli oluşturma faaliyetidir.
6- Tarih boyunca uygarlık adına kurulan tüm krallıklar, imparatorluklar, cumhuriyetler, kent ve ulus-devletler tek ve toplu olarak, uzlaşmış ve rekabetçi halleriyle, hegemonik ve eşit duruşlarıyla özünde sermayenin iktidarlaşmış, devletleşmiş biçimleridir.
Ahlaki ve politik toplumun hedefi hiçbir zaman bu tür tekeller haline gelmek olamaz. Ancak onlardan ya bağımsız ya da koşullu barış içinde uzlaşma halinde yaşayabilir. Bu durumlarda demokratik uygarlıkla resmi iktidar uygarlıkları çeşitli biçimler altında uzlaşabilirler. Barış süreçleri bu koşullu uzlaşmalara dayandığından, diğer tüm tarih zamanları ya toplumların içinde ya üstünde sürekli savaş hali içindedir.
7- Toplum sürekli tekelci sömürü savaşlarına (içinde ve dışında) dayanmak durumunda olmadığından, çeşitli biçimler altında kendi demokratik uygarlığını (hem tarım-köy zemininde, hem kentin emekçileri içinde) geliştirmek durumundadır. Tarih sadece iktidar ve devletler yığınının (en insanlık dışı ve köhne yapılar ve savaşların aracı) toplamı olmayıp, ondan katbekat (her zaman toplumsal doğanın yüzde doksanın üstündeki varlığı) daha fazla demokratik uygarlık örnekleriyle doludur. Tüm aile, kabile ve aşiret sistemleri, konfederasyonları, kent demokrasileri (Bilindiği kadarıyla en çarpıcı örnek Atina’dır) ve demokratik konfederalizmleri, manastırlar, tekkeler, komünler, eşitlikçi partiler, sivil toplumlar, tarikatlar, mezhepler, iktidarlaşmamış din ve felsefe toplulukları, kadın dayanışmaları, yazıya geçirilmemiş sayısız dayanışmacı cemaat ve meclisleri vb. devasa toplumsal gruplar demokratik uygarlığın hanesine kaydedilmelidir. Ne yazık ki, bu toplulukların tarihi sistemlice yazılmamıştır. Hâlbuki gerçek insancıl tarih bu grupların sistematik ifadesi olabilir.
8- Resmi iktidar uygarlıkları sermaye ve silah tekelleriyle ideolojik hegemonyayı iç içe sürdürdüklerinden, demokratik uygarlığın ideolojisi hep zayıf ve sistemsiz kalmıştır. İktidarlarca sürekli bastırılmış ve saptırılmışlar, çoğunlukla yok edilmişlerdir. Nice bilge, bilim, felsefe, din, mezhep ve sanatçı teslim olmadıklarında, özgür vicdanın sesini dinlediklerinde en ağır cezaya çarptırılmış ve susturulmuşlardır. Bunun tarihinin yazılmamış olması olmadığı anlamında değildir. Demokratik uygarlığı sistematik bir tarihsel toplum ifadesine kavuşturmak başta gelen entelektüel görevlerimizdendir.
9- Dünya kapitalist sistemin son dört yüz yılındaki tüm ideolojik, idari, askeri, ekonomik, iktidar tekeli olarak ulus-devlet uygarlık sistemine karşılık, demokratik uygarlığın kent demokrasisi (İtalya’da) ve kon-federasyonları (Almanya’da), köylü isyanları ve komünleri, işçi isyanları ve komünleri (Paris Komünü), reel sosyalizm deneyleri (dünyanın üçte birinde), ulusal kurtuluş süreçleri (devlet ve iktidar olmayan halleri), çok sayıda demokratik partiler, sivil toplumlar, en son ekolojik ve feminist hareketler, tüm demokratik gençlik hareketleri, sanat festivalleri ve iktidar amaçlamayan yeni dinsel hareketlere kadar uzanan geniş yelpaze içinde yer alan hareketlerin, tam bütünleşmemiş de olsa, küçümsenmemesi gereken bir sistematiği vardır.
10- Günümüz ulus-devlet sistematiği ağır sorunlar yaşasa ve çatlaklıkları her gün artsa da, halen ulusal, bölgesel ve küresel alanda en güçlü sistematiğe sahiptir. Ulus-devletler (sayıları iki yüz’ü aşıyor), bölgesel birlikler (başta Avrupa Birliği, ABD-Kanada-Meksika, Güneydoğu Asya) ve küresel BM (Birleşmiş Milletler) ile temsil edilmesine karşılık, demokratik uygarlık sisteminin Dünya Sosyal Forumu gibi gevşek ve formsuz, devlet ve iktidar olmayan çeşitli emekçi ve halk birlikleri çok yetersizdirler. Yetersizlik ideolojik ve yapısal temeldedir. Bu yetersizliği gidermek için Dünya Demokratik Konfederalizmi, bölgesel ve yerel ulusal demokratik konfederasyonlar, bunların parti ve sivil toplum aygıtları geliştirilmek durumundadır.
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info