20 Aralık 2016 Salı Saat 12:18
Coğrafya’nın İnsan Hayatındaki Yeri
Coğrafya Kimliktir:Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan
İnsanlığın ya da her toplumsal gerçekliğin bir oluş süresi
ve buna bağlı olarak varlık gösterdiği bir mekânı vardır. Mekân oluşum için
gerekli şartları, zaman ise varlığın değişimine yani hızına-oluşum süresi-
işaret eder. O zaman mekân ile zaman birbirlerini koşullar. Varlığın bilgisine
ulaşmak içinde oluşumun hangi zaman diliminde ve mekânda gerçekleştiğini bilmek
gerekir. Bu bilgi varlığın gerçek bilgisidir. Onun için denilir ki bir olay ve
olguyu ele alırken zaman ve mekânından soyutlayarak ele alamazsınız. Bu
yapılırsa o zaman varlığın gerçek bilgisine ulaşmak mümkün olmayacaktır.
Dolayısıyla bilinçlenme faaliyeti çarpıtılmış olur ki buda insanın hem kendine
hem de içinde yaşamış olduğu toplumsal gerçekliğe yabancılaşmasıdır. Burada
mekânın yani coğrafyanın insan oluşumu üzerindeki etkisine vurguda bulunmak
önemli olmaktadır. İnsanın toplumsal bir varlık olduğu gerçeğini göz önüne
getirdiğimizde, coğrafyanın toplumsal oluşum üzerinde ve aynı zamanda insan
olgusu üzerindeki etkileri daha iyi anlaşılmış olmaktadır. Mekân oluşum için
gerekli şartları hazırlıyorsa o zaman oluşumun niteliklerini yani özeliklerini
önemli derecede etkileyen de mekândır. Mekânın farklı özelikleri
varlığın-oluşumun- farklılığına tekabül edecektir. Tıpkı bir çocuğun anne ve
babasının genlerini-özeliklerini- taşıması gibi insanda ait olduğu coğrafyanın
özeliklerini diğer yönüyle genlerini taşır. Bu tespitten yola çıkarak her insan
doğup büyüdüğü coğrafyanın çocuğudur ve onun genetik kodlarını taşır. Bu
durumun bilincinde olup olmaması onun doğup büyüdüğü coğrafyanın etkilerini
taşımasına engel değildir. Tüm bunlardan bağımsız olarak kişi yaşamış olduğu
coğrafyanın etkilerini taşır. Coğrafyanın yer kürede bulunduğu yere göre
iklimi- sıcaklık-soğukluk, ne kadar yağış aldığı, yaşam koşulları bakımında
elverişlik düzeyi vs.- bitki örtüsü ve dolayısıyla orada yaşayan insanların
fizyolojilerinin yanı sıra yaşam şekli, kültürleri ve ahlak yapıları yani genel
anlamda toplumsallıkları üzerinde de direk etkileri söz konusudur. Onun için Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan
“coğrafya kimliktir demektedir. Kimlik insanın edinmiş olduğu kültür ve
ruhsal bütünlüktür. Zaten insanlık denilen olgunun kendisi fizyolojiden
bağımsız kültürel ve metafizik bir olgudur. Platon’un “insan politik bir
hayvandır deyimi bu gerçeklikten gelmektedir. Bu noktada coğrafya ile kültürün
ciddi bir etkileşimi söz konusu olmaktadır. “İnsan türü fizyolojik olarak
kendini hiçbir özel çevreye uydurmuş değildir. İnsanın çevreye uyması,
bedeninin bir parçası olmayan aletler, giysiler, evler ve benzeri donatımlarla
sağlanır. Bulunduğu çevreye elverişli donatımlar yaparak bir insan toplumu,
kendini hemen her türlü koşula uydurabilir. Ateş, giyim-kuşam, barınaklar,
uygun yiyecekler insanlara kuzey kutbunun soğuğu kadar, tropik bölgelerin
sıcağına da dayanabilme yeteneği verir. (1) insanın çevreye uyum sağlayabilmesi
için yapmış olduğu tüm yaratımlar kültür oluşumunu ifade eder. Kültürün ilk
oluşumu ise tamamıyla coğrafi koşulların özgünlüklerine göre olmuştur. Daha
sonra başka halklarla etkileşim içinde bulunmaları sonucu gelişen karşılıklı
kültürel etkilenmeleri de göz ardı etmemek gerekir. Yaşanılan coğrafyanın
ikliminin soğuk, ılıman ya da sıcak olması arazisinin dağlık, çöl veya ova
olması, sahip olduğu bitki örtüsü ve tarıma elverişlilik düzeyi vb. farklılıklar
aynı zamanda toplumlar arası farklı kültürlerin oluşmasına da zemin teşkil
etmiştir. “Maddi kültür, geniş ölçüde bir çevreye karşı gösterilen bir
tepkidir. Bu tepki belli bir bölgede yerel yiyecek kaynaklarından yararlanmak
ve vahşi hayvanlardan, sellerden ya da diğer tehlikelerden korunmak yolunda o
bölgenin özel iklim koşullarının yol açtığı ihtiyaçları karşılamak için
geliştirilen düzenleri içerir. Farklı topluluklar farklı icatlar geliştirmeye,
yiyecek, yakacak, barınak ve alet sağlama yolunda, farklı doğal kaynakları
nasıl kullanmaları gerektiğini keşfetmeye zorlanmışlardır. (1) Bu durum mekânın
insanların düşünme, hareket, davranış, giyim, yemek ve bir bütün olarak yaşam
tarzları üzerindeki etkisinin hangi düzeyde olduğunu ortaya koymaktadır.
Mekânın insanların zihinsel ve ruhsal yapıları üzerindeki etkileri onların
müzik, şiir, resim, edebiyata ilgileri yanında kent ve köy mimarisi vb. şeylere
olan ilgisini de gösterir. Yani insanın yaşam tarzındaki pek çok kültürel öğe
coğrafi mekândan etkilenmektedir. Coğrafi mekânın farklılığı kültüre yansımakta
ve farklı toplumsal kültürlerin oluşmasında önemli bir etken olmaktadır.
Dolayısıyla, hem insanın yetenekleri ve sınırlılıkları hem de mekânın insanın
özelliklerine cevap verebilme düzeyi, kültürel coğrafi görünümü
oluşturmaktadır.
Kimlik oluşumu, salt toplumsal yapıya bağlı birtakım
verilerden hareketle inşa edilemez, mekânsal oluşumların da bunda en az
toplumsal süreçler kadar etkili olduğu göz önünde bulundurulmalıdır. Coğrafik
şartların etkisiyle genetik kodlamalar oluşur birey ve toplum üzerinde. İnsanın
ruhu, mekân ve coğrafyanın özellikleri ile şekillenir. Toplumsal pratikler
mekânı şekillendirip yaşamın belirlenmiş birtakım kodları uyarınca varlığını
sürdüren alanların oluşumunu hazırlarken mekânsal örüntüler de bir yandan
sosyal yapının muhafaza edilmesini diğer yandan bireylere yeni bir kimlik ve
ilişkiler sistemi sunulmasının zemini olmuştur. İşte en belirgin özellik olarak
dil’de böyle oluşur. Her dil yapılanması o toplumun kimliğini belirleyen en
önemli özelliktir.
“İlk büyük devrime ‘DİL DEVRİMİ’ demek uygun olabilir. Çünkü
hiçbir devrim bu coğrafyada bu devrim kadar toplumsallaşmaya hizmet etmemiştir.
Her gün keşfedilen yeni bitkiler ve av hayvanları üzerinden kutsal bir kavram
oluşturulmakta, tüm bunlar kavramlaştıkça geniş toplulukların ortak dili,
dolayısıyla ilk defa ayırt edilen ‘KİMLİĞİ’ oluşmaktadır. (2) Kürt Halk Önderi
Abdullah Öcalan. Buradan da anlıyoruz ki bu gelişen dil doğa-çevre ilişkisinden
kaynaklı bir dil olmaktadır. Kürt dilinin içerisinde kelimelerin ve oluşturulan
kavramların daha çok dişil(anacıl) olması aynı zamanda kadının güçlü bir
toplumsal statüye sahip olduğunun ispatıdır da. Coğrafyanın tarımsal üretime ve
toplayıcılığa uygun koşullarda olması, kadın emeğinin daha fazla ön planda ve yaratıcı
rolü oynamasına yol açmıştır. Buna kadındaki doğurganlık özelliği de eklenince
kadın bu coğrafya’da kutsallaşmıştır. Bundan dolayı tarihte bu dönem ana
tanrıça dönemi olarak adlandırılır. Aryen dil-kültür grubu dediğimiz kültür,
kadının başat rol oynadığı siyasal yaşama damgasını vurduğu kültürdür. Bugün
Kürdistan olarak tanımladığımız coğrafyada, bu kültür geliştirildi. Aryen
dil-kültür grubunun hem simgesel dilin oluşumundaki rolünün hem de köklü bir
kültürel altyapıya temel teşkil etmesinin tarihsel ve coğrafi koşullara bağlı
olduğu, bilimsel olarak da ispatlanmıştır.
Oysa hemen yanı başında Aşağı Mezopotamya’da, uçsuz bucaksız
kurak çöllerin zorlu koşullarında çobanlık yaparak yaşamlarını idame eden
semitik kökenli kabilelerde gelişen yaşam tarzı, inanç, ahlak, kültür zihinsel
dünyalarının erkenden ataerkil ve hiyerarşik düzenin boy verdiği bir coğrafya
olmasına yol açmıştır. Bu zihniyet yapısı ve kültürün gelişmesinde uçsuz
bucaksız çöllerle kaplı coğrafyanın etkisi küçümsenmeyecek derecededir. “Daha
başlangıçta ‘El’in tek tanrı olarak düşünülmesi, çölün yeknesaklığıyla yakından
bağlantılıdır. Semitik Allah, kabile ve şeyh ilişkisinin yer ve gök
ilişkisindeki yansımasıdır. Böylesi bir paralellik kavramı açıklayıcı
niteliktedir. Aralarında sıkı bağ olduğu kesindir… El’in doğa düzeninin genel
sahibi olarak düşünülmesi, kabilelerdeki evrimleşmeye denk düşmektedir.
Kabilenin sahibi nasıl şeyh ise, tüm doğanın sahibi de El, Allah’tır. Şeyh
kabile için hem manevi, hem politik lider konumundadır. Kabilenin artan gücü
şeyhte, onun yetki ve gücünde yansımasını bulmaktadır. O bir nevi ilkel
kraldır… Çölün ataerkil kabile geleneği politik güç haline geldiğinde
despotizme, monarklığa yönelecektir. (3)
Coğrafyanın kültür, ahlak, zihinsel dünya ve bir bütün olarak
toplumsallık üzerindeki etkisinin hiçte küçümsenecek düzeyde olmadığı elbette
bilinen bir durumdur. Her halk için ruhsal, kültürel ve toplumsallıklarının
kesintiye uğramayıp sürecin ruhuna göre kendine yenileyip devamlılığını
sürdürebilmesi için coğrafyanın varlığı önemli bir etkendir. Coğrafya
anavatandır. Anavatanı ellerinden alınıp başka yabancı topraklarda yaşamaya
mecbur edilen kültürler ya da halklar bazı istisnalar -Yahudiler- hariç uzun
sürede kendilerini koruyup yaşayamamışlardır. O zaman coğrafya halkların
ruhsal, kültürel ve toplumsal birlikteliğini sağlayan önemli bir etkendir.
Coğrafya, birey ve toplumun ruhuna, hatta genlerine etki etmektedir. Şöylede
diyebiliriz, nasıl ki bir ağaç bulunduğu toprağın içine kökünü salıyorsa ve
ondan beslenip tekrar o toprağa yaşamsal değerde katkıda bulunuyorsa,
toplumların coğrafya ile bağları da böyle güçlü olmaktadır. Onun için mekân
tarihtir, toplumsal bilinçtir, kimliktir, toplumlar varlık ve oluş köklerini
bulunduğu mekâna salarlar. Bir toplumu mekânından koparmak onu tarihsiz,
kimliksiz, bilinçsiz ve köksüz bırakmak demektir. Toplumun hayat damarları
bulunduğu mekânda kökleşmiştir. Onun için coğrafyalarından zorla koparılan
insanlar gittikleri yerlerde ruhsal ve psikolojik düzeyde sorunlarla yüz yüze kalmışlardır.
Asimilasyon, iskân ve göçertme politikalarında sonuç alınabilmesi için
egemenler her zaman halkları yaşadıkları coğrafyadan koparmaya çalışmışlardır.
Coğrafyadan koparılmak kültürel, ahlaki ve toplumsal olarak savunmasız
bırakılmaktır. Bundan sonra gelişen savunma da ancak bireysel tarzda ve
tepkisel şekilde gelişir ki, oda çok uzun soluklu olmayacaktır.
Konumuz gereği göç ve göçün nedenlerini, yaratmış olduğu
toplumsal etkileri ve özelde ise Kürdistan’daki göçertme politikalarının
amaçlarını ortaya koyabilmektir. Bunu yaparken Kürdistan’da ki sömürgeci
güçlerin ısrarla Kürtleri coğrafyalarından koparmaya ve burada ki demografik
yapıyı tümden değiştirmeye çalışmasının altında yatan asıl nedenlerin yukarıda
dile getirmeye çalışmış olduğumuz coğrafyanın insanın ruhsal, kültürel,
zihinsel ve toplumsal yapısı üzerinde ki derin etkisi olduğunu rahatlıkla
anlayacağız.
2. Göç
a) Göç
Çeşitleri Ve Nedenleri
• Doğa,
Bilinçsizlik Ve Tecrübesizliğin Yol Açtığı Göç
İnsanlık tarihi boyunca göç doğal afetler, siyasi,
ekonomik, sosyal vb. sebeplerden dolayı coğrafik olarak nüfusun yer değiştirme
faaliyetidir. İnsanlık yerleşik yaşama geçmeden önceki yaşam tarzı göçebelikti.
Tıpkı bazı canlılar gibi daha iyi koşullarda beslenmek ve yaşam koşullarını
bulmak için, sürekli bir biçimde sürü şeklinde bir yerden bir yere göç
etmişlerdir. İnsanlık çok uzun yıllar böyle yaşamıştır. İnsanlık tarihinde ilk
bilinen göç, yaklaşık 3 milyon yıl önce Doğu Afrika’da ki Rif vadisinden
başlayarak Süveyş ve Doğu Akdeniz üzerinden Toros-Zağros kavisine doğru
Mezopotamya’ya, diğeri ise Güney Akdeniz ve Cebelitarık boğazı üzerinden Avrupa
kıtasına yapılan göçtür. Bu günkü insanın ataları olan Homo Erectus’un Doğu
Afrika’dan yola çıkarak tüm dünyaya yayılma serüvenin temelinde iklimi, bitki
çeşitliliği ve coğrafyası yaşam için daha elverişli olan bir yer bulmaktı.
Aslında insanlığın bu dönemdeki yaşam biçimi zorunlu olarak göçebelikti. Bu
yaşam tarzı daha uzun yıllar devam edecektir. İnsanlığın ömrünün %98’lik bir
bölümünü klan yaşamı olarak geçirdiğini düşündüğümüzde ancak ömrünün %2’lik bir
bölümünü yerleşik yaşama geçerek yaşayabildiği anlaşılmaktadır. İnsanlığın
tarihinin 7 milyon yıl önceden başladığını düşünecek olursak göçebeliğin
insan-toplum hayatındaki yeri daha iyi anlaşılmış olacaktır. Bu yaşam tarzı bir
tercih miydi? Elbette değildi. İnsanlık uzun süre tıpkı diğer canlılar gibi
sürü şeklinde yaşamını idame etmiştir. Bu dönemde insanı göçebeliğe zorlayan
onun doğa karşısındaki tecrübesizliği ve bilinçsizliğidir. Bilinç ve tecrübenin
biriktirilmesi ve sonraki nesillere aktarımı ancak toplumsallıkla mümkün
olmuştur. Toplumsallık gelişmeden bilincin gelişmesi ve tecrübenin birikmesi
düşünülemez. Aslında insanlığın bugünkü anlamda kendini tamamlamamış olmasıdır.
Çünkü beyin, dil ve kültür yeterince gelişmemiştir. Beyin, dil ve kültürün
toplumsal olgular olduğu biliniyor. Aslında insanlığın kendisi toplumsal bir
olgudur. Toplumsallık olmadan insanın bu kadar uzun süre hayata kalabilmesi
mümkün değildir. Yani bu dönemdeki göçebe yaşamın temel nedeni her ne kadar
iklim ve coğrafi şartların elverişsizliği olsa da en temel etken olarak yeterli
düzeyde toplumsallığın gelişmemiş olması olarak görmek yanlış olmayacaktır.
Yoksa doğa insanlığın göç etmeden yerleşik yaşama geçerek yaşamını devam etmesi
için her şeyi fazlasıyla vermiştir. Biliniyor insanlığın ilk toplumsal formu en
uzun süre yaşamış olduğu klan örgütlülüğüdür. 25-50 kişilik gruplar şeklinde
hareket eden klanlar avcılık ve toplayıcılıkla yaşamlarını idame ettikleri için
mecburen av hayvanları ve toplayabilecekleri otlar ve meyve ağaçları peşinde
göçebe şeklinde yaşamak zorunda kalmışlardır. Ağaç kovukları ve doğal mağaralar
onların sığınakları haline gelmişlerdir. Kendi aralarında ancak işaretlerle
anlaşabilmektedirler. İnsanlık bu dönemde hala kendi yaratımlarını devreye
koyarak üretim yapamadığı için mecburen doğada hazır bulduğu şeylerle yaşamanı
idame etmektedir. Doğa klan insanı için kendisini besleyen, afetler ve
soğuklar karşısında korunmak için imkân sunan ve koşullar elverdikçe üreyen
doğal annelik görevini yapmaktadır. Klan örgütlülüğü onun her şeyidir. Doğa
zorlukları karşısında canlı varlıklar içerisinde en güçsüzü olan insan bu
hayati eksikliğini klan örgütlülüğüyle aşmaya çalışmıştır. Bundan kaynaklı
klandan kopmak ya da ayrı düşmek onun için ölümle eş değer olmuştur. İnsanın
klan örgütlülüğüyle edindiği bilinç, tecrübe ve zekâ düzeyinin gelişkinliği
göçebe yaşam tarzını aşacak düzeyde değildir. Toplumsallık ilerledikçe insanın
duygusal zekâsı yanında analitik zekâsının ve dolayısıyla kültürel olgunun
geliştiği görülmektedir. Buda klan insanının doğa ananın kendisine sunduğu
imkânlardan daha fazla yararlanmasına ve giderek yaşam için daha iyi koşulların
yaratılmasına imkân sunacaktır. İnsanlık edindiği analitik zekâ ile doğayı daha
yakından izleyebilmekte ve bunun sonucunda doğadaki bitki ve tohumlar hakkında
daha fazla bilgi sahibi olabilmektedir. Bu tecrübe bitki tohumlarının insanlar
tarafından devşirilmesine yol açacaktır. Bu bilgi, o dönemde toplumsal yaşamı
tümden değiştirecek göçerlikten yerleşik yaşama geçirecek devrim
niteliğindeydi. İnsanlık artık kıtlık, kuraklık, sel karşısında tedbirini nasıl
alacağının bilgisine ulaşmıştı. Artık yaşamını idame etmek için ot toplamak
yada av peşinde koşmak zorunda değildi. Demek ki bu dönemde insanların göçebe
şeklinde yaşamasının temel sebebini, her ne kadar yaşam için uygun iklim ve
coğrafi koşulların keşfi olarak ileri sürsekte esas olarak sahip oldukları
toplumsal örgütlülüğün doğa karşısında yeterli düzeyde bilinç ve tecrübe
birikimine sahip olmamasıdır.
Toplumsallıkla gelişen analitik zeka her gün biraz daha doğa
ananın sırlarına ermenin yollarını öğretmiştir. Sırlarını çözdükçe daha rahat
ve güvenli bir şekilde yaşamını örgütleyebilmiştir. Göçebelikten yerleşik
yaşama geçiş esas olarak toprağın işlenmesiyle mümkün olmuştur. Tarihte köy
devrimi diye tanınan bu süreç insanlığın altın yılları olarak bilinir. İnsanlar
tarlaları üretime açarak ihtiyaçlarından fazlasını üretebilmiş, böylelikle ürün
fazlasını depolayarak açlığa ve kıtlığa karşı tedbir alabilmiştir. Bu durum
insanların yaşam tarzını ve zihniyetlerini etkilediği gibi toplumsal
örgütlülüklerini de etkilemiştir. Toplumsal örgütlülükleri klandan kabileye
geçecektir. Her ne kadar köy yaşamı gelişmiş olsa da, birçok kabile göçerlik ve
yerleşik yaşamı iç içe yaşayabilmişlerdir. Bu yaşam tarzı günümüze kadar
etkisini sürdürebilmiştir. Genelde hayvancılıkla uğraşan kabileler yada
aşiretler, otlaklar gezerek göçebe şeklinde yaşamak zorunda kalmışlardır.
Bilindiği gibi yerleşik yaşam tarzı nüfus artışı için uygun koşullar
sunacaktır. Nüfusun artışı insanların başka alanları kalıcı yerleşim
birimlerine açmak için teşvik edecektir. Buda köy devriminin daha geniş
topraklara yayılmasını beraberinde getirecektir. Çünkü insanlar göç ettikleri
yerlere bir yaşam kültürü taşımaktadırlar. Bu durum sadece fiziki bir göç değil
aynı zamanda kültürel bir göçtür. Göçlerle birlikte kültürde taşınmıştır. Kürt
Halk Önderi Abdullah Öcalan bu durumu, nüfus göçü olmaktan ziyade kültürel bir
göç olarak belirtmektedir. Kendi sınırlarını çok çok aşan bu kültürel göç olayı
gittiği her yerde oranın özgünlükleriyle bütünlük sağlayarak yeni uygarlıkların
doğmasına sebep teşkil etmiştir.
Bu süreçteki göç olayının ağırlıktaki nedenleri doğa, iklim,
coğrafyanın yaşam için elverişsiz olması ve bunların yanı sıra insanlığın
yerleşik yaşama geçmesi için yeterli bilinç ve tecrübeye sahip olmaması
kaynaklık etmiştir. İnsanlığın gelişme diyalektiği açısından ele alındığında
oldukça doğal ve olması kaçınılmaz göçlerdir. İnsanın insanı zorla yerinden
yurdundan etmesi yani baskıdan yâda sömürüden kaynaklı bir göç söz konusu
olmamıştır.
Yarın: Hiyerarşik Sistemin Gelişmesiyle Başlayan Göç
Göç Dosyası-Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html
0
21
TR
HE
:” ”
:””
” “,” ”