29 Aralık 2016 Perşembe Saat 05:23
Bakurê Kürdistan’da Göç ve İskan Politikaları
Türkiye Cumhuriyeti’nin Kuruluş Aşamasındaki Göç ve İskan
Politikaları (1920 ile 1940 arası)
Cumhuriyetin kuruluşuna doğru giderken oldukça sıkıntılı bir
süreç söz konusuydu. 1913 yılında resmen Osmanlı imparatorluğunun iktidarına el
koyan İttihatçılar, Almanlarla birlikte I. Dünya savaşında yenilgiyle çıkmaları
sonucu Osmanlının dağılmasına neden olmuşlardı. Bu yenilgiden hemen sonra
İttihatçıların başta gelen önderlerinden Enver, Talat ve Cemal Paşaların ülkeyi
bırakıp kaçmaları ittihatçıları oldukça zor durumda bırakmıştı. Yaratılan bu
boşluğu daha alt düzeyde yer alan kadrolardan Mustafa Kemal devralır. Çünkü,
Mustafa Kemal’in sahip olduğu ilişki ağı konumunu güçlendiriyordu. Kürdistan bu
dönemde oldukça stratejik düzeyde önem kazanır. Çünkü Kürdistan’da itilaf
devletlerinin işgal hareketlerine karşı, kendiliğinden gelişen direniş
hareketleri söz konusudur. Dolayısıyla, Kürtlerin desteği alınmadan düşünülecek
ulusal kurtuluş savaşının verilmesi neredeyse imkânsızdır. Bu durum Mustafa
Kemal’in rolünü oldukça belirgin hale getirecektir. Çünkü Mustafa Kemal, 1916
yılında Diyarbakır’da 16. Orduda görevli iken birçok önde gelen Kürt
şahsiyetlerle iyi ilişkiler kurmuştur. Nitekim bunların yardımına ihtiyaç
duyduğunda örneğin, Cemil Paşazade Kasım Beye bir telgraf göndererek işgalci
güçlere karşı birlikte hareket etmelerini talep eder. Cemil Paşazade Kasım Bey,
sadece kendisinin değil diğer Kürt önde gelenleriyle de görüşerek M. Kemal’in
bu talebine olumlu cevap verir. Bu destek M. Kemal’in konumunu güçlendirdiği
gibi, işgalci güçlere karşı verilecek mücadelede daha kararlı ve inançlı
hareket etmesini sağlamıştır. Aslında Kürdistan’dan gelen bu destek M. Kemal’in
rolünü belirgin bir şekilde açığa çıkarmıştır. Bu durum daha somut bir biçimde
23 Temmuz-7 Ağustos 1919 tarihleri arasında yapılan Erzurum Kongresiyle ete
kemiğe bürünür. Bu kongre Mondros ateşkesiyle itilaf devletlerine resmen teslim
olmuş iradenin tanınmaması, buna karşı ulusal kurtuluş iradesinin beyan
edilmesi anlamı taşıyordu. Yani ulusal Kurtuluş savaşının stardı Erzurum
Kongresiyle verildi. Kongre’ye katılan delegelerin çoğunluğunun Kürt ileri
gelen şahsiyetlerinin olması Kürtlerin bu savaştaki rolünü açıklar
nitelikteydi. Erzurum kongresi Kürtler ile Türklerin ortak vatan üzerine varmış
oldukları ittifaktı. “TBMM’nin ilk bileşimi bu ittifakı açıkça yansıtır… 1921
Teşkilatı Esasiye Kanunu’yla (TC’nin ilk anayasası) Kürt unsurunun eşitliği
garanti altına alınıyor. 10 Şubat 1922 tarihli Kürt Özerklik Yasası’yla
karşılıklı güven pekiştiriliyor. (44) Bu derecede stratejik düzeyde önem
kazanan Kürdistan halkının taleplerini göz ardı etmek demek, başta verilecek
olan savaşın kaybedilmesi anlamına geliyordu. Ama Kürtlerin talepleri İttihatçı
zihniyetin oluşturmak istediği yapay ulus devletini doğalında reddediyordu.
Ayrıca Kürdistan’da ki aşiret örgütlenmesi ve toplumsal yapı ulus-devlet
zihniyetiyle uyuşmuyordu. Bu durum ittihatçı ulus-devlet zihniyeti önünde ciddi
bir engel olarak görülüyordu. 24 Temmuz
1923 yılında imzalanan Lozan anlaşmasıyla oluşturulmak istenen ulus-devlet
biçimi netlik kazanmıştı ve dolayısıyla Kürtler ihanete uğramışlardı. Hemen
akabinde 20 Nisan 1924’te ikinci Anayasanın mecliste kabul edilmesiyle bu
ihanet durumu devlet nezdinde resmi bir belgeye kavuşturulmuş olur. 1924
Anayasasını hazırlayan komisyonun kaleme aldığı gerekçede şöyle deniyordu:
“Devletimiz milli bir devlettir. Çok milletli bir devlet değildir. Devlet
Türk’ten başka millet tanımaz. Millet dahilinde eşit hak ve hukuka sahip olması
gereken ve başka ırktan gelen kimseler de vardır. Fakat bunlara da ırki
durumlarına uygun olarak haklar tanımak veya bu anlama gelecek sözler etmek
caiz değildir. Aynı şekilde Kürt halkının haklarını garanti altına alan 1921’de
çıkarılan Teşkilatı Esasiye Kanunu böylelikle yürürlükten kalkmış oluyordu.
Kürtler için tüm bu uygulamalar ve yeni anayasa ilerde uygulanacak olan
katliam, göç ve asimilasyon politikalarının rahatlıkla uygulanabilmesi için
zemin hazırlama çalışmasıydı. Yeni kurulan Cumhuriyetin yumuşak karnı Kürt
sorunuydu. Ne olursa olsun Kürtlük adına ortada bir şey kalmamalıydı, bu
devletin bekası için olmazsa olmaz şarttı.
Bu projenin baş mimarı ve pratik uygulayıcıları İsmet İnönü
ve Fevzi Çakmak olacaklardı. Nitekim İsmet İnönü Başbakan sıfatıyla meclise,
hükûmete olağanüstü yetkiler veren Takrir-i Sükûn Kanunu ile Kasım 1924
ortalarında dinsel gericilik tehlikesine karşı sıkıyönetim ilân edilmesini
ister. Ancak Meclis’te bu isteğini kabul ettiremeyince istifa eder. Yerine
Fethi Okyar geçer. İsmet İnönü istifa etmiş ama emellerinden vaz geçmemiştir.
Onun için 1924 yılında İsmet İnönü tarafından Meclise onaylatmak için bu sefer
Şark Islahat planı getirilir. Bu planda meclis tarafından reddedilir. Ayrıca
dönemin Başbakanı olan Fethi Okyar “Ben elimi Kürt kanına bulaştırmam der.
İsmet İnönü, Kürtleri kışkırtabilirse inisiyatifi ele geçirebileceğini çok iyi
bilmektedir. 13 Şubat 1925 tarihinde Şeyh Sait kışkırtılarak isyan ettirilince
Fethi Okyar “Ben elimi Kürt kanına bulaştırmam dediği için istifa ettirilir ve
yerine Başbakan olarak İsmet İnönü geçer. Başbakan olduktan bir gün sonra 4
Mart 1925 tarihinde Takrir-i Sükûn Kanunu meclisten geçirilir. Biri isyan
bölgesinde diğeri yurdun geri kalan bölgelerinde çalışmak üzere iki İstiklal
Mahkemesi kurulur. Ordu hemen isyan bölgesine doğru harekete geçirilir. Hemen
ertesinde Diyarbakır’da kurulan gezici istiklal mahkemesince Seyit Abdulkadir
ve Şeyh Sait başta olmak üzere 48 kişi idam edilir. Onlarca kişi de çeşitli
cezalara çarptırılır. Bu isyanın ortada hiçbir şey yokken çok kanlı bir biçimde
bastırılması, elbette bölgede çıkan rahatsızlıklardan kaynaklı bir durum
değildir. İşin arkasında daha kapsamlı hesaplar vardır. Kürdü tekrardan
soykırım, inkâr ve asimilasyon politikalarının cenderesine almak vardır. “Lozan
Antlaşması’nın imzalanması ve Cumhuriyet’in ilanıyla yeni bir aşamaya girilir.
Kürdistan’ın oluşturulmak istenen Irak temelinde parçalanması, Misak-ı Millînin
açık ihlalidir. Bu gelişme TBMM’de ve Kürtler arasında büyük infiale yol
açmıştır. İngilizlerle yapılan 5 Haziran 1926 tarihli bu anlaşma halen
karanlıkta bırakılmış birçok unsur taşımaktadır Kürt soykırımının başlangıç
tarihi olarak işlemek şarttır. Bu antlaşmayla Kürtlerle Türkler arasındaki
tarihsel uzlaşmanın temeline dinamit konulduğu kesindir. 1925’teki Şeyh Sait
önderlikli isyan aslında bu tarihsel ihaneti örtbas etmek için hem provoke
edilmiş, hem de anlamsız yere çok acımasız ve kanlı biçimde bastırılmıştır.
1925 yılı bu anlamda sadece isyanın değil, asıl olarak komplonun, ihanetin ve
soykırımın başlangıç tarihidir. Bunda belirleyici rolü İngiliz diplomasisi ve
Yahudi unsurlar oynamıştır. (45)
Şeyh Sait İsyanı bastırıldıktan iki buçuk ay sonra İsmet
İnönü bir gazeteye vermiş olduğu demeçte “Vazifemiz Türk vatanı içinde
bulunanları behemehâl (derhal) Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet
edecek anasırı [unsurları] kesip atacağız. Vatana hizmet edeceklerde
arayacağımız evsaf (nitelikler) her şeyden evvel o adamın Türk ve Türkçü
olmasıdır (46) der. Bu açıklama Kürtler için bundan sonra TC devletinin ne
ifade ettiğini ve gidişat rotasının ne olacağını açıkça ortaya koyuyordu. İsmet
İnönü şahsında tekrardan hortlayan bu İttihatçı zihniyeti Kürtler çok iyi
tanıyorlardı ve zaten sürekli kuşkulu yaklaşımları söz konusuydu. Bu zihniyet
daha önce Balkanlar’da, sonrasında I. Paylaşım savaşında Almanların yanında yer
alarak savaştan yenilgiyle çıkmalarına ve İmparatorluk topraklarının itilaf
devletleri arasında paylaşılmasına neden olmuştu. Koca bir imparatorluktan
geriye kalan Kürdistan ve Anadolu toprakları olmuştur. İttihatçılar psikolojik
olarak toprak kaybı konusunda adeta paranoyak düzeyde sorun yaşıyorlardı. Onun
için elde kalan bu toprak parçası üzerinde, Türk etnik yapısına dayalı zoraki
ve yapay bir ulus-devlet oluşturmayı stratejik düzeyde hedeflemişlerdi. Onun
için “Misak-ı Milli sınırları denilen coğrafyada yaşayan tüm dini ve etnik
yapıları tek potada eriterek Türkleştirmek gerekecekti. İttihatçılar iskân,
tehcir, asimilasyon, katliam vb. toplum mühendisliği gerektiren politikalar
konusunda oldukça uzmanlaşmış ve ciddi anlamda kurumsallaşmışlardı. 1913 ile
1916 yılları arasında önce Anadolu ve Kürdistan’da gayrimüslim olan Ermeni, Rum
ve Asuri halklara karşı uygulamış oldukları tehcir ve iskân politikalarıyla
milyonlarca insan yerlerinden edilmiş ve bir o kadarı da katledilerek,
kurulacak olan ulus-devlet sözüm ona büyük bir tehlikeden kurtarılmıştı. Bu
süre içinde Kürtlerde kendi paylarına düşeni fazlasıyla aldılar. Ama Kürtler ne
coğrafyalarından tümden temizlenebildi ve ne de dışarıdan getirilen başka etnik
gruplarla asimilasyonu tamamlanabildi. Kürtlerin geniş ve dağlık bir arazide
büyük bir nüfusa ve isyancı bir yapıya sahip olmasının yanı sıra savaş
koşullarında Kürtlere olan ihtiyaçtan kaynaklı, yarım kalan proje cumhuriyet
sonrasına ertelenecektir. Cumhuriyet kurulduktan sonra “Misak-I Milli
sınırları içinde uygulanacak olan Türkleştirme politikasına karşı direnecek tek
etnik yapı olarak Kürtler kalmıştı. Dolayısıyla devlet için tek tehlike
Kürtlerdi. Sözüm ona İsmet İnönü ve ekibi bu tehlikeyi bertaraf etmeye
çalışıyordu. İşte bu tarihten sonra
Kürtler için yeni bir sürecin başlangıcıdır artık. Bunun için İttihatçılar yarım kalan
projelerini -iskân, tehcir, katliam ve asimilasyon politikalarını- esas olarak
bu dönemde uygulayacaklardır.
İskân, tehcir, katliam ve asimilasyon politikalarını daha
rahat hayata geçirebilmek için İsmet İnönü 1924 yılında TBMM tarafından red
edilen Şark Islahat Planı’nı ikinci defa 24 Eylül 1925 tarihinde meclis
gündemine taşırır. Ve bu plan Meclis’te Kabul edilir. Bu plan Kürdistan’ı
baştan sona fethetmeyi ve inkâr etmeyi hedefliyordu. Plan’ın ilk maddesi zaten
her şeyi açıklıyor. “Tüm Doğu vilayetlerinde T.C. egemenliği tam tesis edilene
kadar plan uygulanacaktır. Egemenlikten kasıt Bakurê Kürdistan’ın tümden
Türkleştirilmesidir. Plan hızla hayata geçirilir. İlk elden yapılması gereken
Kürdistan’daki arazilerin çoğunluğuna devlet hazinesi adı altında el
konulmasıdır. Ermeni soykırımından geriye kalan gayrimenkullerin Kürtlerin
elinden alınması ve Kürdistan’ın demografik yapısının değiştirilmesidir. Yine
asimilasyonun sonuç vermesi için Türkçe dilinin öğretilmesi, Kürtçenin
yasaklanması bir elzem olarak duruyordu. Yukarıdaki uygulamaların hayata
geçirilebilmesi için şark ıslahat planının ilgili maddesinde şunlar ifade
ediliyordu “Van şehri ile Midyat arasındaki hattın batısında Ermenilerden
boşaltılan arazilere Türk muhacirleri yerleştirilecektir. Bunun için bu plan
dahilindeki vilayette bulunan Ermenilerden ele geçirilen varlıklar satılmayacak
ve hatta Kürtlere kiraya dahi verilmeyecektir. Yugoslavya’dan gelen Türk ve
Arnavutlar ile İran ve Kafkasya’dan gelecek olan göçmenler, öncelikle Elaziz,
Ergani, Diyarıbekir, Elaziz – Palu – Kiğı, Palu – Muş arasındaki Murat vadisi,
Bingöl dağının Doğu ve Güneyi ve Hınıs, Murat vadileri, Muş ovası, Van gölü
havzası, Diyarıbekir – Garzan – Bitlis hatlarında iskân edilecektir. Bunlardan
başka Rize, Trabzon vilayetleriyle Erzurum vilayetinin kuzeydoğu kazalarında
yerleşik yerel halktan insanlar da istemeleri ve şartları yerine getirmeleri
halinde Hınıs çayı ve Murat vadisine ve Van gölünün kuzey mıntıkasına
nakledilebileceklerdir. Doğuya yerleştirilecek göçmenler ve yerli Türklerin
iskân edilecekleri mıntıkalara kadar hükümet bunların yol iaşeleri ve bir
senelik iaşelerini sağlayacaktır. Ayrıca evlerini inşa edecek, hayvan ve ziraat
araç-gereçlerini de karşılayacaktır. Türk muhacirinin yerleştirileceği Ermeni
mülklerini ne sebeple olursa olsun ellerinde tutan Kürtler çıkarılarak
geldikleri eski yerlerine gönderilecek veya istemeleri halinde Batı’da
hükümetin göstereceği mahallere nakledilmeleri sağlanacaktır. Söz konusu
mıntıkalara yerleştirilecek Türklerin, Kürtlerin taarruzundan korunmaları için
özel tedbirler alınacaktır. 1925 yılında en fazla 50 bin nüfus sevk ve iskân
edilecektir. 10 yıl içerisinde Yugoslavya, Bulgaristan, Kafkasya ve
Azerbaycan’dan beş yüz bin göçmen getirilip Doğuya yerleştirilecektir. Söz
konusu olan 50 bin nüfusun Kürdistan’a iskanı, Kürdistan’ın değişik illerinde
ki diğer etnik topluluklara bakılarak anlaşılabilir. Aynı şekilde Kürtlerin
Anadolu’nun içlerine doğru göç ettirilmesi daha yoğunluklu ve daha kalabalık
nüfuslar şeklinde olmuştur. Kürdistan’daki aşiret örgütlülüğünü ve toplumsal
yapıyı sindirip dağıtmadan bulundukları coğrafyadan koparmanın mümkün
olmayacağını çok iyi biliyorlardı. İstenilen demografik değişikliğin
yapılabilmesi için öncelikle aşiret örgütlülüklerin dağıtılması gerekmekteydi.
Bu dönemde deyim yerindeyse Kürdistan alanı baştan sona doğru fethedilmeli ve
tümden Türkleştirilmeliydi. Bunun için ilk önce direnebilecek olan kesimlerin
iradesi kırılıp teslim alınmalı ve daha sonra toplumsallıkları dağıtılmalıydı.
Buda katliamdan geriye kalanların payına düşenin göç ve sürgün olması demekti.
Bu yapılırsa ancak asimilasyon politikası başarıya ulaşabilir. Onun için
düşünülen bu “temizlik operasyonlarının rahat yapılabilmesi için “Dinî ve
etnik azınlıkların Türkleştirilmesi sürecinde [47] otoriteyi sağlamlaştırmak
amacıyla TBMM 1164 sayılı ve 25 Haziran 1927 tarihli kanunu çıkardı. Bu kanuna
göre kurulan umumi müfettişliklerin geniş yönetsel, askerî ve yargısal
yetkileri vardı. 1 Ocak 1928 tarihinde Diyarbakır, Elâzığ, Urfa, Bitlis, Van,
Hakkâri, Siirt ve Mardin illerini kapsayan ve merkezi Diyarbakır’da bulunan
Birinci Umumi Müfettişlik kuruldu.[48]Ve Trakya’da yaşanan pogromlardan önce 19
Şubat 1934 tarihinde, Kırklareli, Edirne, Tekirdağ ve Çanakkale illerini
kapsayan ve merkezi Edirne’de bulunan İkinci Umumi Müfettişlik kuruldu. [49] 25
Ağustos 1935 tarihinde Ağrı, Kars, Artvin, Rize, Trabzon, Gümüşhane, Erzincan
ve Erzurum illerini kapsayan ve merkezi Erzurum’da bulunan Üçüncü Umumi
Müfettişlik kuruldu[50][51]. 6 Haziran 1936 tarihinde tarihî Dersim Bölgesini
(Tunceli, Elazığ ve Bingöl) kapsayan ve merkezi Elazığ’da bulunan Dördüncü
Umumi Müfettişlik kuruldu ve Umumi müfettişliğe Korgeneral Abdullah Alpdoğan
atandı [52]. 1936 yılında açılan dördüncü umumi müfettişliğin başına getirilen
Korgeneral Abdullah Alpdoğan, mahkeme kararlarını imzalamaya, düzeni ve
güvenliği sağlamak açısından gerekli gördüğü durumlarda ilde yaşayan kişileri
ve aileleri, il sınırları içinde bir yerden bir başka yere göndermeye ve il
sınırları içinde oturmalarını yasaklamaya da yetkiliydi. Olağan üstü
yetkilerle donatılan bu müfettişlikler Kürdistan’ı Türkleştirme politikaları
doğrultusunda her tür keyfi uygulamaya yetkileri vardı. Katliam, sürgün, talan,
gasp ve devlet adına her türlü mal varlıklarına el koyma bu politikaların başta
gelenleriydi. Doğal kültür ve yaşamıyla Kürtlükte ısrar edeni bekleyen bu
uygulamalar devlet nezdinde meşruydu. Deyim yerindeyse Kürdistan bu dönemde
eşkıya kanunuyla yönetilmeye çalışıldı.
24 Eylül 1925’te çıkarılan Şark Islahat Planı ile, 25
Haziran 1927’de çıkarılan müfettişlik kurulu planı çerçevesinde 1925’ten
1940’lı yıllara kadar Kürdistan’da öncelikle “sorunlu bölgelere askeri
operasyonlar başlatılır. Kürt inkâr ve imha operasyonlarına karşı Kürtler
hazırlıksız yakalanırlar. Bu dönemde Kürdistan’da yaşanan isyanların asıl sebebi,
Türkleştirme politikaları temelinde dayatılan asimilasyon ve demografik yapının
zorla değiştirilmeye çalışılmasına karşı Kürt ileri gelenlerinin ve halkın
tepkisidir. TC’nin ulus devlet yapısıyla uyuşmayan, Kürdistan toplumsal yapısı
ve aşiret örgütlenmesinin dağıtılması için çok planlı bir şekilde geliştirilen
imha, inkar ve tasfiye hareketleridir. Bu hareketlere karşı gelişen isyanları
gerici isyanlar olarak lanse edip iç ve dış kamuoyunu yanıltarak Kürdistan’ı
ulus-devlet yapısına entegre etmeye çalışmışlardır. Yani asimilasyon ve inkâr
politikaları ekseninde geliştirilen uygulamalar olmuştur. Devlet bu
operasyonlar esnasında Kürdistan’ı tümden kapsayacak bir harekâtı göze
alamadığı için, belirli aralıklarla farklı farklı alanlara silah toplama veya aşiret
ileri gelenlerin ailece sürgünlerini gündeme alarak belirlenen mıntıkalara
askeri operasyon başlatmışlardır. Bu uygulamaları hiçbir Kürt aşiretinin kabul
etmeyeceklerini çok iyi bildikleri için böylesi yöntemlere başvurarak
aşiretleri isyana provoke etmişlerdir. Sırayla Koçgiri isyanı (6 Mart-17
Haziran 1921), Şeyh Sait isyanı (13 Şubat-31 Mart 1925), Beytüşşebap
ayaklanması (3 Eylül 1924), Raçkotan ve Raman ayaklanması (9-12 Ağustos 1925),
Sason Ayaklanması (1925-1937), Koçuşağı ayaklanması (7 Ekim-30 Kasım 1926),
Mutki Ayaklanması (26 Mayıs-25 Ağustos 1927), Bicar Ayaklanması (7 Ekim-17
Kasım 1927), Ali Resul Ayaklanması (22 Mayıs-3 Ağustos 1929), Tendürek harekâtı
(14 Eylül- 27 Eylül 1929), Savur harekâtı (20 Mayıs- 9 Haziran 1930), Zilan
harekâtı ( 20 Haziran-Eylül 1930), Oramar harekâtı (16 Temmuz-10 Ekim 1930),
Pülümür harekâtı (8 Ekim-14 Kasım 1930), Ağrı İsyanı (16 Mayıs 1926-25 Eylül
1930), Dersim İsyanı (20 Mart 1937-Aralık 1938). Her isyan sonrası birçok
yerleşim birimi yerle bir edilmiş, yüzlerce insan katledilmiş ve binlercesi
sürgün edilmiştir. Dolayısıyla Türk devleti bu dönemde eli silahlı olan
isyancılara karşı değil sivil insanlara karşı savaşmış ve katletmiştir. Kürtler
ise yerlerinden ve yurtlarından olmamak ve katliamdan geçmemek için
direnmişlerdir. Bu dönemde aslında Kürdistan öyle bir hale getirilir ki burada
yaşamak her an ölümle burun buruna gelmek demektir. Kürdistan, Kürtler
açısından yaşanılmaz bir hale getirilerek Kürtlerin Kürtlükten ve Kürdistan’dan
veba gibi kaçacakları bir yer haline getirmeyi amaçlamışlardır. Bu
uygulamalarla asimilasyonun zemini hazırlanılıyordu.
Belli başlı isyanlarda ise Koçgiri, Şeyh Sait, Sason
Ayaklanması, Bicar ayaklanması, Ağrı ve Dersim isyanına yönelim daha kapsamlı
olmuştur. Koçgiri isyanında Topal Osman tarafından 500’den fazla insan
katledilir, yerleşim birimleri yakılıp yıkılır, 32 aşiret reisi teslim alınır.
Daha sonra Sivas Sıkıyönetim Mahkemesi Alişan Bey, Haydar Bey, Alişer Bey ve
Zarife ile ayrıca 95 isyancıyı idama, 180 isyancıyı ise 5 yıl ile müebbet hapis
arasında değişen cezalara mahkûm eder. Şeyh Sait isyanında Seyit Abdulkadir ve
Şeyh Sait başta olmak üzere 48 kişi idam edilir. Onlarca kişi de çeşitli
cezalara çarptırılır. İsyan sonrası bölgede temizlik operasyonları yapılırken, halktan
olaylara karışanlar tespit edilir ve bölgede silahlar toplanır. Ayaklanma
sonucunda 206 köy ve 8758 evin yıkıldığı, 15 ile 20 bin arasında kişinin de
öldüğü kayıtlara geçiyor. Aynı zamanda birçok aydın ve yurtseverde batı
Kürdistan’a sığınır. Sason ayaklanmasında Türk ordusu 1932, 1935, 1936 ve 1937
yılları olmak üzere dört sefer operasyon düzenler, bu operasyonlar sonucunda
basılan köylerin çoğu yakılıp yıkılır. Toplamda 430 kişi katledilir. Bicar
ayaklanması harekât Diyarbakır, Silvan, Muş, Hazro, Lice, Kulp, Genç, Hani,
Palu, Maden ve Çüngüş alanlarını kapsar. Bu harekât sırasında sık sık
çatışmalar yaşanır. Harekât sonucunda resmi rakamlara göre 280 köy yakılmış,
2000’in üzerinde insan yaşamını yitirmiştir. Ağrı isyanlarında isyanın olduğu
bölgede binlerce köy yakılıp yıkılır, binlerce insan katledilir ve yaklaşık
olarak 1400 ailede sürgüne gönderilir ve çoğunun yollarda katledildiği
söylenir. “Bu harekât sırasında 12 Temmuz 1930 veya 13 Temmuz 1930’da Zilan
Olayları yaşanır ve Ağrı eteklerindeki köyler tamamen yakılırken, ahalisi
Erciş’e sevk ve iskân edilir. Zilan harekâtında imha edilenlerin sayısı 15.000
kadardır.”(53-54) O dönemdeki İngiliz Dışişleri kaynakları Erciş ve Zilan
olayları hakkında şunları ifade ediyor “Birleşik Krallık Dışişleri Bakanlığına
ait rapor, Erciş ve Zilan yakınındaki Türk başarısının birkaç silahlı adam ve
büyük bir çoğunluğu oluşturan silahlı olmayan sivillere karşı kazanıldığını
aktarmaktadır. (55) Dersim’e yönelim ise
daha kapsamlı ve acımasız olmuştur. “Jandarma Umum Kumandanlığı’nın Dersim adlı
kitabında dönemin İç İşleri Bakanı Şükrü Kaya’nın Başbakanlığa verdiği 18. 11.
1931 tarihli raporunun ek bölümü Lahika başlığı altında olduğu gibi
verilmektedir. Bu ek, daha o tarihte (1931), hazırlığı yapılan saldırının başarısını
takiben Dersim’de kimlerin nerelere sürgün ve iskân edileceğine ilişkin olarak
Başbakanlığa sunulmuş bir plandır. Burada yaklaşık doksan aşiretten 347 önde
gelen ailenin (3470 kişi) Batı’ya ve Trakya’ya sürgünü, bunlardan 72 ailenin
Tekirdağ’a, 38 ailenin Edirne’ye, 56 ailenin Kırklareli’ne, 65 ailenin
Balıkesir’e, 73 ailenin Manisa’ya ve 34 ailenin de İzmir’e iskânı öneriliyor.
Nakliye masrafı ve güzergâhı bile saptanmıştır. Dersim’de zehirli gazlar
kullanılır, uçaklarla her taraf bombardıman altına alınır, karadan ise on
binlerce askerle kadın, çocuk, yaşlı demeden yaklaşık olarak 50 bin, kimi
değişik kaynaklara göre 90 binden daha fazla insan katledilir. 206 köy yakılır 8758 ev yıkılır ve binlerce
insan batı illerine sürülür. Aileleri tümden imha olan çocuklara devlet
tarafından el konularak batıya Türkleştirmek üzere ağırlığı Kemalist ailelere
evlatlık verilir. Daha sonra 10 yıl boyunca Dersim’e giriş çıkışlar
yasaklatılır. Bu süreçte asimilasyon programlarına hız verilerek Dersim
tamamıyla Kürtlükten çıkarılmak istenilir.
Bu arada Kürdistan’ı tamamıyla Türk ulus-devlet yapısına
entegre edebilmek için Kürdistan’ın genelinde Kürtçe dili yasağı başlatılır.
Kendi anadillerinden başka hiçbir dili konuşmayı bilmeyen insanlara kendi
toprakları ve toplumsallığı içinde bilmediği yabancı bir dil ile konuşma
dayatılır. Köyünde, mahallesinde, evinde ve çarşıda konuşulan her Kürtçe kelime
karşılığında o dönemin parasına göre 5 kuruş ceza kesilir. Kendi anadilinden
başka hiçbir dili konuşmasını bilmeyen bir topluma böylesi bir yasak getirmek o
toplumun tümden susması yani lal bir toplum haline gelmesi anlamı taşıyordu.
Kürt toplumuna ya lal olmayı seç yada Türkçe konuşmayı öğren dayatmasından
başka bir şey değildir. Şark Islahat Planı’nın bir maddesi de bu yasaklamaya
göndermede bulunuyordu. Bakın ne diyor “Malatya, Elaziz, Diyarıbekir, Bitlis,
Van, Muş, Urfa, Ergani, Hozat, Erciş, Adilcevaz, Ahlat, Palu, Çarsancak,
Çemişkezek, Ovacık, Hısnımansur (Adıyaman), Behisni, Arga, Hekimhan, Birecik,
Çermik vilayet ve kaza merkezlerinde hükümet ve belediye dairelerinde ve sair
müesseste ve teşkilatta, mekteplerde, çarşı ve pazarlarda Türkçe’den başka dil
kullananlar hükümet emirlerine ve belediyeye muhalif ve mukavemet etmek
suçundan cezalandırılırlar. Aynı şekilde bazı özel kanunlarla Kürdistan’da
devlet kurum ve kuruluşlarında göreve alacak hiçbir memurun yerli yani Kürt
olmamasına özen gösterilir. Böylelikle devletin herhangi bir kuruluşuyla-
hastaneler, sağlık ocakları, öğretmenler, hakimler, savcılar vs.- ilişkilenen
herkes Türkçe öğrenilmeye zorlanılmış olacaktır.
Yarın: 1940 ile 1970 Arası Uygulanan Göç ve İskan
Politikaları / 1970 ile 2000 Arası Uygulanan Göç ve İskan Politikaları / 2000
ile 2016 Arası Uygulanan Göç Ve İskan Politikaları
Göç Dosyası-Abdullah Öcalan Sosyal Bilimler Akademisi
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html
0
21
TR
HE
:” ”
:””
” “,” ”