08 Haziran 2010 Salı Saat 14:54
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Toplumun mekân sorunu irdelenmeye değer bir konudur. İnsan
toplumunun hangi coğrafya ile bağlantılı olup geliştiğini anlamaya çalışır.
Konu geniştir. Güneş sisteminin oluşmasından başlatılabilir. Hatta bunun
ötesinde, güneşin etrafında üçüncü halka olan Dünya gezegeninin oluşum
evreleri atmosfer tabakaları, deniz, okyanus, akarsu ve yağmur oluşumları,
kaya tabakalarının ortaya çıkmaları, toprak tabakası, okyanuslarda canlı ortamı
ve ilk canlı hücreleri, yosunla başlayan bitkiler alemi, yine ilk bakterilerle
başlayan hayvanlar alemi, hayvan-bitki ilişkisi, genel anlamda bitki ve
hayvanlar aleminin evrimi, ilk insan ataları varsayılan primatlarla başlayan
evrim zincirinin hangi halkasında insan türünün biçimlendiği gibi çok uzun bir
soru ve cevaplar listesi coğrafyanın konusuna dahil edilebilir.
Kalın çizgilerle ve spiral halkalar halinde insan-coğrafya
ilişkisinde sıkı bir ilintililik olduğu açıktır. Örneğin atmosfer, bitki,
hayvanlar, toprak ve tatlı su kaynakları bir gün kesilse, insan türü diye bir
şey kalmaz. Hatta sanki muazzam bir zekâ eseriymiş gibi, bu ortamların ani bir
bozulmaları bile insan yaşamının sonunu getirebilir. Dolayısıyla genel anlamda
insan-coğrafya ilişkilerini daimi olarak göz önünde bulundurmayı gerektirir.
Bunsuz toplumbilimi incelenemez, araştırılamaz. Hâlbuki son dönemlere gelinceye
kadar sanki bu ilişkinin söz konusu edilmesi gerekmezmiş gibi bilim, felsefe ve
din yapılmış, binlerce eser yazılmıştır. Tuhaftır, en çok gerçek dışı
saydığımız mitolojiler, coğrafya-insan ilişkisi diyebileceğimiz konularla daha
çok ilgilenmişlerdir. Bu, analitik zekânın duygusal zekâdan kopuşunun bir sonucu
olsa gerekir.
İnsan topluluklarının ilk klan düzeyinin ‘uzun süre’
aşamasında mekânın, yani coğrafi koşulların etkisi daha belirgindir. Dördüncü
buzul döneminin sonuna kadar klan toplumunun sıçrama yapamamasını iç evrimin
yetersiz kalmasından ziyade, coğrafi ortamın elverişsiz olmasına bağlamak daha
doğru bir yorumdur. Yaşadığı varsayılan birkaç milyon yıl iç evrimleşmeler için
yeterli bir süredir. Demek ki dış ortam gelişmeye şans tanımıyordu. Dördüncü
buzul döneminin sonunda (M.Ö. 20000’lerden günümüze doğru) bugünlere ana
hatlarıyla benzeyen bir coğrafi ortamın oluştuğunda coğrafyacılar hemfikirdir.
İnsan türü bu döneme kadar (galiba Amerika ve Okyanus Adalarının büyük kısmı
dışında) Asya, Avrupa ve Afrika diye çok sonraları adlandırılan coğrafyada
birçok aşamadan geçtikten sonra, dördüncü buzul döneminin sonunda Homo Sapiens
(Düşünen insan) türünün etkinliğinde yeni döneme giriş yapmıştır.
M.Ö. 20000’den sonra üç kültür grubunun belirginlik
kazandığını gözlemekteyiz. Mukayeseli antropolojik ve arkeolojik olarak. Birinci
grup, daha çok Afrika kıtasından sürekli kopmaların son dalgası olan siyaha
yakın Semitiklerdir. Bunlar Kuzey Afrika, Arabistan ve yer yer Zagros-Toros dağ
sistemlerinin eteklerine kadar yayılma istidadı göstermişlerdir. Uygarlık
aşamasına kadar çok yoğun, sonrasında da güç buldukları oranda. İkinci grup
Sibirya eteklerinden kopup Bering Boğazı üzerinden Amerika kıtasına, diğer ana
kolu Büyük Okyanusun batı kıyılarına, adalarına ve iç kara olarak Orta Asya ve
yer yer Doğu Avrupa’ya (Fin-Uygur) kadar yayılma olanağı bulmuşlardır. Sarı ve
Kızılderililer olarak da adlandırılırlar. En büyük grubu bugünkü Çin, Japonlar
ve Türkler oluşturur. Arada kalan daha elverişli ve geniş alanda Hint-Avrupa
grubu dediğimiz beyaz tür yer alır. Uygarlığı ve daha önceki ön aşama olan
neolitik tarım çağını başlatan esas grup bunlardır. Daha gecikmeli olarak,
kuzey ve güney türü olan sarı ve siyahlar neolitiğe ve uygarlığa geçmişlerse
de, yorumum, bu geçişleri ortada yer alan beyazların etkisi olmadan çok zordur.
Hint-Avrupa grubunda neolitiği ve daha sonraki aşaması
olarak uygarlığı başlatan mekân olarak Zagros-Toros eteklerinin geçiş için en
elverişli koşulları sunduğu, tüm önde gelen antropolog, arkeolog, jeolog ve
biyologların ortak görüşüdür. Esas belirleyici olarak hayvan ve bitki örtüsü,
yağmur ve akarsu durumu, iklimi ve jeolojisiyle birlikte Afrika, Asya ve Avrupa
arasında temel geçiş ve ana konaklama mekânı olarak, burası ideal bir konum arz
etmektedir. Hint-Avrupa grubunun öncü çekirdeği olarak, tarihte uygarlığı ilk
başlatanlarca (muhtemelen Sümerler tepe ve tarladaki bitki kültürünü
çağrıştıran Aryan -günümüzde İran- kelimesini ilk kullanan kültür olmuştur)
Aryen grup olarak tabir edilenler, bu mekânın neolitik-tarım ve daha sonra
kent-devlet-uygarlık çağını başlatıp dünyaya yayılmasında başat rolü
oynamışlardır. Savunmamın birinci kitabı bu konuya ayrıldığından
tekrarlamayacağım.
Esas konumuz olan husus, kapitalist ekonominin tarihte adı
bile pek okunmayan bugünkü Hollanda ve İngiltere adasında nasıl olup da zafere
ulaştığı konusunda bu coğrafyanın rolünü araştırmaktır.
Günümüz sosyal bilimcileri coğrafyanın rolünü daha çok
‘jeopolitika’, ‘jeostrateji’ adları altında daraltarak ve esas özünü göz ardı
ederek yorumlamaya çalışırlar. Hâlbuki tarihi-toplumsallıkla coğrafya
arasındaki ilişki, daha temel ve öncelikli ele alınmayı gerektirir. Dallarla
değil, köklerle uğraşmak herhalde daha anlamlıdır. Genelde çağların ve
uygarlıkların coğrafi incelenmesi anlamlı bir antropoloji ve tarih bilgisi için
şarttır. Mekânsız tarih olmaz. Zaten evrenin zaman-mekân ikilemi en temel
boyutlar olarak hep dikkatlerdedir. Birbirlerine etkileri, hatta dönüşme,
birleşme yetenekleri bilimlerce sürekli tartışılmakta, değerlendirilmektedir.
‘Güçlü ve kurnaz
adam’ öykümüze yeniden dönelim. Geçerken şu noktaya da dikkat çekmeliyim ki,
öykü ve bilgi-bilim arasında ilişkinin gereğine inanırım. Öyküsüz bilimin tam
anlam kazanacağına kani değilim. O açıdan ‘kurnaz ve güçlü adam’ öyküsü, sosyal
bilimlerde köşe taşı yapılması gereken kavramlardan biridir. Birçok toplumsal
ilişkiyi daha iyi yorumlayabilmemiz için gerekmektedir. Kaldı ki, sayılamayacak
kadar çok olay ve ilişkinin olduğu alanlarda, öyküleme bilime en değerli katkı
aracını sunar. Pozitivizm denen dinsellik, olguculuk adı altında bu denli
sayılması ve tespit edilmesi olanaksız olay ve ilişkileri tespit edemeyeceğine
göre, geriye öyküleme benzeri din, ahlak ve diğer sanat türlerine başvurarak
bilimi geliştirmek daha doğru yol olsa gerekir. Kurnaz ve güçlü adam egemen
erkeğe geçişle başlayıp, günümüzün süper güç odaklarında üslenenlere kadar
uzun, labirentli, bol komplolu bir yol izler. Bu adam veya adamların
mekânlarını, zaman zaman açık, bazen gizli saklandıkları yerleri araştırmak
önemlidir. Onları daimi stratejik bir güç olarak sürekli toplumsal hamleler
(ekonomik, siyasi, askeri), taktikler içinde tasarlamak bilgilerine bizi daha
da yaklaştırır.
‘Güçlü ve kurnaz adam’ kadının ev ekonomisine bir hırsız
gibi girdi. Talanla yetinmedi. Daha da vahimi, kadını daimi tecavüzü altında
tutarak, kutsal aile ocağını kırk haramiler yatağına dönüştürdü. Ne yaptığını
bilen bir hainin ruh halini hiçbir zaman terk etmedi. İlk sermaye
birikimlerinin tohumları bu iki mekânda atıldı. Birincisi, ev ekonomisinin
yakınlarından bizzat evi işgal etme ikincisi, devletin resmi, meşrulaşmış
tekeline karşı özel tekel halinde kırk haramilerin üs merkezlerinde veya
yakınlarında mekân tutma. Toplumun ve devletin gözetiminden çekindiği için,
erkenden hileli ve maskeli yüzle mekânları arasında gezindi. Pusuda yattı. Fırsat
bulduğunda aslan kesilerek avının üzerine atladı. Bazen tilki kurnazlığıyla
avını yakaladı. Bukalemun gibi her ortama renk vermekten geri kalmadı. Marjinal
noktalarda ticaret uzmanı kesildi. Uygarlıkların erişemediği kent ve kırsal
alan onun sıkı gözetimindedir. Toplumun yarıldığı noktalara yerleşmede ustadır.
Denge rolünü oynayarak iki tarafı da soymasını bilir. Kısa ticaretten az, uzun
yol ticaretlerinden ise azami kazanmanın çok iyi farkındadır. Kârlı alanları
adeta burnuyla koku alırcasına tanıması ve yönelmesi, mesleğinin temel
kurallarındandır. Eylemini bu yolların stratejik korsanlığı olarak
değerlendirmek öğreticidir. Sermayenin yurdu yoktur denilirken, bu gerçeklik
dile getirilmek istenir.
Denilebilir ki, madem kent-pazar-ticaret kapitalistin ön
şartları iken, neden bu mekânlarda zaferini erkenden ilan etmedi? Bu noktada
önemle belirtmeliyim ki, kapitalizmin sistem olarak gelişmiş bilim ve
teknolojiyle direkt bir ilişkisi yoktur. Amsterdam kentine bağlı olarak
başarılı bir doğuş yaptığı gibi, Uruk sitesinde de doğuş yapabilirdi. Tüm
sisteme oynama yerine, bir işbirlikçi tüccar veya tezgâhtar başı, çiftlik
sahibi gibi kalmak daha çok işine gelebilir. Fakat esas neden rahip, siyaset ve
askeri tekelin ona hâkimiyet kurabilecek bir yer vermemesi olabilir. Denenmiş
ve meşruiyet kazanmış bu güç odakları, dördüncü bir odağı fazla ve belki de
yapısından ötürü varoluşlarına karşı bir tehlike olarak görmüş olabilirler.
‘Güçlü ve kurnaz
adam’ın dördüncü bir tekel olarak sisteme oynamayı yer yer denediğini
görüyoruz. Ama hep yeniliyor. Sanıyorum birçok kentin beklenmedik coğrafyalarda
bir enkaza dönüşmesi bu tür gelişmelerle mümkündür. Hem ilk hem ortaçağlarda
çok zengin tüccar kentlerinin aniden tarihten silinecek kadar bir viraneye
çevrilmeleri, dördüncü tekelin (ilkel kapitalizmin) siyasi ve askeri
direnişiyle bağlantılı olabilir. Hindistan-Pakistan coğrafyasında Harappa
kentinin (çok gelişmiş, yazıyı bile kullanan, mimarisi düzgün, oldukça zengin
bir kent M.Ö. 2500) çok erkenden silinmesi, komşu coğrafyadaki
rahip-siyaset-asker üçlüsünün tekeli karşısındaki rekabeti ve başkaldırısı
nedeniyle olabilir. Önceleri Sümer kökenli bir uygarlığın ticaret kolonisiyken,
bağımsızlık peşine düşüp başkaldırma ihtimali güçlü bir olasılıktır.
Kazansaydı, belki de rakiplerine benzer şartları olmadığı için, ilk Amsterdam
gibi bir sistem (ilk kapitalist deneyim) kurmaya yeltenebilirdi.
Daha çarpıcı bir örnek Kartaca’nın öyküsüdür. Fenikelilerin
Akdeniz’in en uç noktalarında M.Ö. 8. yüzyılda inşa ettikleri bu kent, tamamen
ticari ağırlıklı bir kentti. Adeta Batı Akdeniz’i ve Kuzey Afrika’yı temsil
eden ve hinterlandı gibi kullanabilen konumdaydı. Çok geliştiği açıktı, fakat
koşullar gereği imparatorluk oluşturmama gibi bir zaafı vardı. Oluşturmak
isteyenlere de engel oluyordu.
Roma’yla çelişkisi bu nedenle olsa gerekir. Roma’nın İtalyan
yarımadası nedeniyle kent devletini aşma ve geniş alanlar üzerinde cumhuriyet
veya imparatorluk kurma yeteneği vardı. Kartaca’nın kurtuluşu için tek şartı,
İspanya ve Fransız İmparatorluğu karşısındaki Amsterdam’ın yaptığını yapmaktı.
Yani kentin gelişkin ticari tekel karakterini kapitalistik bir devlet aygıtıyla
giderek genişleyen bir coğrafya üzerinde (örneğin Kuzey Afrika’nın tümü veya
Emevi sülalesinin İspanya’da kurduğu gibi İspanya’da bir devlet tekeli kurmak)
birleştirmek, takviye etmekti. Bunun dışında Roma Cumhuriyetinden kurtuluş
şansı yoktu. Roma’nın da Kartaca’yı yenmekten başka şansı yoktu. Çünkü yanı
başında sonunu getirebilecek bir alternatif olabilirdi. Küba-ABD ilişkisini nasıl
da çağrıştırıyor! Halen ünlü bir deyim olarak söylenir: Romalı senatörlerin her
toplantı açılışında ayağa fırlayıp ilk söyledikleri söz, “Şu Kartaca işi ne
olacak? olmuştur.
Roma’nın benzer bir kurbanı da imparatorluğun ilk çöküş
krizlerini yaşadığı M.S. 3. yüzyılın ikinci yarısında Suriye’nin doğusundaki
ünlü Palmyra kentinin başına gelenlerdir. Suriye’deyken sık sık ziyaret ettiğim
bu şehrin kalıntısını büyülenerek seyrettim. Çölde yer altından çıkan bir su
etrafındaki hurma ormanının kenarında kalesi, surları, agorası, tapınağı (ünlü
Delf Tapınağı), senato binası, vadi mezarları, uzun çarşıları, çok sayıda
saraylarıyla muhteşem bir kenttir. Taş oymacılığının tam bir harikası olma
vasıflarına sahiptir. İnsanı huşu ve dehşet içinde bırakan bir kenttir.
Önemi doğu-batı, kuzey-güney ticaret ağının merkezinde yer
almasından Roma ve İran-Sasani İmparatorluğu arasındaki tampon kent-devleti
rolünden ileri gelmektedir. Uzun yüzyıllar ticaret tekelleri üzerinde büyüdükçe
büyüyor, zenginleştikçe zenginleşiyor. Dönemin Amsterdam’ına veya günümüzün
Newyork’una benzetmek bana göre az bile gelir. Evrensellik açısından! Roma
İmparatorluğu, tıpkı Kartaca gibi bu örnekten de çok rahatsızdır. Tarih kentin
son döneminde (M. S. 270’ler) Roma’ya bağlı bir nevi krallık statüsünde
sülaleye dayalı bir güç erki olmayla yetinmediğini, bizzat Roma’ya alternatif
olmaya soyunduğunu göstermektedir.
Kartaca’nın başaramadığını Palmyra başarabilecek mi? Sorun
budur ve tehlikeli bir potansiyel arz ettiği açıktır. Roma İmparatoru Aurelius’un
uzun çatışmalardan sonra zaptettiğinde, kenti dönemin güçlü kraliçesi
Zennube’ye olduğu gibi bırakmak istediği söylenir. Kendine bağladıktan sonra
bağımlı bir eyalet olarak Zennube’ye bırakır. Dönerken yarı yolda kentin tekrar
başkaldırdığını ve bağımsızlık peşinde koştuğunu duyduğunda, büyük bir hışımla
kentin üzerine yürür. Bir daha kendine gelmemek üzere, sadece harabesini geride
bırakarak Roma’ya döner. Yanında Sasanilere kaçarken Fırat kıyılarında
yakalanmış Zennubey’le birlikte. Bütün zenginliğiyle Zennube’nin bir esir gibi
Roma halkına teşhir edildiği tarihin diğer bir sözüdür.
Roma’nın kadın dili beni hep etkilemiştir. Zenubbe öyküsünü
anladıktan sonra, bunun sırrını yakalamış gibiyim. Roma sadece bütün yolların
bağlandığı kent değil, bütün yetenekli güç sahibi kral ve kraliçelerin de
taşındığı bir kenttir. Tabii başıma gelenin (yarı komik-yarı trajik Roma
çıkışım) Roma’nın bu tarihiyle yakından bağlantısı olsa gerek. Spartaküs, Saint
Paul ve Bruno’yu iyi özümsemiş olsaydım, daha dikkatli olacağım açıktı. Bir de
Gramsci’yi iyi okumam gerekliydi. Ah Sosyalistler!
Palmyra’nın da kurtuluşu için tek yol, Amsterdam veya London
yoluydu. Direndi, fakat başaramadı.
Antikçağın Atina’sını da örneklemek öğretici olabilir. Deniz
ticaretinin ürünü olan bu kent (M.Ö. 500-350), döneminde uygarlığın yıldızı
gibiydi. İlkel kapitalizmin en çok geliştiği bir kent olduğunu tespit etmek
mümkündür. Büyük ve özel (devlet değil) ticaret tekelleri, yüzlerce mil ve
kilometreler ötesinden işler halleder. Zenginlikler Atina’ya akıyor. Doğu
Akdeniz’den Marsilya’ya, Kuzey Afrika’dan Makedonya’ya, tüm Anadolu Karadeniz
ticaret ağlarıyla Atina’ya artık-ürün ve para akıtmaktadır. Felsefeyi yaratmış,
zanaat fabrikanın eşiğine gelmiştir gemi yapım sanatı zirvede, para
devrededir. Her tarafta kolonileri vardır. Atina’ya her yandan zenginler, para
sahipleri geliyor. İlk defa kozmopolit niteliği kazanıyor. Şahsi yorumum, tek
eksiği olarak yarımada içindeki birliği sağlayamamasının kapitalist zaferin
önündeki tek engel olmasıdır. İşgücü sorunu da yoktu. Pazarda köleler sudan
ucuzdu. Gelinen aşamada Atina ya köleliğin eski yapısını aşıp, yarımada
ölçüsünde bir ulusal devlet olarak çıkış yaparak erkenden bir Hollanda
olacaktı, ya da rakipleri tarafından yenilip önemsiz bir konumda bırakılacaktı.
Kara gücü olarak Isparta Krallığı ve deniz ötesinden gelen Pers İmparatorluğu
bu kenti yüzyıldan fazla sürekli dövdüler. Ama o demokrasisiyle kendini hep ayakta
tutmaya çalıştı. Makedon kralları baba Filip ve oğul İskender’in pençesi
Atina’yı stratejik bir yenilgiye soktu. M.Ö. 300’lerden sonra yükselen Roma ve
Anadolu Helenistik krallıklar karşısında pek hamle yapacak şansı kalmamıştı.
Proto-kapitalizmin ortaçağ İslam uygarlığındaki örnekleriyle
Hint yarımadası ağzında kurulan örneklerini sunmak kaba bir tekrar olur. Bu
dönemin en çarpıcı örnekleri İtalyan yarımadasındaki ünlü kapitalist
kentlerdir. Venedik, Cenova ve Floransa’nın, eski tarz imparatorluk sevdasında
olan İspanya, Fransa ve Avusturya kaynaklı olanları tarafından yarımadanın
bütünlüğünde olduğu gibi her kentin üstündeki egemenlikleri de kırılıp
ellerinden alınınca, daha erken bir Amsterdam ve London olma şansını
kaybettiler.
İtalyan kentleri modern kapitalizm için gerekli her şeyi
yaratmışlardı. Sermaye birikimi, banka, şirket, kredi, finans araçları olarak
senetler, uzak ve yakın ticaret, manifaktür, zanaatkâr ve sanatkârların her
çeşidi, dönemin tüm endüstri mamulleri, cumhuriyet ve imparatorluk deneyimleri,
din ve her tür mezhepleriyle İtalya yarımadası, 1300-1600 döneminde daha sonra
doğacak Avrupa’nın laboratuarı ve prototipidir. Ayrıca Rönesans’ın yurdudur. Bu
şüphesiz diğer Doğulu coğrafyayla öncü ilişkileri ve tarihi mirasıyla
bağlantılıdır. Bu dönemin İtalya’sı demek, İslam’ın Ortadoğu’su, Çin, Hint ve
hatta yeni yükselen Rusya demektir. Bu coğrafyanın birikimleri Venedik,
Floransa ve Cenova başta olmak üzere, kent ticaret tekelleri tarafından doymak
bilmez bir iştahla yarımadaya taşınmışlardı. Daha da önemlisi, tarihinde ilk
defa tüm Avrupa çapında İtalyan kentlerinin öncülüğünde gelişen kentleşme
hareketleri, sermaye birikimi için muazzam bir hinterland oluşturuyordu. Her
Avrupa kentinde bir İtalyan tüccar parmağını görmek mümkündü. Zaten Katolik
Kilisesi çoktandır uygarlık zeminini döşemişti. Rönesans öncülük için son kesin
söz oluyordu.
İtalya’nın İngiltere ve Hollanda olamamasının tek nedeni
coğrafyasıydı. Paradoksal olarak aynı coğrafya kent kapitalizminde öncü
kılıyor, yarımada çapında zaferin eşiğine getiriyor, ama nihai zafer adımını
atamıyordu. Attığında başına gelmedik bela kalmıyordu. Nedeni çok açıktır. Eğer
İtalya erken dönemin İngiltere’si olsaydı, kendini işgal etmek isteyen İspanya,
Fransa ve Avusturya’nın taçlarını başlarına yıkıp, tıpkı Roma’nın imparatorluk
çıkışı gibi ikinci bir dünya emperyali olabilecekti. Ama kapitalist
sosyoekonomik temel üzerinde. Taç sahiplerinin İtalyan kentlerinin başına
üşüşmeleri son derece anlaşılırdır. İtalyan kentlerinin yeni sosyoekonomik temel
üzerinde birliği imparatorlukların sonu olacak, önce Avrupa’da ve sonra da tüm
dünya üzerinde bir yayılma dönemi kaçınılmaz hale gelecekti. Bunun için başta
sermaye olmak üzere ellerinde her şey vardı. Başarısızlık gerçekten büyük
şansızlık ve üç yüz yıllık bir ulusal gerilik anlamına geldi.
Bence ikinci Roma olamama coğrafi nedenlerle kıl payı
kaçırıldı. Birinci Roma da kuzeyden uzun yürüyüşten sonra saldıran Hannibal’den
kıl payı kurtulmuştu. Bu sefer kuzeyden saldıranlar, bir değil kırk Hannibal’e bedel
güçlerdi. Dolayısıyla şansı yoktu. Bunun için tek yol, Arap İslam’ının tüm
Ortadoğu’da yayıldığı gibi bir kılıç dini olacaktı. Roma’daki Hıristiyanlık
yerine İslam olsaydı veya Katolik Hıristiyanlık dini ve siyasi yayılmayı
birlikte ve kılıçla yürütseydi, dünya tarihinin seyri bambaşka olurdu. İnsan
şunu sormadan edemiyor: Hıristiyanlık olmasaydı, Roma’nın sonu nasıl olurdu ve
nelere yol açardı? Daha ilginci, Fatih Sultan Mehmet, Papa’nın davet ettiği
gibi bir nevi kılıçlı Hıristiyan olmayı kabul etseydi, sonuçlar nasıl olurdu?
Tarih spekülasyon alanı değildir. Ama her zaman birçok alternatifi de
beraberinde taşıdığı inkâr edilemez bir gerçekliktir. İtalyan kentlerinin
başaramadığını 16. yüzyılın sonlarında Amsterdam ve Londra başardı. Nedenleri
ve sonuçları tarihçiler tarafından en çok araştırılan ve tez konusu olan
alandır. Oldukça da aydınlatılmıştır. Nedenlerini kısaca sıralarsak:
1- Tüm eski
uygarlık alanlarının Atlas Okyanusuna en geç ve en zayıf ulaştıkları Kuzeybatı
Avrupa’nın ucunda yer almaktadırlar.
2- Avrupa’nın üç
büyük gücü Fransa, Avusturya ve İspanya Krallıkları kendi aralarında Avrupa
üzerinde egemenlik savaşı yürütmektedirler.
3- İtalyan
kentleri kadar tehlikeli görülmeyip üzerlerine birleşik ve yeterli güçle
gelinmemektedir.
4- Reformasyonun
Kuzey Avrupa’daki yayılmasında öncülük yapmaktadırlar.
5- Atlas Okyanusu
kıyılarında olmaları uzak ve yakın ticarette büyük avantaj sağlamaktadır.
6- İtalyan kentlerinin bütün maddi ve manevi kültürlerini
transfer etmişlerdir.
7- Feodalizmin hem
maddi hem manevi kültürü bakımından zayıf olduğu alanların başında
gelmektedirler.
8- Ulaşım, tarım
ve endüstrinin kapitalistleşmesini engelleyecek güçlü bir feodalizm oluşmadığı
gibi, uygarlaşma birçok bölgede belki de ilk defa kapitalistik nitelikte
gelişmektedir.
Sayısını daha da arttırabileceğimiz bu nedensel etkiler
coğrafik konumla yakından bağlantılıdır. Jeostrateji ve jeopolitika gerçekten
en elverişli konum arz etmektedir. Toplumsal koşullarla bu konum birleşince
başarı mümkün kılınmıştır.
Avrupa ve Asya, hatta Afrika birleşik üç kıtadır. Afrika’nın
son buzul dönemine kadar insanlık serüveninde öncü konumda olduğu
antropolojinin önemli tespitlerindendir. Öncü coğrafya daha sonra
Zagros-Torosların çok çekici mümbit eteklerinde neolitik devrim olarak el
değiştirdi. M.Ö. 15000’lerden M.Ö. 4000’lere kadar bu dağ etekleri daha sonra
uygarlık olacak süreç için ne gerekiyorsa hepsini üretti: Maddi ve manevi
kültür olarak. Neolitik devrime tarihin en büyük devrimi demek yerinde bir
tespittir. Dicle ve Fırat suları bu dağlardan ve eteklerinden sadece en verimli
toprakları Haliç deltasına yığmadılar ilk gemiler ve gemicilik zanaatıyla
kendilerini ve tüm kültürel değerlerini de taşıdılar. Eridu ve Uruk kentleri
ilk uygarlık serüvenine başladığında, aslında bu kahırlı yolculuğun değerlerini
sentezleştirmişlerdi. Büyüme kutsal ırmaklar kenarında ve okyanusa döküldüğü
ağza kadar bir nehir akışı gibi devam ediyordu. Kesintisiz ve büyüyerek.
Uruk sıradan bir insanlık kültürü değildir. Yeni bir
mucizenin başlangıcıdır. Uruk Tanrıçası İnanna’nın sesi halen tüm destanların,
şiir ve türkülerin ana kaynağıdır. Bu ses bu muhteşem kültürün sesidir. Çirkin
erkeğin henüz lekelemediği kadının sesidir aynı zamanda. Uruk kültürü kendi
coğrafyasında çiçek açtı. Peş peşe kentler çığ gibi arttı. Bir kent kuşağı
oluştu. Güçlü ve kurnaz adam bu sefer asıl birikim kaynağını kentin artan
ticari olanaklarında gördü. Dağ eteklerine kadar tersinden bir kültürel akış
başladı. Neolitik coğrafyanın kent tarafından yutulmaya başlandığı başlangıç
sürecidir. Giderek kısılan İnnana’nın sesi, etkisizleşen kadının sesidir.
Kurnaz ve güçlü adamın artık sesi de gürdü. Sümer dilinin ön takıları kadın
cinsi karakterindedir. Bu husus dilin oluşumunda kadının rolünü gösterir.
Güce dayalı uygarlığın coğrafi serüvenini burada açma gereği
yoktur. Fakat yazılsa iyi olur. Ama bir ana nehir gibi aktığını ve binlerce
kilometrelik kıyı ve engebeli araziyi aşarak, en son Amsterdam ve London
kıyılarında yeni bir kültürü arkada bırakarak Atlas Okyanusuna döküldüğünü
simgesel olarak belirtmekle yetinelim.
Tüm çağlardan ve coğrafyalarından alınan maddi ve manevi
kültürün en son bu iki kentin öncülüğünde modern kapitalist ekonomiyi ve ulusu
tarih sahnesine çıkardığı açıktır. Aynı bölgeler neolitik kültürü de en geç
alan bölgeler konumundaydılar. Coğrafyayla kültür arasında şu tür bir ilişkiyi
hep görüyoruz: Eski kültürün köklü olduğu alanda, yeni bir kültürün oluşumu çok
zordur. Eski kültür yeniyi kolay kolay kabul etmiyor. Kendini savunuyor ki, bu
da anlaşılır bir husustur. Ortadoğu’da eski uygarlık kültürünün yeterince işgal
etmediği tek alan Arabistan yarımadasının iç bölgeleriydi. Bu coğrafi boşluk
İslam’ın sosyal coğrafyasını oluşturdu. Bu coğrafya olmasaydı İslam da olmazdı.
Kuzey Avrupa ve iki uç ülke (ülke kavramı ulusal sınır
anlamında bu dönemde yeni yeni ortaya çıkmaktadır), İngiltere ve Hollanda eski
uygarlıklar açısından boş denecek kadar bakir topraklardır. Eğer yeni bir tohum
atılırsa en iyi yeşerebilecek alan olmaları bu özellikleri nedeniyledir.
Derinliğe kök salma ve kalıcı olma şansı yüksektir.
Kapitalist ekonominin bu tohumu atılmış ve iyi tutmuştur.
Uruk kültürünün bir kıyıdan diğer bir kıyıya taşınan son mirasıdır. Bu mirasın
taşıyıcıları hep tüccar olmuştur. Denilir ki, tüccarlar kârın bol ürediği
alanları iyi sezen insanlardır. Güç odaklarının ufkunda yer almayan bir nevi
marjinal bölge konumları ve uzun yol avantajlarının şansın olumlu yönde tecelli
etmesine yol açtığını önemle belirtiyorum. İtalyan kentlerinin tüm kapitalistik
bulgularına ve İspanya-Portekiz armadasının keşfettiği coğrafi yollara
korsanvari konarak öncülük şansını pekiştirdiler. Yapılan, kendi dillerine bir
asimile işlemiydi. Avrupa’nın büyük güçler arası iç savaşı dıştan gelecek
tehlikeyi önlerken, içte yeni ekonominin kesin verimliliği (ucuz işgücü ve
hammadde), 16. yüzyılın sonlarında bu coğrafyadaki doğuşu başarılı ve kalıcı
kılmaya yeterliydi.
Aralarında sadece bazı biçimsel farklar bulunan bu iki güç,
kurdukları ittifakla yeni ekonomiyi dünya çapında temsil etme konumuna
geçtiler. Ekonominin yeniliği devletin de kendini yenilemesine, verimli ve
başarılı devlet biçimine doğru evrilmesine yol açtı. Ekonomik üstünlük askeri
ve siyasi üstünlüğe katkıda bulundu. Tüccar tekelleri ilk defa devlet
tekelleriyle ortaklık (Batı ve Doğu Hint Kumpanyaları) kurarak yarı resmi güce
eriştiler. Hep uçlarda ve dehlizlerde gizlenen, tutunan uygarlık gaspçıları,
ilk defa meşruiyetleri tartışılmaz efendiler haline geldiler. Eskinin tüm
aristokrat yaftalarını kral ve kraliçelerinin eliyle üstlerine taktılar. Nasıl
zamanında Uruk aslanının ‘Gılgameş’in önünde duracak gücü yok idiyse, en son
mirasçıları Amsterdam ve Londra (aslan demeyelim) yırtıcılarının karşısında
duracak güç kalmamış gibidir. Kalsa da, tıpkı Gılgameş’in aslanı boynunda tutup
boğması gibi boğmaları zor değildir.
Tanrıça İnanna’nın ilk zorba ve kurnaz erkek tanrısı
(tanrılaştırılmış egemen erkek), Eridu kentinin koruyucusu Enki’nin elinden
kadın icadı 99 sanat türünün eserlerini kurtarmaya çalışırken yaptığı savaşı
dile getiren destanı, aslında ilk ve en etkili destandır. Mirasçısı sayılan
İngiltere ve Hollanda kraliçelerinin ise, sanki zorba ve kurnaz erkeğin bütün
çirkinliklerinin kadında yansıtılmış sembol figürleriymiş gibi biçim
kazanmaları, adeta bütün uygarlık serüvenini özetler gibidir.
Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın “Demokratik
Uygarlık Manifestosu
Kürdistan Stratejik
Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info