11 Kasım 2012 Pazar Saat 07:47
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
Toplumsal bunalım sistemin kendini sürdüremez duruma düştüğü
dönemleri dile getirir. Sorun kavramına nazaran daha genel bir anlama sahiptir.
Bunalımlar daha çok devrevi karakterli iken, sorunlar olay, olgu, ilişki ve
kurumlarda günübirlik yaşanır. Aynı sistem içindeki bunalımlara ‘konjonktürel’,
bizzat sistemin kendi bunalımına ise ‘yapısal’ kavramıyla karşılık verilir.
Toplumsal bunalımların çok yönlü nedenleri vardır. Siyasal, ekonomik ve
demografik alanlardan kaynaklı olanlar gibi, jeobiyolojik kaynaklı olanları da
vardır. Hiyerarşi ve devletin (genelde iktidar kurumları) gelişmediği toplumlar
ağırlıklı olarak jeobiyolojikseldir. Doğal bir deprem veya kuraklık ciddi
toplumsal bunalımlar doğurabilir. Çevrenin beklenmedik bozulması benzer sonuç
yaratır. Beslenemeyen nüfus kadar, çok azalmış nüfus da bunalım etkenleri
olabilir.
İktidar kaynaklı bunalımlar ise gerek savaş tekniğiyle,
gerekse mali, ticari ve endüstriyel araçlarla sağlanan kâr oranlarının sürekli
düşmesiyle yaşanır. Savaşların maliyeti kazancını aşınca, başka araçlarla
giderilmemesi halinde toplumsal bunalım kaçınılmazdır. Piyasalar üzerindeki
mali, ticari ve sınaî tekellerin kâr oranları sürekli düştükçe ve bu kâr
oranları yeni savaşlarla ikame edilmedikçe, sistem içi bunalımlar kaçınılmaz olur.
Bunalımların konjonktürden kaynaklı olanları daha da uzarsa (Kapitalist
sistemlerde bunalım süreleri genellikle 5 ile100 yıl arasında değişir) sistemik
bunalıma dönüşür. Artık sistem altında toplumun sürdürülemezliği söz konusudur.
Sistemin yapısı dağılarak, yeni sistemsel yapıların gelişmesi için kaotik bir
ortam doğar. Toplumsal güçler içinde ideolojik ve yapısal hazırlıklarına göre
daha gelişkin yanıtları olanlar, yeni sistem inşasında başat rol alma şansını
veya misyonunu kazanmış olurlar.
Her sistemin dağılıp yenisinin kurulması sorunu, pozitivist
bilim anlayışında çarpık adlandırmalara yol açmıştır. Özellikle düz çizgisel
tarih anlayışlarının yeni bir kaderci anlayışla toplum biçimlerini belirlemeye
çalışmaları çok olumsuz sonuçlar vermiştir. Toplum gibi çok karmaşık bir doğayı
mühendislik çalışmaları biçiminde projelendirmek, tarih boyunca bunalımlara
çare olmak şurada kalsın, bunalımları daha da derinleştirmiştir. İster
metafizik (İslam, Hıristiyan, Hindu vb.) ister pozitivist (ulus, ekonomi, hukuk)
yaklaşımlar olsun, hepsi aynı kapıya çıkmaktadır. Hatta pozitivist metotlar,
faşizm olgusunda ortaya çıktığı gibi, bunalımın da ötesinde, toplumsal
soykırımlara kadar varan sonuçlara yol açmaktadır. Bununla birlikte İkinci
Dünya Savaşı sonrası yaşanan bilimsel ve felsefi devrimler sonucunda toplumsal
doğa konusunda daha derinlikli tartışmaların geliştiği söylenebilir. Ekoloji,
feminizm, kültür ve demokrasi konusundaki gelişmeler toplumsal doğayı daha
aydınlatıcı kılmakta, çözüm olanaklarını doğru belirleyip çözüm şansını
arttırmaktadır.
Marksizm’in kapitalist bunalım teorisi olguyu resmetse de,
beklediği çözüme -sosyalizm veya komünizm- her geçen sürede yaklaşmakta olmayıp
ondan daha da uzaklaşmaktadır. Bu durum toplum doğasının eksik ve yanlış
tanınmasıyla ilgili olduğu kadar, önerilen çözüm modelleri ütopik olmaktan
öteye anlam ifade etmemektedir. Daha da vahimi, önerilen eylem yöntem ve
araçları istemeden de olsa kapitalizmin güçlenmesine hizmet etme durumuna
düşmüştür. Tarih bu konuda sonu gelmez hayali çözümler ve umutsuz çırpınışlarla
doludur. Toplumsal bunalım ve çareler konusunda tarih boyunca yaşanan
gerçeklerin en önemli sonucu bilme eyleminin daha da derinleşmesidir bunun
ihtiyacının duyulmasıdır. Bilim ve felsefe, hatta din ve sanatlar bu anlamda
ağır toplumsal bunalımlara yanıt olma ihtiyacıyla yakından bağlantılı olarak
geliştirilmişlerdir.
Toplumsal sorunların karakteri farklıdır. Şüphesiz iktidar
ve sömürüden kaynaklanma anlamında bu sorunların ortak yönleri bulunmaktadır.
Ama günlük olarak daha sık yaşanma gibi farklı bir yönleri mevcuttur. Ayrıca
bazı birey ve gruplar için sorun olan, bazı grup ve bireyler için çözümdür.
Bunalımlar için bu husus daha geneldir. Tüm toplumsal kesimler bunalımlardan
olumsuz etkilenir. Ancak marjinal olan bazı toplum düşmanları bunalım
sürecinden kazançlı çıkabilir. Eğer dış kaynaklı değilse, toplumsal sorunlar
esas olarak iktidar odaklarının baskı ve sömürüsünden kaynaklanır. Kadın erkek
odağından ve hiyerarşisinden, köle efendisinden, köylü ağasından, memur amirinden,
işçi patronundan, tüm toplum iktidar tekellerinin baskı ve sömürü aygıtlarından
olumsuz etkilenir. Zarar görür, sömürülür baskı ve işkenceye uğrar. Sonuçta
hepsi toplumsal sorun yaşar. İktidar ve sömürü tekellerinin çözüm olarak
sundukları ise, daha yoğunlaşmış iktidar biçimleri ve sömürü yöntemleridir.
Devlet ve sömürü biçimlerinin sürekli gelişim göstermeleri bu nedenledir. Bunun
karşılığı ise sürekli direnme ve ayaklanmalardır, karşı savaşlardır. İktidar
mantığına ve sömürü cazibesine sıkça düşmeler nedeniyle sonuç adeta bir kader
gibi en onursuz biçimde sorunların kaynağı olan iktidar tekellerinin baskısı ve
sömürüsü altında yaşamadır. Devletli uygarlığın tarihi, bir anlamda baskı ve
sömürü yöntemlerinin sürekli yenilenmesi ve geliştirilmesiyle buna karşı
direnenlerin özgürlük ve eşitlik felsefesi ve eylemlerinin gelişmesinin
tarihidir.
Ortadoğu toplumları tarih boyunca bunalım ve sorunları en
çok yaşayan insanlık parçası olmuşlardır. Bunda esas neden şüphesiz beş bin
yılı aşan süre boyunca merkezî uygarlığın olanca baskı ve sömürüsünü sürekli
yaşamak zorunda kalmalarıdır. Dünyanın başka hiçbir bölgesinde bu denli uzun
süreli ve yoğun baskı ve sömürü biçimlerine tanık olunmamıştır.
1- Ortadoğu Toplumunda Kadın Sorunu
Toplumda öncelikle kadının yaşadığı sorunları
tarihsel-toplumsal boyutları içinde değerlendirmek önem taşır. Kadın sorunu tüm
sorunların kaynağındaki bir sorundur. Daha sınıflı ve devletli topluma geçiş
olmadan kadın üzerinde sert bir erkek egemen (ataerkil) hiyerarşinin kurumlaştığını
görüyoruz. Erkek egemenliğinin gerekçesi için birçok mitolojik ve dinsel
söyleme başvurulmuştur. Uruk Tanrıçası İnanna Destanı bu sürecin yansımasıdır.
Söz konusu destanda eski kutsal ana tanrıçaya, doğaya duyulan büyük özlem dile
getirilmektedir. Destanda da görüldüğü gibi, kadın içine kıstırıldığı ataerkil
hiyerarşi ve devlet düzenindeki egemen erkekliğin hile, kurnazlık ve
zorbalığından inlemektedir. Babil Destanı’nda bu yönlü gerçeklik (Babil’in
kudretli tanrısı Marduk ve Tanrıça Tiamat’ın kavgaları) çok daha açık ve
çarpıcıdır. Sümer mitolojisinde kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığı
söylenir. Bu, simgesel bir ifadedir. Tek tanrılı dinlerde bu yaklaşım
sürdürülür. Sümer zigguratlarına tanrıça olarak giren kadın, tapınak fahişesi
olarak çıkar. İlk genelev Sümer kentlerinde açılır. Kadın tapınak
fahişeliğinden saray cariyeliğine terfi ettirilir. Ticaret pazarlarının
vazgeçilmez köle nesnesidir. Greko-Romen uygarlığında sadece ev işlerinin
kölesidir. Politikada yeri yoktur. Avrupa uygarlığında erkeğe sözleşme ile
bağlanmış cinsel objedir. Kapitalist uygarlıkta genelleşmiş evrensel fahişedir.
Tarih erkek egemenle tam bir cinsiyetçi yapı ve anlam kazanmıştır. Tarih artık
erkek olarak yürümektedir.
Kadının karılaşması (Kadın köleliği anlamına gelir), ardı
sıra toplumun sömürülen ve baskı altına alınan erkek nesnelere de olduğu gibi
yansıtılır. Toplumun üst siyasi, askeri ve rahip kliği egemen cinsiyet konumuna
taşınırken, yönetilen alt kesim gittikçe karılaştırılır. Greko-Romen toplumunda
erkek, gençlikten itibaren yoğun bir cinsiyetçi yaklaşımla eğitilir. Tüm
uygarlık çağları boyunca cinsel çarpıklıklar kadına cinsiyetçi yaklaşımın
sonucu olarak yaygınca yaşanır. Artık kadın ne kadar köle ise, erkek köle de o
kadar kadın veya karıdır.
Ortadoğu toplumunda bu tarihsel kökenli sorunlara günümüzde
kapitalist baskı ve sömürü aygıtlarından kaynaklananları da eklenince, kadın
için gerçekten kâbuslu bir yaşam kaçınılmaz olur. Kadın olmak belki de en
zordaki insan olmak demektir. Toplumun yaşadığı kaba baskı ve sömürünün en
katmerlisi kadın bedeni ve emeği üzerinde gerçekleştirilir.
Kadının da insan olduğunun yeni farkına varılmaktadır. Katı
cinsiyetçi onursuz yaklaşım yerini ihtiyacı duyulan bir dosta ve yoldaşa terk
etme arayışına bırakmak durumuna gelmiştir. En azından bunun tartışması
yapılmaktadır. Kadınla toplumda doğru yaşamak gerçekleşmedikçe anlamlı bir
yaşamın yaşanmayacağı bilinmelidir. En anlamlı ve güzel yaşamın onurunu tamamen
kazanmış özgür kadınla gerçekleştirilebileceğini bilerek söylem ve
eylemlerimizi geliştirmeliyiz.
2- Kabile, Etnisite ve Kavim Sorunları
Ortadoğu toplumunda tarihten günümüze en sıkça yaşanan
sorunların başında kabile (aşiret), etnisite ve ulus sorunları gelmektedir.
Devletli uygarlık geliştikçe, bu yönlü sorunlar da hem yaygınlaşmış hem
yoğunlaşmıştır. Uygarlık gelişmeden önce, kadında olduğu gibi kabilede de
oldukça doğal bir özgür yaşam geçerliydi. Kabile ahlâkı çok üstündü. Birey
kabilesi için, kabile bireyi için her fedakârlığı yapabilirdi. Gerçek bir birey
ve toplumculuk söz konusuydu. Fakat uygarlık yapıları kabilelere el atıp
köleleştirmek isteyince, tarihin en geniş ve yoğun direniş sürecine de geçilmiş
olunuyordu. Başat çelişki köleleşmeye karşı direnen kabile-devlet ilişkisidir.
Dağlar ve çöller direniş ortamı olmuşlardır. Savunma, beslenme ve üremenin
vazgeçilmez koşuludur. Kadının köleleştirilmesinden sonra tarihin görülen en
vahşi yüzünün kabilelerden köle derlemek olduğunu iyi bilmek gerekir. Kabileler
aşiretleşerek direnişlerini daha da geliştirip bu sorundan kurtulmak
istemişlerdir. Fakat uygarlık güçlerinin silah teknolojisi ve örgütlenmesi
çoğunlukla hep üstün gelmiştir.
Ortaçağda kabile ve aşiret organizasyonlarına milliyet-kavim
düzeyine kadar bir örgütlülük eşlik etmiştir. Ulusallığa doğru bir adım daha
atılmıştır. Kabile ve aşiret ideoloji ve örgütlenmelerine kavim ideolojisi ve
örgütlenmesi de eklenmiştir. Çin, Hint ve Ortadoğu’nun tek tanrılı dinleri bir
nevi kavim dinleri anlamını da kazanmış oluyorlardı. Din ve kavim savaşları iç
içe yürüyordu. Grek, Ermeni, Asuri, Arap, Fars ve Kürt kavimleri dinlerini
kendi kavim çıkarlarına göre seçiyorlardı. Kimi Hıristiyan kimi Müslüman
oluyordu. Yahudi kavmi zaten baştan beri din ve kavim sentezi olarak
şekillenmişti. Fakat ne kabile ve aşiret ideolojileri, ne de kavim dinleri
yaşanılan sorunları çözme yeteneğine sahipti. Yahudilik baştan itibaren yaşanan
bir sorundu. Putçuluktan vazgeçen ilk halklar olan Asuri, Ermeni ve Helen
halkları Hıristiyanlıkta aradıkları barış, kardeşlik ve birliği bir türlü yaşama
tam geçiremiyorlardı. Bu durum yüzyıllarca Hıristiyanlık uğruna yaşadıkları
talihsiz gelişmelere de yol açacaktı.
Putçuluğa karşıt temelde yükselen İslam, Arap kabile ve
aşiretlerine barış, birlik ve üstünlük getirdiyse de, kısa sürede kendini
Yahudiler ve Hıristiyanlarla çatışma içinde buldu. İslam dini bir kısım
sorunlara çözüm olmaya çalışırken, büyük bir sorun yumağını da beraberinde
getirdi. Özellikle Anadolu’ya sıkışan Ermeni, Helen, Asuri ve Yahudi kavimleri
biraz da erken gelişmelerinin kurbanı olarak, İslamiyet’le tanışan Araplar,
Türkler, Farslar ve Kürtler karşısında çok zor bir sürece gireceklerdi.
Yaşadıkları sorunlara kendi aralarındaki bitmek tükenmek bilmeyen mezhep
kavgaları da eklenince, sorunlar giderek tasfiyelerine yol açacaktı. İspanya
Yarımadasında Müslümanların yaşadıkları tasfiyelerin benzerini Anadolu’da aynı
dönemde ve benzer yöntemlerle Hıristiyanlar yaşayacaklardı.
3- Din ve Mezhep Sorunları
Kavimlerin yaşadıkları dinsel sorunlara kendi içlerinde
mezhep sorunları da eklenecekti. Dinlerin kardeşlik, bütünlük ve barış vaatleri
maddi çıkarlar karşısında sınırlı bir etkiye sahipti. Toplumda gelişen
sınıfsallık aynı kavmi çoktan sorun ve kavga yumağına dönüştürmüştü. Yahudilik
gibi çok küçük ve sıkı bir kabile içinde, daha Musa zamanında en yakınları
arasında çok sert kavgalara yol açmıştı. Musa’nın kardeşleri Harun ve Maryam’la
olan çekişmeleri enteresandır. Özellikle kızkardeşi Maryam ile çatışmasında
ortaya çıkan sonuç kadın aleyhine bir kırılmanın yaşandığını göstermektedir.
İsa yoksul Musevilere öncelikle sesleniyordu. Muaviye Ehlibeyt’e karşı üstünlük
kurma ve hanedanlık savaşına daha Muhammed ölmeden başlamıştı. İslam’da
Hariciler iki başlı, hatta üç başlı halifeliği Ali, Muaviye ve Amr İbn-ül
As’tan kurtarmak için ölüm kararı alacaklardı. Muaviye’nin oğlu Yezit, Kerbela
Çölünde Ehlibeyt’in en seçkin evlatlarını koyun boğazlar gibi boğazlayacaktı.
İslamlaşan her halk hem kendi içinde, hem de kendi aralarında çığ gibi büyüyen
yeni sorunları beraberinde getirecekti. Köklü İran uygarlığı İslam Arapları
karşısındaki yenilgisine Şia mezhebini türeterek yanıt vermek isteyecekti. Türk
Selçuklu ve Osmanlı hâkim boy beyleri çıkarlarını İslam’ın hâkim geleneği
Sünnilikte bulacaklardı. Yoksul kesim olan Türkmenler daha çok Şia ve Aleviliği
seçeceklerdi. Kürtler de benzer bir bölünmeyi yaşayacaklardı. İktidarlı beyler
Sünni olup Arap ve Türk sultanlarıyla işbirliğini esas alırken, yoksul ve
onurlu kesim Alevî ve Zerdeştî kalmakta devam edeceklerdi.
Hıristiyanlığın ilk üç yüzyılı mezhep bölünmeleriyle de
doluydu. Sınıflar ve kavimler çıkarlarını mezhep kılıfı altında sürdürmek
durumundaydılar. Her kavmin bir mezhebi oluşmuştu. Latinler Katoliklik, Grekler
ve Slavlar Ortodoksluk, Ermeniler Gregoryan, Asuriler Nasturilik gibi
mezheplerle kurtuluş arayacaklardı. Ayrıca bu kavimler bağlı oldukları dinlerin
imparatorluk dini olup olmaması konusunda da ciddi parçalanma sorunlarını
yaşayacaklardı. Yahudilik genel anlamda Hıristiyanlık ve Müslümanlık dinlerini
içinden çıkarmakla yetinmedi kendi içinde kabilelere dek bölündü. Yahudiye ve
İsrailiye olarak bölünmesi yetmezmiş gibi, Fars ve Grek yanlıları olarak da
bölündü. Daha sonra Doğu ve Batı Yahudileri (Aşkenaz ve Sefarat) olarak ayrı
bir bölünme yaşadı. Kapitalist uygarlık çağında laikçilerle birlikte sekülerci
aydınları da bağrından çıkardı.
Bu dönemde Hıristiyanlık büyük reformasyondan geçti.
Protestanlık doğdu, ulusal kiliseler inşa edildi. Uzakdoğu uygarlıklarında
başta Hindistan ve Çin’de olmak üzere benzer dinsel ve mezhepsel bölünmeler yaygınlaşıp
yeni sorunları beraberinde getiriyordu. Tüm bu mezhepsel ve dinsel sorunların
maddi temelini araştırdığımızda, yaygınlaşan ve yoğunlaşan baskı ve sömürü
aygıtlarının temel rol oynadığını görmekte zorluk çekmeyeceğiz. İç içe geçen
maddi ve ideolojik tekellerin topluma karşı yürüttükleri baskı ve sömürü
savaşları söz konusudur. Daha Sümer ve Mısır rahip devletinden beri bu sorunlar
oluşturulmuş ve savaşlarla daha da büyütülmüşlerdi. Buda, yaşadığı büyük
deneyimden sonra “Ateşi ateşle söndüremezsin derken büyük bir gerçeği dile
getiriyordu. İktidar savaş demekti. Savaş ise sömürüydü. Dolayısıyla iktidar
ancak iktidarla savaşırdı. Çünkü tatlı kâra ulaşmanın başka yolu yoktu.
Böylelikle beş bin yılı aşan uygarlık tarihi bir yandan
günlük sorun üreten tarih iken, çözüm aracı diye ortaya atılan hayali çözümler
de sadece sorunları yaygınlaştırıp yoğunlaştırmış oluyordu. Ne Sümer
rahiplerinin görkemli tanrılar mitolojisi, ne aynı kaynaklı tek tanrılı
dinlerin tanrı ve peygamberleri, ne de çok başlı mezhep parçalanmaları
derinleşen köleliğe çare olabiliyordu. Hayali çözümler maddi çözümlere
dönüşemiyordu. İktidar ve sömürü tekelleri kendilerini tüm kavimlere taşırmakla
yetinmeyip ulus-devlet temelinde toplumun en temel hücrelerine kadar sızdığında
oluşan tablo, sorunların tüm topluma yayılması anlamına gelir. Beş bin yıllık
zulüm ve sömürü tekellerinin artık sorunları sızdıracak, dolayısıyla kârlarını
arttıracak başka toplum gözenekleri kalmadığına göre, gerçekten sonları da
gelmiş veya gözükmüş olmaktadır. Bu anlamda tarihin sonu gelmiştir derken,
belki de her zamankinden daha fazla hakikate yakınız.
4- Kent ve Çevre Sorunu
Ortadoğu toplumunda uygarlığın başından itibaren kent ve
çevre sorunları yaşanmaya başlamıştır. Sümer kentlerinin ilk kuruluş öykülerine
bakıldığında, kent içi ve kentler arası nasıl bir ortamda geliştikleri
anlaşılmaktadır: Sorunlarla dolu bir ortam. Bunlar kölelikten kaynaklanan
sorunlardır. Kentleşme bağrında köleleşmeyi, dolayısıyla devletleşmeyi de
taşımaktadır. Pazarın kurulmuş bulunması beraberinde ekonomik sorunu da
getirmektedir. Değişim oranlarını, yani fiyatları kim kararlaştıracaktı? Bu
konuda uzlaşmalar kolay olmayacaktı. Kentin iaşesi ve savunulması başlı başına
sorundu. Oluşan iktidar klikleri (rahip, yönetici ve komutan) aralarında
sürekli çekişmekte, devrim ve karşıdevrim sorunlarına yol açmaktaydı. Ayrıca
kentlerin büyüme sorunları vardı.
Kentle birlikte gelişen kent yönetimi ve devleti tüm
uygarlık çağlarının vazgeçilmeyen fenomeni olagelmiştir. Kent devleti en eski
ve en yaygın iktidar biçimidir. İmparatorluk ve ulus-devletler daha sonra
ortaya çıkmışlardır. Tarihte temel biçim ezici ağırlığıyla kent veya yakın
çevresiyle sınırlı yönetimi ve devletiydi. Kentlerin aralarında yoğun rekabeti
sürekli çatışmalara yol açmaktaydı. Bu çatışmalar kentlerin olanaklarını
tüketiyordu. Bulunan çare hegemon ve metropol kent kavramı oldu. Uruk, Ur, Babil,
Asur, Persepolis, Atina ve Roma bu tür hegemon kentlerdir. Daha sonraları
imparatorluk merkezleri olarak rol oynadılar.
Tarihin ilk imparatoru olarak Akad hanedanı kurucusu
Sargon’u görmekteyiz. Sargon, Sümer kentlerini Agade’nin ve kendi hegemonyasına
almakla yetinmeyip, dönemine göre hegemonyasını uygarlık alanının tümüne
taşırmıştır. İmparatorluk bu durumda hegemon (metropol) kentin diğer kent ve
çevreleri üzerinde denetim kurması ve toplumsal artılarından pay alması
anlamına gelmektedir. Ticaret, tarım ve endüstri daha geniş pazar ve maddi
olanaklarıyla yürütüldüğü için çok kâr bırakıyordu. Dolayısıyla geniş
imparatorluk tipi iktidar örgütlenmesi epey kârlı oluyordu. Sargon, Babil ve
Asur İmparatorluklarında bu eğilimi rahatlıkla izleyebilmekteyiz. Özellikle
Asur İmparatorluğu hammadde ve mamul madde ticaretinde uzmanlaşmıştı. Kârın
kaynağını güçlü bir biçimde koruma arzusu, iktidar için en vahşi sahneleri
sergilemekten çekinmemelerine yol açmıştır. Asurlular insan kellelerinden duvar
ve surlar inşa ettiklerini övünçle anlatıyorlardı.
Persler aynı doğrultuda, fakat esnek ve ahlâkî yöntemlerle
sonuç almak istiyorlardı. Bunda başarılı da olmuşlardı. Bu dönemlerin süper
kenti Babil’di. Yetmiş iki milletin kaynaştığı sorunlu ve sorumlu görkemli
kentti. Pers kentleri Babil’i örnek alıyorlardı. Greko-Romenlerin kentleşme
hamlesi daha ileri bir çözüm olmakla birlikte, bu kentler de yönetim, iaşe ve
savunma alanları başta olmak üzere birçok alanda aynı sorunları paylaşmaktaydı.
Ortadoğu’da kent mimarisinde ileri bir aşamanın yakalanması Helenistik sentezle
mümkün olmuştur. Bu konuda görkemli kuruluşlara tanık olmaktayız. Fakat yalnız
başına bir kentin bir tapınağının bile toplum üzerinde çok boyutlu sorunlara
yol açtığını tespit etmek zor olmamaktadır. Örneğin bir Mısır firavun
piramidinin toplumu nasıl tükettiğini bu bağlamda değerlendirmek daha da
çarpıcıdır. Atina ve Roma da metropol kentler olarak toplumsal sorunları
gırtlağına kadar yaşamaktaydılar.
İslam döneminde Ortadoğu kentleri büyümüş olsalar da, mimari
olarak Helenistik dönemin çok gerisindeydiler. Kişiliklerini gittikçe
yitirmekte ve böylece kendi içlerinde ve çevre için sorun kaynağına
dönüşmekteydiler. Sanayi devrimine geçilmemesi sorunlarını ağırlaştırmaktaydı.
Batı Avrupa uygarlığının kent hamlesi, ticaret ve pazar
temelinde gelişen ekonomik kentlere götürdü. Bu hamle başlangıçtan itibaren
kapitalin damgasını taşımaktaydı. Kırsal alanda ve kent içinde zanaatkâr kesimi
üzerinde sürekli hegemonya peşinde olmuştur. Bu durum sert sınıf mücadelelerini
beraberinde getirmiştir. Kentlerin kendi içinde ve aralarındaki rekabet ilkin
imparatorluk ve krallık eğilimlerini tahrik ederken, sanayi devrimiyle birlikte
ulus-devlete teslim olmak zorunda kalmışlardır. Alman ve İtalyan kentleri
tarihte kentlerin özerkliğini en son terk etme ve ulus-devlete en geç teslim
olma (19. yüzyıla kadar) konumunda kalma becerisini göstermiştir. Bence sanayi
devrimi çözüm değil, kentlerin sonu ve ölümünün başlangıcı olmuştur.
Endüstricilik ve bürokrasi 19. yüzyılla birlikte kentleri çığ gibi büyütmüş,
hiç anlamı olmayan kanser tipi bu büyüme çevre için tam felaketle
sonuçlanmıştır. Kent sadece kendini öldürmüyor çevreyi, dolayısıyla kırsal
toplumu da (tarihin on beş bin yıllık gerçeği, üretici gücü, maddi ve manevi
kültür kaynağı) tüketip öldürüyor. Sonuç, toplumun devasa sorunlarla
boğuşmasıdır genel işsizlik ve yoksulluğun üretim merkezi olmasıdır.
Uygarlıkta öncülüğünü yitirmiş Ortadoğu kenti kentsizliktir kentin,
dolayısıyla toplumsallığın en önemli araçlarından birinin sürekli ölmesi ve
toplumsallığı öldürmesinin merkezi haline dönüşmesidir.
Ortadoğu uygarlık tarihi çevreyi yıkım ve inkârın tarihidir.
Maddi ve manevi kültür olarak uygarlık değerleri neolitik toplum değerlerinin
inkârıyla (diyalektik anlamda olumsuzlama) oluştuklarından ötürü tarih böyle
akışkanlık kazanır. Hâlbuki neolitik toplum her iki kültür değeri açısından da
ekolojiktir. Manevi dünyasında, dininde çevre canlı ve en yüce değer olarak
kutsallaştırılır. Kadın etrafında gelişen beslenme olanakları ekonominin
başlangıcıdır. Doğa ve kadın uyumlu bir birlik içindedir. Canlı bir doğal din
anlayışı ana tanrıça ile simgeleştirilir. Maddi üretim araçlarının büyük kısmı
kadın icadıdır. Beslenme ve giyim kültürü de kadının damgasını taşır. Tüm bu
değerler uygarlıkla inkâra uğrayacak ve erkeğin hegemonyası altında kâr ve
baskı araçlarına dönüştürülecektir. Toprak ana hakir görülecektir. Kutsal
Kitaplar erkekler için “Kadınlar tarlanızdır, istediğiniz gibi sürün der. Daha
da vahimi, Sümer kentleri toprağı sürekli kâr amaçlı kullandıklarından,
tuzlanmaya yol açarak doğal çölleşme tehlikesini suni çölleşme ile besleyip
büyütmüşlerdir. Mezopotamya’nın çölleşmesinde uygarlaşmanın rolü çok
çarpıcıdır.
Uygarlık bakış açısında doğa, çevre, toprak hep hakir
görülür. Aslında bu yaklaşım ideolojiktir. Karşıtlığı temelinde geliştiği
tarım-köy toplumunu aşağılamak ve kolayca yönetmek içindir. Uygarlık ideolojik
olarak öyle bir Dünya imgesi yaratmıştır ki, bu dünya sanki insanlığın
düşmanıdır ve insanın kendisine hesap vermesi için vardır. Yine Kutsal Kitaplar
“Orası imtihan yerinizdir sadece der. Buna karşılık devletliler bu dünyada
kendi cennetlerini yaratırlarken, icat ettikleri dinlere de hiç
inanmamışlardır. Çünkü dinleri kendilerinin icat ettiklerini iyi
bilmektedirler. Öte yandan jeobiyolojik ortamla iç içe oluşan toplumsal
gelişme, uygarlık tarihi ilerledikçe (Aslında sürekli geriledikçe olmalıdır) bu
özünü ideolojik olarak inkâra zorlanacak, hayali, soyut öte dünya imgeleriyle
zıddına dönüştürülecektir.
Ekolojik sorunun özü bu gerçeklikte yatmaktadır. Dolayısıyla
tam bir toplumsal sorun olduğunu tüm vahametiyle anlayabilmekteyiz. Kendi özünü
böyle inkâra zorlanan bir toplumun uzun vadede yaşamı sürdürülebilir kılması
mümkün değildir. İktidar ve sömürü tekellerinin kâr mantığı, bunun için
geliştirdikleri ideolojik ve askeri savaşlar anti-ekolojik, anti-biyolojik ve
anti-toplumsaldır. Günümüzde, kapitalist hegemonyanın finans çağında yaşanan
bunalım, bütün bu gerçeklikleri tüm insanlığın gözüne ve zihnine adeta kazımış
bulunmakta bu hegemonyanın yarattığı sahte dünyanın kâğıt tomarlarından ibaret
hale geldiğini herkese açıkça göstermektedir. Tarihinin hiçbir döneminde
insanlık bu denli doğaya, yaşama ve topluma yabancılaşmamıştır. Ortadoğu
toplumu gerek merkezî uygarlığın kahredici ve talancı yüklerini en uzun süre
yaşamasından, gerekse jeobiyolojisinin hem doğal hem de suni nedenlerle
çölleşmeye en yakın bölgelerin başında gelmesinden ötürü sadece sorun
yaşamıyor çözümü intihar etmede bulacak kadar yaşamdan vazgeçiyor daha doğrusu
vazgeçirtiliyor.
5- Sınıf, Hiyerarşi, Aile, İktidar ve Devlet Sorunu
Ortadoğu toplumu evrensel tarihte sınıf, hiyerarşi ve
iktidar sorunlarıyla en erken tanışan toplumdur. İktidar öncesinin ilk
hiyerarşi düzeneğinin gençler ve kadın üzerine kurulduğunu bilmekteyiz. Zorba
ve kurnaz erkek + şaman ve rahip + tecrübeli yaşlı adamlar ittifakı, tüm
hiyerarşilerin ve sonradan gelişecek iktidar ve devletlerin prototipidir. Bu
ittifak tüm toplumsal sorunların ana rahmidir. Aşağı Mezopotamya’da Uruk kent hegemonyasından
önce El Ubeyd hiyerarşik dönemine (M.Ö. 5000-3500) tanık olmaktayız. Tüm
Mezopotamya’ya yayılmış bir hiyerarşi söz konusudur. Büyük ev ve aile etrafında
örülü bir sistemdir. Hanedanlık sisteminin başlangıcıdır. Kadının, gençlerin ve
üst hiyerarşik tabaka dışındakilerin sistemik bir köleleşmeye tabi
tutuldukları, dolayısıyla toplumsal sorunun ilk defa temellendiği bir dünya
imgesi ve pratiği oluşturulmaktadır. Mezopotamya bir de bu sistemin küresel
önderi olma gerçeğine sahiptir. Hanedan ve ailecilik ideolojisinin de
kökenidir. Ortadoğu’da her iki kurumun halen çok güçlü olması bu tarihsel
nedenle de yakından bağlantılıdır. Toplumun erkek önderlikli bu en eski
kurumları tarih boyunca sürekli gelişim göstermişlerdir. Hanedanlık temel
iktidar odağı ve devlet biçimine, ailecilik de tüm toplumların resmi ana
hücresine dönüşmüştür. Hanedanlar ve ailelerin kuruluş ve yıkılışları için
tarih boyunca yürütülen iktidar savaşlarının haddi hesabı yoktur. Toplumlar bu
savaşlarla sadece sorun kaynağına dönüştürülmemekte, adeta içten içe
tüketilmektedir.
Hanedanlık sistemi ideoloji ve yapılanmanın iç içe geçtiği
bir bütünlük olarak anlaşılmak durumundadır. Kabile sisteminin içinden
gelişmekle birlikte onun inkârıdır ve üst tabaka yönetici aile çekirdeği olarak
kendini oluşturur. Çok katı bir hiyerarşisi vardır. Ön hâkim sınıftır. İktidar
ve devletin prototipidir. Erkek ve erkek evlat esasına dayalıdır. Çok sayıda
erkeğe sahip olmak iktidarı için önemlidir. Bu husus çok kadınla evlenmeye,
harem hayatına ve cariye sistemine yol açmıştır. Bazı erkeklerin onlarca kadına
ve yüzlerce çocuğa sahip olması hanedanlık ideolojisiyle bağlantılıdır. İktidar
ve devlet öncelikle hanedan içinde üretilir. En önemlisi de, hanedan başta
kendi kabilesi ve aşireti olmak üzere, diğer kabile sistemlerini ilk
sınıflaşmaya, köleliğe alıştıran kurumdur. Ortadoğu uygarlığında hanedansız
iktidar ve devlete rastlamak neredeyse mümkün değildir. Hanedan gerçekliğinin
köklülüğü ve iktidar-devlet için hazırlık okulu konumunu teşkil etmesinden ötürü
böyledir.
Hanedanlığın resmi ideolojiye dönüşmesi aile yapısına da
damgasını vurmuş, ‘ailecilik’ biçiminde alt ideolojiye yol açmıştır. Aileden
aileye fark vardır. Tarih boyunca ve tarih öncesinde kadın ile erkeğin
beraberliğinin çok farklı biçimleri var olmuştur. Özellikle kadın ağırlıklı
klan aile tipi çok yaygındı. Bu aile tipinde erkek-koca pek tanınmaz. Dayı ve
çocuklar daha çok önemlidir. Diğer bir tip, kadın-erkek ikiliğinin denk olduğu
tiptir. Sanıldığının aksine, bu tip de tarihte yaygınca yaşanmıştır. Erkeğin
aile reisliğindeki sistem çok sonraları ve hanedanlık-iktidar-devlet üçlüsünün
izdüşümü olarak geliştirilmiştir. Esas hedefi kadınlarını ve çocuklarını üst
tabakaların hanedan, iktidar ve devlet çıkarları için yetiştirmek, bağımlı uydu
kişilikler yaratmaktır. Hiç de gerekmediği ve çok ağır toplumsal sorunlara yol
açtığı halde, çok karılı ve çocuklu ailenin temelinde bu iktidar ve devlet
çıkarı vardır. Hanedan gibi her aile reisi de ona öykünerek, çok karılı ve çok
çocuklu olmayı bir güç ve yaşam garantisi olarak görür. Topluma hâkim zihniyet
bu yönü sürekli teşvik eder. Hâlbuki bununla çözümden ziyade tüm toplumsal
sorunlara kapı aralanmış olur. Bu durumun resmi ideolojinin gereği olduğunu ve
dince de desteklenerek pekiştirilmek istendiğini bilmek, toplumsal sorunları
kavramak için önemlidir. Günümüz Ortadoğu toplumunda halen güçlü olan
hanedancılık ve ailecilik kültürü, yol açtığı aşırı nüfus, iktidar ve devletten
pay alma hırsı nedeniyle sorunların ana kaynaklarındandır. Kadının aşağılanması,
eşitsizliği, çocukların eğitimsizliği, aile kavgaları, namus sorunu hep
ailecilikle bağlantılıdır. İktidar ve devlet içi sorunların küçük bir maketi
adeta aile içinde kurulmuş gibidir. Aileyi çözümlemek iktidar-devlet-sınıf ve
toplumu çözmek için şarttır.
Eğer iktidar merkezli kurulmuşlarsa, aile ve hanedanın
toplumda iktidarcılık ve devletçilik ideolojisi ve pratiğinin en gözde konuları
olmaları anlaşılır olacaktır. Ortadoğu’da sürekli iktidar ve devlet
sorunlarının yaşanması, üzerinde yükseldikleri toplumun ailecilik ve
hanedancılıkla kaplanmış olmasındandır. Karşılıklı birbirini besleyen
sorunlardır. Bu konuda sorunların ideolojik yönünü kavramak çok önemlidir.
Sorun çözme aracı olarak düşünülen iktidar ve devletin tersine sonuç
doğurdukları, güçsüz, yaratıcısız ve kölelikle dolu bir yaşam ürettikleri halen
Ortadoğu toplumunun zihniyetinde anlaşılmaktan uzaktır. Bu ilişkiler yumağını
sorunların ana kaynağı olarak yorumlamamız bu nedenledir ve çok önemlidir. Çok
erkenden fark ettiğim bu durum nedeniyle demokratik ideoloji ve örgütlenmelere,
tartışma ve eylemlere büyük ilgi gösterdim. Yaşam bana toplumsal sorunların
çözüm yolunun buradan geçtiğini her geçen gün daha fazla öğretiyordu.
Yine sanıldığının aksine sınıf iktidar ve devleti doğurmaz
hanedancılık ve ailecilik (hiyerarşik kuruluşlar) üzerine kurulu iktidar ve
devlet oluşumları sınıflaşmaya yol açar. Öncelik hiyerarşik devletçi ideoloji
ve pratiğindedir. Ortadoğu uygarlık tarihinde bu sürecin çok yaygın yaşandığını
tespit etmek mümkündür. Alttan üste değil, üstten alta doğru sınıflaşma
eğilimleri daha güçlüdür. Daha da önemlisi, birbirlerinin dışında olan bir
devlet ve sınıf ilişkisinden çok, ideolojik ve pratik olarak iç içe bir
sınıf-iktidar ve devlet fenomeni yaşanır. Bu oldukça örtülü yaşanan bir
süreçtir. Öyle ki, kabileci, aileci, hanedancı ve devletçi ideolojik imgelerden
ötürü sınıf adeta görünmez kılınmıştır. Böylelikle sınıf bilincinin gelişmesi
önlenmeye çalışılır. Sınıf tahlillerini yaparken somut yaklaşmak önemlidir.
Tarihte nasıl oluşmuşsa öyle yaklaşmak gerekir. Ortadoğu’da toplum
sınıflaşırken resmi aile, hanedan, iktidarlaşma ve devletleşmeyle iç içedir.
Kölelik sadece maddi emek üzerine kurulmaz. Öncelikle zihniyet, duygu ve
bedenler üzerinde inşa edilir. İdeolojik kölelik gelişmeden maddi emek köleliği
gelişmez. Çok yaygın olan sınıf özelliklerinden kaynaklanan sorunları görmek
için bu yönlü bütünleyici yaklaşım göstermek daha öğretici olacaktır.
Ortadoğu toplumu üzerinde iktidar ve devlet inşalarını
siyasi rant (gücün kâr yaratması) olarak görmek gerçeğe daha çok yaklaştırır.
Toplumsal birikimler efendi-köle ilişkisinden çok, iktidar ve devlet
odaklarının el koyması biçiminde gerçekleştirilir. İktidar devletten daha
yaygın bir olgudur. Devlet olmadığında da iktidar yoğunca yaşanabilir.
Dolayısıyla iktidar odaklanmaları bir nevi kapital (sermaye) tekelleri olarak
değerlendirilmelidir. Kâr olmadıkça iktidar olmanın bir anlamı yoktur. İktidar
oluşumlarının esas hedefi kârdır. İktidarı kârdan ayrı bir kurum olarak
düşünmek bir sapmadır. Batı sosyolojisinin aydınlatmaktan kaçtığı önemli bir
konudur bu. Tekeller sadece kapitalist sistemle ve sermaye olarak kurulmazlar.
Tarihte ezici çoğunluğuyla iktidar tekelleri, grupları olarak kurulurlar.
İktidarsız kârı düşünmek olanaksızdır. Bu tespit Avrupa uygarlığı için de
geçerlidir. İktidar tekellerini daha rafine ve klasik kâr araçları olarak
düşündüğümüzde tarihi daha iyi yorumlayabileceğiz.
Devlet iktidardan farklı bir olgudur. O da iktidara dayanır,
fakat farklı bir biçimleniş olarak. Öncelikle birçok iktidar odağı birleşerek
daha çok kâr elde edeceklerini olasılık dahilinde gördüklerinde, devletleşmeyi
şiddetli bir tutku olarak amaçlarlar. Devlet daima farklı iktidar odaklarının
ortaklaşa kâr örgütü olarak inşa edilir. Dolayısıyla kâr payları nedeniyle iç
yapısında sürekli çekişme ve kavgalar, hatta iç savaşlar yaşanır. Ayrıca daha
rafine ve meşru kılınan bir geleneğe sahip olduğu için, tüm kâr tekelleri genel
çıkarlarının bir ifadesi olarak her zaman devletten yana olurlar. Ancak
devletin çıkarları için ağır bir tehdit oluşturması durumunda mevcut devleti
parçalama, yeni devlet ve iktidar arayışlarına girme gündeme gelir. Ortadoğu
uygarlığı tarihi boyunca bu yönlü sayısız deneyime sahiptir.
İktidar ve devlet tahlilleri beş bin yılı aşan merkezî
uygarlık süreci temelinde daha gerçekçi yapılabilir. Avrupa uygarlığının beş
yüz yıllık tarihi iktidar ve devlet tahlilleri için yetersiz bir mekân ve
zamandır. Bu nedenle devlet ve iktidara ilişkin çözümlemeler yetkin
yapılamamaktadır. Marksizm bu konuda tam bir cehalet örneği sergilerken,
liberalizm daha ince saptırmacı tutumlar içindedir. Muhafazakâr güçler gerçeği
daha iyi bilirler, ama ifade etmeyi çıkarlarına uygun bulmazlar.
İdeolojik-mitolojik dili tercih edip saptırmacı anlatımı daha da derinleştirirler.
Toplumda en çok iktidar ve devlet sorunlarının gerçekdışı kılınması özlerindeki
kâr oranlarıyla bağlantılıdır. Gerçek bir sosyolojik yoruma
kavuşturulduklarında görülecektir ki, uygarlık tarihi boyunca geliştirilen din
ve tanrı kavramları devletin birer şemasıdır tanrı-kral pratiğinin ideolojik
yüceltilmesidir. Günümüzdeki ulus-devleti yeryüzüne inmiş tanrı olarak
yorumlamak kadar, laik ifadesiyle tanrısız kılınmış aynı örgüt gibi
değerlendirmek birbirinden özde farksızdır. Hegel bu konuda tarihi Marks’a göre
daha derin okumaktadır.
Ortadoğu’da toplum sorunları her zamankinden daha çok
günümüzde en yaygın ve yoğun yaşanan aile, hanedan, sınıf, iktidar ve devlet
sorunlarıdır.
6- Ortadoğu Toplumunun Ahlâk, Politika ve Demokrasi Sorunu
Beş bin yılı aşan merkezî uygarlık sürecini ahlâk, politika
ve demokrasi kavramları temelinde çözümlemek çok öğretici olacaktır. Toplumsal
doğanın ahlâkî ve politik olgular olarak gelişim gösterdiğini önceki bölümde
işlemiştim. Kısaca da olsa tekrarlamalıyım ki, ahlâk ve politika olmadan toplum
olmaz. Olsa dahi amorf (şekilsiz) bir yığın olmaktan öteye anlam ifade etmez.
Böyle toplumlar olsa bile, ancak başka toplumlar için malzeme nesneleri
durumundadır.
Ahlâk, ilk inşası sırasında toplumun takındığı tutumların bütünlüğü
olarak tanımlanabilir. Bu da ilkel toplumun beslenmek, üremek ve korunmak için
aldığı tedbirler, yaptığı iş ve eylemler bütünlüğüdür. Bu bütünlükler
gelenekselleştiği ölçüde ahlâk oluşmuş sayılmaktadır. Üremesiz, korunmasız ve
beslenmesiz toplum sürdürülemeyeceğine göre, ahlâksız toplum da olmaz. Politika
biraz daha değişik bir kavram olmakla birlikte, ahlâkla yakından bağlantılıdır.
Ahlâktan farkı günlük bir eylem olmasıdır. Ahlâk gelenek olarak standart
kalıplar halinde iş görür ve rol yaparken, politika günlük olarak toplumun
önüne çıkan sorunlar konusunda alınan kararlar bütünlüğü demektir. Bu kararlar
bütünlüğü gelenekselleştiği ölçüde, ahlâkî geleneklerle bütünleşip bizzat ahlâk
kuralları haline gelirler. İkisinin birbirini beslemesi söz konusudur. Ahlâk
geleneksel olarak politikaya çerçeve sunarken, politika yeni iş görücü
kararlarıyla bu çerçeveyi sürekli genişletmekte ve derinleştirmektedir. O halde
iki kavram ve olguyu birbirinden tamamen ayırmak mümkün olmamaktadır.
Demokrasi üçüncü önemli olgu ve kavram olarak ilk iki olgu
ve kavrama eklenmek durumundadır. Bu anlamda demokrasisiz toplum da
düşünülemez. Düşünülse bile, kendini ifade edemeyen toplumsal malzeme nesnesi
konumundadır. Başka toplumların kullanım araçları toplamı olarak iş görmekten
kurtulamaz. Bu durumda demokrasinin işlevi, politika yapılır ve kararlar
alınırken, ilgili tüm toplumun ifade ve örgütlenme gücü olarak sürece
katılımını ifade eder. Politika özünde bu anlamda demokratiktir. Gerçek
politika demokratik olan politikadır. Demokratik olmayan politika çok sonraları
gelişen hiyerarşik iktidar ve devlet güçlerinin tek taraflı idare kararlarıdır.
Bu güçlerin ‘idare kararlarına’ politika denmez, idare kuralları denilir.
Gerçek politika mutlaka demos’un (kabile, aile, aşiret,
kavim, ulus toplumunun tüm organlarının bütünlüğü) katılımı ve tartışmasıyla
gerçekleştirilenidir. Politika halksız, toplumsuz, katılımsız oluşacak bir olgu
ve kavram değildir. Dolayısıyla politika demokratik olmak zorunda olduğuna
göre, ahlâkî de olmak zorundadır. Demokrasinin olmadığı toplum politik,
politikanın olmadığı toplum ahlâkî olamaz. Bu üçlü olgu ve kavramsal ifade
olmazsa olmaz kabilinden birbirlerini gerekli kılarlar.
Ortadoğu merkezî uygarlığı toplumun bu üç temel olgusu ve
kavramsal ifadesiyle çelişki içinde ve zıtlaşarak gelişmiştir. Aralarında temel
bir diyalektik ilişki mevcuttur. Uygarlık toplumu (kent-sınıf-iktidar) ne kadar
gelişirse, ahlâk, politika ve demokrasi de o denli gerileme yaşar. Aynı zamanda
aralarında o denli bir gerilim ve mücadele yaşanır. Sümer destanlarında bu
gerilim ve mücadele gerçeğini dile getiren özellikle kadın, çiftçi ve çobana
ilişkin söylemlerde bu süreci izlemek mümkündür. Ancak daha sonraki destan ve
dinsel metinlerde bu üçlünün (toplumun temel direkleri) sesini pek duyamayız.
Demek ki mücadeleyi kaybetmişlerdir. Buna karşılık günümüze kadar ulaşan kabile
ve aşiret destanları halen canlılığını korumaktadır. Demek ki ahlâki ve politik
yapı ve demokrasi geleneği tümüyle kaybedilmemiştir. Daha üst bir soyutlama
olarak tek tanrılı dinler olumsuzladıkları Firavun ve Nemrut’tan çok
bahsederler. Yine demek ki en azından başlangıç itibariyle ahlâkî, politik ve
demokratik adımların sahibidirler. Avrupa uygarlığına dayalı ahlâk, politika ve
demokrasi anlatımları çok eksik, temelsiz ve burjuvacadır. Burjuvazi gibi en
bencil bir sınıfın bakış açısından ahlâk, politika ve demokrasi olguları ve
kavramsal ifadelerinin tarihsel gelişimini, dolayısıyla gerçekliğini bütünlük içinde
kavramak mümkün gözükmemektedir. Batının bu yönlü bilimine oldukça eleştirel
yaklaşmak gerekir.
Merkezî uygarlık sisteminin dışında kalan tüm
toplumsallıklarda kategorik olarak ahlâk, politika ve demokrasi olgularının
daha güçlü olduğuna hükmetmek gerekir. Bu çerçevede direnen, dağlara ve çöllere
çekilen tüm kabile, aşiret, mezhep tipi yarı-göçebe ve işsiz topluluklarla
kırsal alandaki çiftçi ve çoban topluluklarını direnişçi, özgürlük ve eşitliğe
daha yakın güçler olarak değerlendirmek gerçekçidir. Derinliğine
köleleştirilmiş unsurlar ikinci sırada ve objektif olarak bu projede
değerlendirilebilir. Toplulukların özgürlüğü için, eşitliği için, dolayısıyla
ahlâk, politika ve demokrasi sorunları için önemli olan objektif kölelik
değildir önemli olan ne kadar teslim olmamış, ne kadar direniyor, ne kadar
konar göçerdir, ne kadar inançlarının savaşını veriyor sorularının cevabıdır.
Ortadoğu toplumlarında elbette ciddi ahlâk, politika ve
demokrasi sorunları vardır. Uygarlık süreci gereği bu sorunlar çok kapsamlıdır
da. Ama Avrupa uygarlığının hukuk, politika ve demokrasisinin fazlasıyla
burjuvaca olduğunu, evrensel tarihsel-toplumun ahlâk, politika ve demokrasi
olgularını temsil etmediğini, yansıtmadığını bilmek önemlidir. Burjuvanınki
demokrasi değil devlet idaresidir. Tümüyle genelleştirilmese de, Avrupa’da
demokrasi adına yapılanların devlet idaresini gizlediğini ve ‘ayıbı örten asma
yaprağı’ rolünü oynadığını belirtmek daha doğru bir yaklaşımdır. Aynı kıstaslar
Avrupa’nın insan haklarına yaklaşımı için de geçerlidir. Özellikle hukukun
tümüyle ahlâkın yerine geçtiği bir gerçektir. Hukuk devlet ve iktidara ilişkin
bir sözleşmeler yığını olup, hiçbir zaman canlı ahlâkın yerini tutamaz. Devlet
idaresi, devletin iç ve dış işleri için yapılan çalışmalara, karar ve
uygulamalara ise politika denemeyeceğini anlamak gerekir. Belki devlet
politikası denebilir, ama toplum politikası denemez. Demokrasi adına
yapılanların toplumun çok dışında, temsil sahneleri olmaktan öte pek işlevleri
yoktur.
Bu kısa eleştiriler temelinde Ortadoğu toplumunda demokrasi,
ahlâk ve politika potansiyelinin güçlü olduğu rahatlıkla belirtilebilir. Ciddi
ahlâk, politika ve demokrasi sorunlarının olması potansiyelinin gücünü
gösterir. Devlet ve iktidarcılık eğilimlerinin halen güçlü olması, diğer
yüzünde güçlü ahlâki ve politik sorunlarla demokrasi sorununu, ahlak, politika
ve demokrasi ihtiyacını ve hatta varlığını akla getirir. Aralarındaki
diyalektik çelişki gereği gerçeklik ancak bu biçimde ifade edilebilir.
7- Ortadoğu Toplumunda Ekonomik ve İdeolojik Sorun
Sorunlar kapsamındaki tüm bu anlatımlar aslında ideolojik ve
ekonomik yönüyle de yansıtılmaya çalışıldı. Dar anlamda maddi ve manevi kültür
öğeleri olarak bu yöndeki sorunları daha görünür kılmak için şemamıza devam
etmeyi uygun buldum. Önemli başlıkları çizeceğim.
Batı ekonomi-politiği topluma ilişkin diğer dallarda
geliştirdiği bilimsel çarpıtma ve kehanetleri öncelikli olarak işler. Buna
ihtiyacı vardır. Farklı ama daha gelişkin bir sermaye birikimi ve kâr hadleri
söz konusudur. Ekonomi-politik bilimi bu gerçeği açıklamaktan çok gizlenmesine
aracılık eder. Mitolojik anlatımın çağdaş versiyonu olarak değerlendirmek
mümkündür.
Ekonomik sorun esas olarak kadının ekonomiden dışlanmasıyla
başlar. Ekonominin kendisi ise beslenme konusu olan her şeydir.
Ekonomi-politiğe (K. Marks’ın Kapital’i dahil) göre ise, piyasalara göre üretim
üzerinden sağlanan kâr, rant, faiz ve ücretler ekonominin temel konularını
teşkil etmektedir. Burada bilim değil, tamamen burjuvazinin kâr üzerine kurulu
yaşamına göre bir disiplin söz konusudur. Kâr esas alınarak düzenlenen ekonomik
yaşam toplumun en dibindeki sorundur. İnsan yaşamını kâra göre düzenlemek en
vahşi iktidar anlamına gelir. Biyo-iktidar kavramı esasında bu gerçeği ifade
eder. Tarih boyunca tüm toplumlar insan ihtiyaçları dışında zenginleşmek için
yapılan mal ve para birikimlerine hep şüpheyle bakmışlar, fırsat bulur bulmaz
bu birikimleri ihtiyaç sahiplerine dağıtmaktan çekinmemişlerdir. Birikimin
felaketlere karşı tedbir olarak değil de, bazı gruplar ve kişilerin
zenginleşmesi için yapılmasının hep ahlâkî normların kötülük biçimindeki
yargısına maruz kalması boşuna değildir. İnsan yaşamı gibi sayılması gereken
bir değeri birikimcilere ipotek etmek en büyük ahlâksızlık olarak görülmüştür.
Batının kapitalist modernitesinin binbir hukuk ve güç aygıtıyla meşrulaştırmak
istediği şey bu olgudur. Kutsal Kitapta geçen Leviathan özünde bu olguya işaret
etmektedir. Topluma karşı canavar olarak simgeleştirilmektedir. Ekonomi
olmayan, tersine ekonominin canına okuyan olgular kümesi ekonomi-politik adı
altında bilim diye sunulmaktadır. Marks’ın İngiliz ekonomi-politiğini
rasyonelleştirmede hiç de az olmayan çabası ekonomiyi değil, anti-ekonomiyi
ifade etmektedir. Buna ekonomi demesi sosyalist toplumda değil, herhangi bir
toplumda bile etik olamaz. Hegel’i ayakları üstüne kaldırmak isterken,
kendisini baş aşağıya düşürmüştür. Özcesi, piyasa üstünde yürütülen sermaye
birikimi ve kâr operasyonları tarihte eşi görülmemiş ekonomik sorunların
temelidir.
Şu hususu bir kez daha belirtmeliyim ki, insanlar için
zorunlu beslenme, giyinme, taşınma ve barınma ihtiyaçlarına hizmet ettikçe,
piyasaya karşı olmanın ve onu meta fetişizminin aracı olarak değerlendirmenin
tutarlı bir yönü yoktur. Bu anlamda piyasa gerekli ve iyi bir ekonomik araçtır.
Benim karşı olduğum bu değildir. Bir yandan piyasalar üzerinde fiyatlarla
oynanmasına, diğer yandan uzak mesafeler nedeniyle oluşan aşırı kâr sistemine,
yani kapitalizme karşı çıkılmaktadır. Anti-kapitalist olmak bu sisteme, tabii
bu sistemi ayakta tutan her şeye karşı olmaktır. Piyasa gerçeği bu kapsamın
dışındadır. Bilakis sermaye tekelleri fiyatlarla sürekli oynayarak ve
böylelikle kâr olanaklarını canlı tutarak piyasalarda sağlıklı ve adil bir
değişimin oluşumunu engellerler. Yani kapitalizm sadece anti-ekonomi değil,
anti-pazardır da. Böyle olmasaydı, sürekli bunalım ve finans oyunlarıyla
toplumsal yaşam alt üst edilebilir miydi? Bunca bilim ve tekniğe rağmen aşırı
nüfus artışı, işsizlik, yoksullaşma ve çevre imhası başta olmak üzere, insanlığı
tehdit eden sorunlar bu dönemdeki kadar büyüyebilir miydi?
Kadının ekonominin merkezinde rol oynaması anlaşılır bir
husustur. Çünkü çocuk yapmakta ve beslemektedir. Ekonomiden kadın anlamayacak
da kim anlayacaktır! Genelde uygarlık tarihinde, özelde kapitalist modernitede
kadın dışlanınca, kocaman erkeklerin üzerinde en çok oynadıkları ekonomi bu
nedenle sorunlar yumağına dönüşmüştür. Ekonomiyle organik ilgisi olmayan,
sadece aşırı kâr ve güç hırsıyla başta kadın olmak üzere tüm ekonomi güçlerini denetimleri
altına almak için girişilen bu oyun, sonuçta her tür hiyerarşinin, iktidar ve
devlet güçlerinin toplum üzerinde bir ur gibi büyümesine yol açarak
sürdürülemez ve oynanamaz bir aşamaya dayanmıştır.
Kadından sonra çiftçiler başta olmak üzere gerçek ekonomiyle
ilgilenen çobanlar, zanaatkârlar ve küçük tüccarlar da iktidar ve sermaye tekel
aygıtları tarafından adım adım ekonomiden dışlanarak tam bir ganimet ortamı
yaratılmıştır. Burada en çok aydınlatılması gereken bir konuyla karşı
karşıyayız. Bir anlamda ekonomik yaşam alanlarının ve nesnelerinin talanı olan
uygarlık nasıl oldu da meşrulaştırılıp günümüze kadar taşındı? Ekonomiyi
tasfiye eden güçler nasıl temel ekonomik faktörler olarak sunuldu? Sümer
toplumunda tanrıları inşa eden rahipler bundan daha gerçekçiydiler dersek
yanılmış olmayız. Tüm bu eleştirilere rağmen, K. Marks kapitalist ekonomi adı
altında sunulan dehşetin, felaketin farkındaydı. Fakat kapitalist modernitenin
kendi hegemonyasını alabildiğine inşa ettiği bir dönemde çözümleme ve devrimci
eylemi ancak bu kadar olabildi dersek daha doğru olur.
Ortadoğu toplumunda önemli bir farklılık, ekonomik artıların
devlet eliyle sızdırılmasıdır. Aslında Avrupa uygarlığında da devletsiz kârın
bir hayal ürünü olduğu göz önüne getirilirse, devletin son tahlilde toplumsal
artıkların yegâne meşru sahibi olduğu görülür. Kendini mülkün sahibi olarak
görmek zaten bunun için yeterli nedendir. Devlet dışında kârdan bahsetmek bir
aldatmacadan öteye gitmez. Sonuç olarak uygarlık tarihi anti-ekonomik bir tarihtir.
Tüm ekonomik sorunlar bu çelişkinin sonucu olarak yaşanır. Egemen sınıf, kent
ve devlet ekonomiden ne kadar ellerini çekerlerse, diğer bir anlamıyla küçülür
ve ekonomiyi gerçek sorumlularına terk ederlerse, ekonomik sorunlar da o denli
çözüm yoluna girer. Küresel ekonomi için doğru olan bu belirleme Ortadoğu
ekonomik yaşamı için de fazlasıyla doğrudur.
Manevi kültür gücü olarak ideolojisiz toplum olmaz. İdeoloji
zihniyetle bağlantılı olmakla birlikte daha farklı bir kavramdır. Hayvanların,
hatta bitki ve atomların da zihninden bahsetmek mümkündür. Ama ideoloji insan
toplumuna özgüdür. Görevi esas olarak yaşamı anlamlandırma ve düzenlemedir. Bu
anlam ve düzenlemeler olmadan toplum ayakta kalamaz, dehşete düşer. İdeoloji bu
nedenle hayli ilginç bir sorundur kelime anlamı fikirlerin mantığı demektir.
İnsan toplumu fikirler mantığıyla çok esnek bir doğa olarak biçimlendirilmeye,
özgürleşmeye yatkındır. Ama bu özelliğiyle köleleştirilmeye de yatkınlık arz
etmektedir. Hem sorun çözücü hem de sorun kaynağı olması yapılanmasıyla
ilgilidir.
Ortadoğu uygarlıklarında ideolojiler büyük rol oynamıştır.
Uygarlığın kendisi Sümer rahiplerinin mitolojik yaratımlarına çok şey
borçludur. İnşa edilen tanrılar panteonu tüm dinleri etkilemiştir. Maddi
uygarlıkla iç içe hep manevi bir uygarlık da inşa edilmiştir. Yerde bir güç
olarak yükselen krallık ve hanedanlık, kendisini simgesel olarak tanrı diye
sunma ve yüceltmeyi ideolojisinin temel görevi haline getirmiştir. Yerdeki kral
tanrısal imgeler olarak göklere yansıtılmıştır. O dönemden beri felsefe, bilim,
sanat ve dinler sürekli bu tanrıları aramışlardır. Bulabildikleri bir yandan
gerçekler dünyasıyken, diğer yandan gerçeklerin saptırılmış hayal dünyası
olmuştur.
Ortadoğu ideolojik dünyası açısından önemli olan, mitolojik
ideolojinin nasıl dinsel ideolojiye, dinsel ideolojinin nasıl felsefi
ideolojiye ve en son bilimsel teorilere dönüştüklerini izlemektir hangi maddi
sorunlar dünyasının karşılıkları olduklarını bulmak ve izlemektir. Ekonomik ve
toplumsal yaşam sorunları ideolojide mutlaka karşılığını bulurlar: Gerçek veya
saptırılmış olarak. İktidar, devlet ve hanedan kuruluşları çok tipik olarak
kendilerini ideoloji dünyasında da tanrısallıklar biçiminde inşa edip sunarlar.
Bu yönleriyle ideolojik çözümlemeler yapılırsa, toplum hakkında daha doğru
bilinç ve aydınlanma mümkün olur. Tüm ilk ve ortaçağların dinler ve tanrılar
dünyası, yükselen hiyerarşiler ve hanedanlıklar, iktidar, devlet ve
sermayedarlar dünyasının yansıtılmış, meşrulaştırılmış izlerini taşır. Kendi
aralarındaki sorunlar ve kavgalar aynen izlerinde de yaşanır. Maddi sorunları
iyi kavramak için ideolojik alan ne kadar gerekliyse, tersi de o denli
gereklidir. İki yanı, yüzü ayırt etmek kadar, aralarındaki bağlantıları da hep
aramak, görmek gerekir.
Uygarlıkların momentlerinde inşa edici güçler ideolojinin
imgesel (hayali) karakterinin tamamen farkındaydılar. Köleler dünyasına bu
hayali dünyayı gerçekler olarak sunarken hem köleleri uysallaştırıyor, hem de
arzularını gemliyor ve öte dünya dedikleri imgeyle avutacaklarını umuyorlardı.
Dolayısıyla bu durum çok sorunlu bir ideolojik dünyanın gelenekselleşmesi
oluyordu. Uygarlık tarihinin hep dinler ve tanrıların gölgesinde sunulması bu
gerçeklikle bağlantılıdır.
Günümüzde de ağır toplumsal sorunlar bu yönlü ideolojik
sorunlara dönüştürülür. Belki de daha kolay çözülebileceklerine duyulan
inançtan ötürü böyledir. İslamî ideolojinin canlandırılması toplumsal
sorunların artan varlığını yansıtır. Modernite ideolojilerinin çözüm aracı
olamamaları, toplumsal sorunlarla gerçekçi bağ oluşturamamalarından
kaynaklanır. İster geleneksel (dinsel) ister modernist ideolojilerdeki
(liberalizm, milliyetçilik, sosyalizm vb) başarısızlık, toplumsal sorunları
doğru yansıtmamalarıyla ilgilidir. Çözüm evrimci ve devrimci tarzlarıyla hem
söylemde hem de eylemde doğrunun yaşanmasını dayatmaktadır.
8- Ortadoğu Toplumunun Devrim Sorunu
Şemasını sunmaya çalıştığımız bu kapsamdaki toplumsal
sorunların elbette bütünsel olarak devrim sorununda düğümlenmeleri
anlaşılırdır. Devrimi değişik bir biçimde tanımlamaya çalışacağım. Ortadoğu
uygarlık tarihini bir yönüyle karşıdevrim tarihi olarak yorumlayabiliriz.
Kimlere karşı karşıdevrim? Uygarlık sisteminden dışlanan tüm toplumsal
unsurlara karşı bir karşıdevrim. Kadına, gençlere, tarım-köy toplumuna,
konar-göçer kabile ve aşiretlere, gizli mezhep ve inanç sahiplerine,
köleleştirilmek istenenlere karşı karşıdevrim. Uygarlık kendi öz çıkar güçleri
için yeni bir düzen veya devrim iken, karşıt güçler için yıkım ve
karşıdevrimdir. Benim için devrimin anlamı, uygarlık sisteminin sürekli alan ve
uygulamasını daralttığı ahlâkî, politik ve demokratik toplumun yeniden ve daha
geliştirilmiş olarak bu niteliklerini kazanmasıdır.
Bir Marksist sosyalist için devrim ‘sosyalist toplum’dur.
İslam devrimcisi için ‘İslamî toplum’dur. Burjuva için ‘liberal toplum’dur.
Aslında böyle toplumlar yoktur. Bunlar ortaçağda olduğu gibi birer
adlandırmadır. Birer ideolojik etiket takılınca toplumlar nitelik
değiştirmezler. Örneğin bir sosyalist Sovyet insanıyla liberal Avrupalı insan
arasında köklü farkların olmadığı Sovyetler’in çözülüşünden sonra yeterince
anlaşılmıştır. Bir Hıristiyan ile bir Müslüman arasındaki dinden kaynaklanan
farkların yaşam üzerindeki etkileri son derece cüzîdir. Eğer toplumlar arasında
niteliksel bir ayrım yapılacaksa, bu ancak tanımlamaya çalıştığımız ahlâkî,
politik ve demokratik toplum nitelemesi temelinde yapılabilir. Köklü
farklılıklar bu kavramlar ve yansıttıkları olgularla daha gerçekçi olarak
belirlenebilir. Şüphesiz daha ahlâkî, politik ve demokratik olan toplumlar
özgürlüğü ve eşitliği yaşama olanaklarına daha fazla sahiptirler. İsteyen
bunlara sosyalist toplum da diyebilir.
Ortadoğu toplumu gerçekçi biçimde yorumlandığında, yaşanması
gereken devrimin ahlâkî, politik ve demokratik niteliklerinin tespit
edilmesinde güçlük çekilmez. Denenen tüm geleneksel ve modernist ideolojilerin
durumu daha da sorunlu hale getirdikleri yaşanan olaylardan anlaşılabilir. Bu
sonuçlar politik ve ahlâkî demokrasinin olmazsa olmaz gerçekliğini
kanıtlamaktadır. Demokratik siyasetsiz, dolayısıyla ahlâktan da yoksun toplumun
temel devrim sorunu bu nitelikleri kazanma sorunudur. Devrim sorunu bu temelde
konulunca, siyasi program, stratejik ve taktik mevzilenmeler ve doğru pratik
adımlar da buna göre belirlenebilir. Bu tarz bir devrim anlayışı İslamî,
sosyalist, milliyetçi devrim yaklaşımlarından çok farklıdır. Bu yaklaşımlar
kapitalist modernite içinde son tahlilde özellikle ulus-devlete götürmekten
geri kalmazlar. Kapitalist modernite ise sorun çözme aracı değil, sorunları
büyütme ve tüm topluma yayma aracıdır.
Devrim ahlâkî, politik ve demokratik alan uygulamalarında
mesafe aldıkça, kapitalist moderniteden uzaklaşmaya ve demokratik moderniteyi
somutlaştırmaya başlar, gelişir. Devrim sorununa ilişkin diğer bir farklılığı da
yaşam ve eylem tarzında belirlemek önemlidir. Düz çizgisel yaklaşımlar ne kadar
hatalıysa, teori-pratik ayrımını derinleştirmek de hatalı eylemlere götürür.
Çok iyi bilinmesi gerekir ki, devrim öncesi ve sonrası için farklı yaşam
biçimleri yoktur. Özellikle bir devrimci için bu böyledir. Eylem insanı olmak
teorik donanımla birlikte yaşanır. Ahlâkî, politik ve demokratik nitelikleri
günlük yaşamında söylemi ve eylemine yansıtmayan kimseye devrimci denmez. Bu
tür kimselerin devrimci militanca bir yaşamı olamaz. Ayrıca sadece
direnişçilikle, öz savunma yöntemiyle toplumu savunmakla eylemci olunamaz.
Ahlâkî, politik ve demokratik toplum inşalarıyla bütünleştirilemezse, öz
savunma savaşı ve her tür direnişçiliğin kalıcı başarı şansı olamaz. Toplumun
sorunları nasıl bir bütünlük arz ediyorsa, devrimin ve devrimcinin de tüm
söylemleri ve eylemlerinde siyasi program, strateji ve taktik planlamayı iç içe
uygulaması gerekir. Yaşam akışkanlığı bir bütündür. Kopuk aşamalarla
yaşayabileceğimizi sanmamalıyız. Eğer bazı tarihsel örneklerden ders alacaksak,
Zerdüşt, Musa, İsa, Muhammed örnekleri son derece öğreticidir. Bu tarihsel
kişilikler Ortadoğu toplumları için düşünülen devrimlerin ve devrimcilerin
nasıl bütünlüklü, yoğun tempolu, ilkeli ve pratik olmaları gerektiği konusunda
binlerce yıl önceden bizleri uyarmaktadır. Ortadoğu devrimleri kapitalist
modernite kalıplarına göre değil, kendi tarihsel değerlerine uygun olarak, ama
güncel bilimle bütünleşerek başarılı olabilir.
Sonuç olarak Ortadoğu toplumunda bunalım ve sorunları üç
aşamada özetlemek mümkündür. Birinci aşama, M.Ö. 3500’lerde kendini iyice belli
eden hanedan, hiyerarşi, kent, iktidar, devlet ve sınıf olguları etrafında
gelişen merkezî uygarlık sisteminin yükselişidir. Bu sistem toplumsal
sorunların kaynağıdır. Bu sürece dıştan kabile sistemiyle, içten İbrahimî ve
Zerdüştik dinsel sistemlerle yanıt verilmeye çalışılmıştır. İkinci aşama,
İslamî uygarlıkla son çıkışını yapan merkezî uygarlık sisteminin biriken
sorunlarına karşı Rönesans girişimlerini tam başaramaması, 1200’lere doğru
öncülüğü İtalya Yarımadasındaki kent uygarlık çıkışlarına kaptırması, bunalım
ve sorunlarının daha da derinleşmesini yaşama sürecine girmesidir.
Günümüze doğru ‘Şark Sorunu’ adı altında yaşanan üçüncü
aşama, Avrupa’nın merkezî uygarlık sisteminin hegemonyasını ele geçirmesi ve
bölgeye yönelmesiyle birlikte 1800’lerden itibaren yaşanmaya başlanmıştır.
Kapitalist moderniteye dayalı olarak gelişen geleneksel ve modernist çözüm
arayışları ise sorunların daha da ağırlaşmasıyla sonuçlanmış kriz, soykırım ve
intiharın eşiğine kadar varan olumsuzluklara yol açmıştır.
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info