10 Nisan 2010 Cumartesi Saat 07:59
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Tarihsel ve İdeolojik
Gelişimi
Tarihsel süreç
içerisinde tüm egemen sınıflar kendi çıkarlarını geniş kitlelerin çıkarı gibi
sunmak ve söz konusu çıkarlar etrafında örgütlemek için bir takım ideolojilere
başvurmaktan geri durmamışlardır. Toplumların yapay, kültürel temellerde
bölünerek toplumsal çelişkilerin ve maddi sınıfsal çıkarların üzerinin, farklı
medeniyetlerin çatışması biçiminde gösterilmesi yöntem olarak hiçte yeni bir
şey değildir. Tarih, Hıristiyanlık ya da İslam adına yapılan, ama gerçekte
egemen güçlerin çatışmasından başka bir şey olmayan nice savaşlara tanıklık
etmiştir. Doğu ile Batı uygarlıklarının
dinler üzerinden karşı karşıya gelmesi biçiminde sunulan haçlı seferleri bunun
çarpıcı bir örneğidir. Oysa bu savaşlar, dinler ya da uygarlıklar arası bir
savaş değil, dönemin egemen güçlerinin ticaret tollarını ele geçirmek için
başlattıkları iktidarlaşma ve hegamonik güç savaşlarıydı.
“Avrupa’da kapitalizmin doğuşunda Ortadoğu’nun belirleyici
katkısı Hıristiyanlıkla bağlantılıdır. Ortadoğu’nun 10.yüzyıla kadar Avrupa’nın
ahlakını belirlemeyi tamamladığı, feodal Avrupa’nın doğuşunda temel rol
oynadığı( hem siyasi hem dini), haçlı savaşlarıyla bir kez daha Ortadoğu’nun
Avrupa’ya taşındığını belirtmek gerekir. Tüm bu hususlar olmazsa olmaz
belirleyici özelliklerdir. (A.ÖCALAN)
Haçlı seferleri
sonrasında Batılı güçlerin Doğu’ya olan ilgisi daha da artmıştır. Bilginin
başlıca nedeni: birincisi, haçlı seferleri beraberinde ticari ilişkileri de
geliştirmiş, Venedik, Cenova ve Fransa’nın liman kentleri ile Mısır, Suriye ve
tüm Doğu dünyasına uzanan bir ticaret ağı kurulmuştur. Dolayısıyla Doğu ticari
çıkarlar açısından önem kazanmıştır. İkincisi, feodal beylikler çözülüp
yerlerine merkezi krallıklar kurulmaya başlarken, ticaretle birlikte yeni bir
sınıf, burjuvazi de gelişmeye başlamıştır. Bu gelişmelerin etkisiyle 1312’de
Viyana’da toplanan Kiliseler Şurası Paris, Oxford, Bologna, Avignon ve Salamanca
üniversitelerinde Şark kültürünün araştırılması ve dillerinin öğrenilmesi için
kürsüler kurulması kararı alınmıştır. Böylece Batı’da Şarkın incelenmesi
akademik meslek düzeyine yükselecek ve bir Doğu bilimi dalı doğacaktır.
“Avrupa sosyal
bilimcileri boşuna Doğu’nun takibine çıkmamıştır. Ama ellerindeki Oryantalizm,
gerçeği anlatmaktan çok uzaktır. Bu çabaları ön sömürgeci niyetler taşısa bile,
asıl amacın bu olmadığını, Avrupa’nın
uygarlaşma öyküsünü anlamak olduğunu belirtmek daha doğru bir ifade olacaktır.
Çünkü Avrupa’yı çelişki, sorun ve savaşlarıyla anlamanın yolu özellikle
Yakındoğu’yu çözmekten geçer. (A.ÖCALAN)
Hindistan, Çin ve
Ortadoğu’nun bir bölümünün sömürgeleştirilmesiyle birlikte doğu’ya ilgi daha da
artacaktır. 1798’de Mısır seferine çıkan Napolyon Bonaparte’ın gemisinde bir
Şark uzmanı ekibi de yer almıştır. 1800’lü yılların ilk yarısından başlayarak
Amerika ve Avrupa’da pek çok Şark Derneği kurulmuştur. Akademilerin yanı sıra
bu dernekler de araştırmalar yaparak konferanslar düzenliyorlardı. Yayınlanan
kitaplarda ve konferanslarda aşağılayıcı nitelemelerde bulunuyorlardı. Şakın
bilim adamı çıkartamayacağı, düşüncelerinin sınırlı olduğu, kendi kendilerini
yönetemeyeceklerini, uygarlaştırılmaları gerektiği fikrini inceltilmiş yöntemler
kullanarak kanıtlamaya çalışıyorlardı. Neredeyse tüm burjuva aydınlar bu ırkçı
koroya kaptırmışlardı kendilerini. Victor Hugo’dan, Flaubert’e kadar pek çok
aydın, romanlarında Şarklıları küçümsüyor ve cinsellikten başka bir şey
düşünmeyen şehvet düşkünü yaratıklar biçiminde betimliyorlardı. Batı gelişmiş
üstün bir medeniyetin ve kültürün temsilcisiydi ve dünya Batı’nın üstünlüğünü
ve egemenliğini kabul etmeliydi.
Bu tarihsel
gelişim sürecinde Şarkiyatçılık bir düşünce sistemi olarak doğmuş ve günümüze
kadar gelmiştir. Batı için Şarklılar, sadece coğrafi koşullar gereği doğuda
yaşayanlar’ demek değildir. 18. yy da Doğubilimi ya da Batı dillerindeki adıyla
Oryantalizm, Doğu’yu aynı zamanda ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel, dinsel
ve askeri yönleriyle de tanımlamıştır. Bu tanıma göre Doğu aynı zamanda İngiliz
ve Fransız imparatorluklarının Ortadoğu’daki topraklarda edindikleri
sömürgeler(ne yazık ki!) yönetilmesi gereken insan yığınlarıdır. Batılı egemen
güçlerin sömürgeci emelleriyle doğrudan örtüşen bir şark imajı yaratılmıştır.
Araştırmacıların büyük bir çoğunluğu Doğu’yu düşman olarak gösteriyor ve Doğu
uygarlıklarının birikimini yok sayıyorlardı. Tarihsel gelişim çizgisinden
kopartılmış, soyut ve Oryantalist uzmanların görüşleriyle yeniden yaratılmış
bir Doğu söz konusudur. Çizilen tasvire göre Doğu kimi yönleriyle ilginç,
egzotik, ama aynı zamanda barbar, kültürel olarak geri, cahil bir coğrafyadır.
Hintliler, Çinliler ve Özellikle de şeytanın soyu olmakla suçlanan Müslümanlar
aşağılanıyor, hor görülüyordu. Yayınlanan kitaplarda Doğu insanına dair bitmez
tükenmez, akla hayale sığmaz aşağılayıcı öyküler anlatılıyordu. Batının, Doğu
için uydurduğu genellemeler ilk önce sömürgeyi yönetme kademesinde başlamıştır.
İktidarın en üst kademesinden başlayan ( daha önce ‘şark kendini temsil
edebilseydi ederdi zaten’ cümlesiyle) ‘onlar hiçbir şeyden anlamazlar mantığı’
tüm pratiklere yansımıştır. Bağımlı ırklar kendileri için neyin hayırlı
olduğunu bilme becerisine sahip değildir. Koşullar yöreden yöreye ufak
farklılıklar gösterse de Şarklılar hemen hemen her yerde aynı biçimde çekilip,
çevrilebilinirdi. Buna göre de, ne bir Arap’ın, ne Hintli’nin ne de bir Türk’ün
Batılı gözünde farkı yoktur. Şark, Batı’nın belirlediği sıfatlara uyuyorsa
Şarktır.
Hem geleneksel
Şarkiyatçılar hem de Kissinger, kültürler arasındaki farklılğı, önce bu
kültürleri ayıran bir cephe yaratarak, ardından da Batı’yı öteki’ne hakim
olmaya, onu denetim alanında tutmaya, olmazsa (üstün bilgisi, uzlaştırıcı gücü
sayesinde) yönetmeye davet ederek açıklar. Bu militanca ayrımlamanın, hangi
amaçlar adına, neler pahasına korunduğunu anımsatmak önemlidir. Bu
yorumlarıyla, şarkiyatçılığın en nihayetinde gerçekliğin siyasal bir tasavvur
olduğunu ve bu tasavvurun yapısı tanıdık ile yabancı arasındaki farkı daha da
keskinleştiğini belirtmektedir. Öte yandan 19.yy’da bu ötekileştirme projesin
Batının kendi için oluşturduğu imajda ayrıca incelemeye değerdir: ‘’ hiçbir
şarklının bir batılıyı yaşlanıp bozulmuş haliyle görmesine izin verilmediği
gibi, hiçbir Batılı da kendi görüntüsünün bağımlı ırkın gözlerinde dinç, akılcı
ve her zaman tetikte olan genç bir Raca’dan farklı bir şey olarak yansıma
olasılığına katlanmak zorunda kalmadı.Tüm bu analizlerin ışığında
Şarkiyatçılığı ve Şarkı, Batı tarafından çeşitli nedenlerden ötürü
sınıflandırılmış, kendisinden korkulan ama üzerine ahkam da kesilen,
yönetilen-yönetilmesi gereken, yapay bir ötekilik hali olarak tanımlayabiliriz.
“Avrupa merkezli sosyal bilim egemenlik kokmaktadır. Ya
egemen kılar yada egemenlik altına alır. Halbuki bize gerekli olan demokratik
özne olmak ve adilce paylaşmaktır. Avrupa sosyal bilimi özünde liberalizmdir
bir ideolojidir. Ama bu gerçekliğini o denli görünmez kılmıştır ki, büyük
muhalif eleştirmenler bile özümseme gücünü gösterebilmiştir. Anti-Avrupacılık
da Avrupa merkezli düşüncenin bir parçasıdır. Avrupa’nın Doğu’da, Doğu’nun
Avrupa’da olduğundan hareketle, hangi değerlerimizin evrensel olduğunu bilerek
tutum geliştirilmelidir. Avrupa’nın birçok değeri öz değerlerimizin bugünüdür,
geliştirilmiş halidir. (A.ÖCALAN)
Oryantalizm Batılı
sömürgeci güçler için yol açıcı bir rol üstlenmiştir araştırmalar yapılmış,
Şark dilleri öğrenilmiş, sömürgeci güçler için sadece ideolojik argümanlar
değil, stratejide üretilmiştir. Entelektüel dünya, sessizce yürütülen bir Batı
ideolojisi olan Oryantalizmin bu kadar net tanımlanabilmesini bir anlamda
20.yy’ın en önemli araştırmacılarından olan Edward Said’e borçludur. Said,
kitabında Batılı akademik dünyanın Ortadoğu’ya (çünkü doğudan anlaşılan kutsal
topraklar ve Ortadoğu sömürgeleridir) ve islamiyet’e bakışındaki ikiyüzlülüğü, edebi metinler
üstünden giderek ortaya sermiş ve akademiye sıçrayan yazının nasıl
sistematikleştirerek, düşünce ve yönetim felsefesine dönüştüğünü açıklamaya
çalışmıştır. Kaman’ın yorumuyla Şark üstüne ‘bilgi’ edinme sürecinin, Şark
üzerinde ‘iktidar’ kurma sürecine nasıl bağlandığını göstermiş ve
‘Oryantalizmin ipliğini pazara’ çıkarmıştır. Edward Said, Şarkiyatçılıkta iki
yüzyılı aşkın detaylı bir metinler ve yazarlar dizini ortaya koyarak, Batının
üstün medeniyet maskesi ardına saklanarak sürdürdüğü sömürgeciliğin en bilindik
sembollerini gözler önüne sermiştir. Said’e göre, Şarkiyatçılık doğunun
bizatihi kendisinden daha ziyade Batılı bilinci ile ilgili bir olgudur. Şarkiyatçılıkta,
yani Batının Şarkı algılayışı noktasında ( dünyayı şekillendiren gücün
politik-ekonomik çıkarlar olduğunu göz önüne alırsak) 21.yy’da da değişen hemen
hemen hiçbir şeyin olmadığını görmek mümkündür.
Said’e göre,
Şarkiyatçılık, stratejisi gereği, Batılıya görece üstünlüğünü hiç yitirmeksizin
Şarkla kurabileceği bir olanaklı ilişkiler dizisi sağlayan bu esnek konum
üstünlüğüne dayanır hep. Başka türlü de olamazdı zaten, hele rönesans’ın
sonlarından bugüne uzanan görülmedik Avrupa hükümranlığı döneminde. Bilim
adamları, misyonerle, tüccarlar, askerler, Şarktan pek bir direniş görmeksizin
Şarkta bulunma ya da Şarkı düşünme imkanına sahip oldukları için Şarktaydılar,
Şarkı düşündüler. Ayrıca Şarka özgü şeylerin imgesel düzlemde incelenmesi, neredeyse
sadece egemen Batılı bilincine dayanıyordu bu bilincin karşı konulmaz
merkezliğinden, önce Şarklının kim ya da ne
olduğuna dair genel düşüncelere göre, ardından da salt ampirik
gerçeklikçe değil, bir arzu, baskı, yatırım, yansıtma öbeğince de yönlendirilen
ayrıntılı bir mantığa göre, Şark dünyası doğdu.
Said, kimi zaman
eleştirel duruşunu muhalif diye tanımlar. Bu, emperyal güce ve bilgiye karşı
açık bir saldırı duruşudur. Fakat daha sık olan kendisini olumlu şekilde bir
hümanist diye nitelendirmesidir. Said’in hümanist bakış açıları, elbette
hümanizmin radikal bir eleştirmeni olan Foucalt’dan türetilen yöntem
kullanımlarıyla harmanlanamaz. Said, Foucault’nun analizini bir kültürel
düzenin egzotik ‘ötekiler’le bağlantılı olarak dışsal bir şekilde nasıl
tanımlandığını kapsayacak şekilde genişletmiştir. Emperyalist bir bağlamda
tanımlamalar, tekrarlamalar ve tabi halkların ve mekanların
metinselleştir(il)meleri, ‘içsel’ temsiller ( örneğin on dokuzuncu yüzyıl
Avrupa’sındaki suçlu sınıflar) ile aynı kurucu rolü oynar ve aynı sonuçlara
sahiptir. Hem fiziki hem de ideolojik anlamda disiplin ve mahkumiyettir.
Dolayısıyla ‘Doğu’ Said’in analizinde, sadece Batı için var olur.
Oryantalizm’deki görevi söylemi parçalamak, baskıcı sistemi ifşa etmek, alınmış
fikirlerden ve durağan imgelerden ‘arşivi temizlemektir.
Said genel olarak
‘muhalif’ kültür eleştirmeni duruşun ötesinde, kısaca ele alınmayı gerektiren
başka foucaultcu yaklaşımlardan da yararlanır. En önemlisi Nietzsche’nin soy
kütüğü adını verdiği eleştirel geriye bakış yaklaşımıdır. Oryantalizm alanı,
soy kütüğü bakımından iki şekilde dağıtılmıştır: eşzamanlı ( Doğu’nun tüm
Batılı metin versiyonlarını birlikli bir sistem halinde oluşturur) ve
artzamanlı olarak ( aeskylos’tan Renan’a ve modern siyasi sosyolojiye ve alan
çalışmalarına dek uzanan Doğu hakkında tekil bir ifadeler silsilesi
oluşturulur). Tüm soy kütükleri gibi Said’inki de açıklamak ve etkilemek için
oluşturulan bugüne yaklaştıkça daha da özgül hale gelir. Dolayısıyla izahatın
büyük bir kısmı, oryantalizmin on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın başındaki en
parlak dönemini anlatır. Bunun peşinden Ortadoğu’nun bugünkü durumundan klasik
geleneğe göndermede bulunarak anlamlar yaratma girişimi gelir.
Said’in genel
argümanı tözel bir Doğu mefhumunun altını oymaktan ziyade ‘Batı’yı
sorunsallaştırmak gibi bir etkiye sahiptir. Bugün ‘Doğu’ hakkında konuşmak bir
zamanlar olduğundan daha az yaygındır ama hala ‘Batı’ya Batı kültürüne
gelişigüzel göndermelerde bulunabiliyoruz. Said , oryantalizmin parçası olduğu
Batı kültürünü resmettiği kadar, onların varsayımlarını da paylaşır. Bu şekilde
görüldüğünde, Batı düzeni emperyal, karşılıksız, saldırgan ve potansiyel olarak
hegemonyacıdır. Bugün Batı’dan bahsettiğimizde genellikle ayrık bir coğrafi ya
da kültürel merkezden karmaşık yollarla yayılan teknolojik, ekonomik, siyasi
bir güce işaret ediyoruz. Bu güç, eğer tekil olarak bahsedilebilirse, çeşitli
merkezlerden çok çeşitli biçimlerde yayılmaktadır. Bugün Japonya, Avustralya,
Sovyetler birliği ve Çin de buna dahildir. Bu değişiklik süreçlerinin küresel
kültürel türdeşleşme ya da yeni bir çeşitlilik düzeniyle sonuçlanıp
sonuçlanmayacağını söylemek için henüz çok erken. Yeni, eskiye nazaran her
zaman monolitik gözükebilir. Şimdilik tüm karşıtlaştırıcı kavramlara şüpheyle
yaklaşılmak zorundadır. Bu ister Batılı-geri kalanlar(üçüncü dünya) bölünmesi,
ister gelişmiş-azgelişmiş, ister modern-modenrlik-öncesi vs. şeklinde olsun.
Said’in Oryantalizm adını verdiği söylem eleştirisi tam da bu nokta da büyük
öneme sahiptir.
Evrensel değerler
genellikle iki temelden birine dayanılarak, doğruluğu öne sürülür. Ya bize
birileri bildirir veya bir şeyler aracılığıyla bildirilir- bir peygamber,
peygamberlik kabilinden yazılar ya da bir tür peygamber veya peygamber
kabilinden yazıların yetkisi ile meşrulaşma iddiası olan kurumlar- ya da
müstesna insanlar veya insan gruplarının engin kavrayışlarıyla ‘doğal’ olarak
‘keşfedilir’. Açığa çıkan gerçeklerin dinlerle ve doğal hukuk doktrinlerinin
ahlaki veya siyasi felsefelerle ilişkilerini kurarız. Her iki çeşitteki
zorluklar da belirgindir. Evrensel değerlerin her tikel tanımına karşı koyan
iyi bilinen iddialar ortaya çıkar. Birçok bin ve bir dizi dini otorite vardır.
Onların evrenselcilikleri her zaman birbiriyle uyuşmaz. Ve birbirleriyle
durmadan kavga hali içinde olan birçok doğal yasa versiyonu vardır.
Evrensellerle-tikeller arasındaki ilişki ve Oryantalist olmamanın yolları
üzerine ne söylenebilir? Zira, Oryantalizmin dört bir yanımızı sarıp sarmalayan
çok sayıda görünümü bulunmaktadır. Avrupa-merkezci evrenselcilikler tarafından
çileden çıkarılan insanlar, hiyerarşiyi tepetaklak etmeyi genellikle cezp edici
bulurlar ve bunu iki yoldan yaparlar.
“Realist bir
değerlendirme yaklaşımı açısından giriş yapmak daha faydalıdır. Gerçekten bir
modern dünya-sistemi vardır ve geçmişteki tüm örneklerinden hakikaten
farklıdır. Bu sistem Avrupa’nın ve Amerika’nın on altıncı yüzyılda ortaya
çıkarmış olduğu bir kapitalist dünya ekonomisidir. Ve bir kere kendini sağlamlaştırmayı
başardığında, kendi iç mantığına ve yapısal ihtiyaçlarına göre hareket
etmiştir. Bunu yapmak için askeri ve teknolojik yeterliliğini geliştirmiş ve
böylece on dokuzuncu yüzyıldan evvel bütün dünyayı kapsamayı başarıncaya kadar,
sırasıyla dünyanın her bir parçasını kendine eklemleyebilmiştir. Ayrıca bu
dünya-sistemi, önceki dünya-sistemlerinden oldukça farklı işlemiştir.
(IMMANUEL WALLERSTEIN)
Kapitalist dünya-ekonomisinin belirliliklerinden birisi, bu
sayede işleme kapasitesini sürdürmede anahtar bir öğe olarak kullandığı temel
bir epistemoloji geliştirmek olmuştur. Montesquieu’nun Acem Mektuplarında
belittiği, Said’in Oryantalizm’de oldukça hiddetli saldırdığı bu
epistemolojidir. İkili ayrılıkları ve özellikle de evrenselcilik ( ki baskın öğelerin
kendinde vücut bulduğunu iddia ediyordu) ile tikelcilik ( ki bastırılan herkese
aynı sıfatı atfediyordu) arasında yapılan ikili ayrılığın somutlaştıran bu
modern dünya-sistemidir.
Said, bizzat
Foucault’un söylem kavramını ve onun iktidar yapılarıyla olan doğrudan ilişkisi
ile bu yapılar üzerindeki yansımalarını aşikar bir şekilde kullandı.
Oryantalizmin özcü söyleminin, hakkında yazılan bölgelerin gerçekliğinden ve
özellikle de dünyanın güçlüleri tarafından kataloglanan ve üzerinde çalışılan
madunların yaşadığı ve gördüğü gerçeklikten oldukça uzak olduğunu anlatıyordu.
Aslında Said, bizlere bilgi çıtamızın
eşitsiz toplumsal ve siyasal kurumları oluşturan nedensel bir faktör
olduğu için kelimelerin, kavramlar ve kavramsallaştırmaların tek başına bir
nedensel faktör değil, ama nedensel faktörlerden bir tanesi olduğunu
belirtiyordu. Bize büyük anlatıları reddetmememiz, tam tersine, onlara geri
dönmemiz çağrısında bulunuyordu. Çünkü onlar sadece ‘muallakta asılı,
ertelenmiş bulunan veya engellenen’ anlatılardı.
Büyük anlatılara
geri döndüğümüz zaman iki farklı sorunla yüz yüze kalırız. Bir tanesi, içinde
yaşadığımız ve iktidarda olanların ortağı ve uygulayıcıları olduğu evrensel
değerleri olan, dünya-sistemi olarak tanımlamış olan dünyaya bağlanmaktır.
İkincisi, evrensel değerler adı verilen şeylerin olup olmadığına ve eğer varsa,
onları hangi koşullar altında ve ne zaman bilebildiğimizi
değerlendirmektir.
Bu yüzden
Oryantalizmi dönemin koşulları bağlamına yerleştirmek zorundayız. Birincisi,
1945 sonrası dünya çapındaki ulusal kurtuluş hareketlerinin büyük başarısı ve
ikincisi, dünyanın unutulmuş haklarının gerek dünya-sisteminin iktidar yapıları
içinde gerekse de bilgi yapıları entelektüel analizleri içinde bulunan meşru
yerleri konusundaki taleplerinin bir ifadesi olan 1968 dünya devrimidir.
“Elli yılı aşkın
tartışmanın sonuçları: dünya-sistemi içindeki iktidar dengesinin geçirdiği
dönüşümler modern dünya-sistemi tarihinin çoğu döneminde etkili olan ve
hepimizin sahip olduğu bilişsel çatıda oldukça derinlikli biçimde bulunan ikili
zıtlıkları besleyip baskın düşünme yollarının entelektüel meşrulaştırmasına
hizmet eden evrenselciliğin basit kesinliklerine son verdi. Şimdiye kadar
yapamadığımız şey ise, bizleri Oryantalist olmayan bir hale getirecek bir
alternatif çatı üzerine her hangi bir konsensüse varamayışımız ve gerçekten her
hangi bir taslağını çizemeyişimiz olmuştur. Özcesi, Oryantalist olmamak mümkün
müdür? ( IMMANUEL WALLERSTEIN )
Ali Rızgar
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info