Kürt Halkı ve diğer Orta Doğu Halkları için en doğru çözüm yolunu sunan Önder APO’nun öncülüğünde gelişen PKK, yürüttüğü mücadele ile Orta Doğu’da yürürlükte olan savaştaki en etkin role sahip pozisyondadır. Yaratıcılığı ve çözüm gücü ile Önder APO 21. Yüzyılda yaşanan sistemsel ve insani krize çözüm olarak sunduğu alternatif ile de Orta Doğu sınırlarını aşan bir etki yaratıyor. Ancak bu yaratılan etki, kapitalist modernite ve Devletçi güçler gibi toplum içinde sınıflar yaratıp, kendisini sonsuza dek yaşatabileceğini umduğu piramidi yerleştirmeye çalışanların hedefi olmaktadır. İmralı’da Önder APO üzerine uygulanan tecrit ve PKK’ye yönelik son olarak Haftanin’de yapılan saldırı, esasen bu güçlerin hedef olarak seçmelerinden kaynaklı gelişmiştir. Yaşanan krize karşın halkların çıkarını esas alan alternatif çözüm modeli sunan dönemin en öncü stratejikti Önder Apo üzerine yürütülen tecrit başta Avrupa’da olmak üzere, Dünya’nın birçok yerinde eylemler ile yüzbinler tarafından protesto ediliyor. Dünya’nın her tarafında uygulanan tecride karşı harekete geçilmesi çağrısı yapılmakta ve tecridin kaldırılması talebi ile eylemler düzenlenmekte, Gerilla da gelişen saldırılara karşı en güçlü ve doğru direnişi sergilemektedir. Diğer yandan PKK’ye yönelik içeriğinde hem zayıflatma ve hem de tasfiye etme amacı ile geliştirilen yoğun saldırılar gelişiyor.
Bu saldırılar 2 temel amaç taşımaktadır. İlk temel amaç olarak PKK’nin zayıflatılması ve teslim alınmasında, oluşturulmak istenen sisteme dahil edilmesi gibi bir sonuç ön görülmektedir. Elbette ki bu plan veya amaç, kapitalist modernist güçlerinindir. PKK, yapılan saldırılar ile direnemeyecek ve sunduğu alternatif sistemi hayata geçiremeyecek pozisyona getirilmek isteniyor. Bunun böyle olduğunu da bu güçlerin Orta Doğu üzerindeki politikalarını hayata geçirme gibi bir role sahip olan Türk Devleti’nin ikide bir BM denetiminde olduğunu bildiği Maxmur mülteci kampı ve hamisi olduğu DAİŞ’in saldırıp soykırım uygulamak istediği Şengal’e karşı savurduğu tehditlerden anlıyoruz. Tüm Dünya tarafından terör örgütü olarak tanınan DAİŞ saldırılarına karşı herkesin gözü önünde kimilerinin kaçmak için bastığı gaz pedalına, Şengal’e ulaşmak için basan PKK’yi gerekçe yapması ve tabii ki hareket eden kamyonetin arkasına binip kaçmaya çalışırken görüntülenen KDP’nin de buna arka çıkması, Türk Devleti’nin kendi başına girişebileceği bir durum değildir. Öncelikle Maxmur’a yönelik savrulan tehditler ile ilk amaç dediğimiz zayıflatma ve teslim alma da BM’yi yönetiyor diyebileceğimiz devletler tarafından şantaj olarak PKK’ye karşı kullanılıyor. Türk Devleti her ne kadar bölgedeki karmaşıklıktan faydalanıp saldırılarını yapıyor olsa da, saldırılardaki tek neden bölgedeki karmaşa değildir. Bölgede söz sahibi olabilmek için bölgenin karmaşık hale gelmesinde önemli bir etki sahibi olan çeteleri kullanıyor. Çeteler Türk Devletine doğrudan bağlıdır. Aynı amaca hizmet ettikleri için değil, Türk Devleti yine NATO’nun planları çerçevesinde Türkiye’deki Kayseri, Kütahya, Eskişehir gibi şehirlerde kurduğu kamplarda bu çetelere askeri ve ideolojik eğitimler verdi. Ancak daha sonra NATO’ya dolaylı yoldan hizmet etmesi için oluşturulan bu güç Erdoğan öncülüğünde NATO çizgisinden uzaklaştı. Bugün Orta Doğu’daki farklı ülke ve topraklarda kargaşaya sebebiyet veren çetelerin Türk Devleti’nin bir dediğini iki etmemesi öyle yansıtıldığı gibi Türk İstihbarat Teşkilatı (MİT)’nın başarısı falan değil. Bu çeteler yıllarca Türkiye’de eğitildi. Bu yüzden Türk Devletine göbekten bağlıdır. Çeteler arasında öldürülüp daha sonra kimliği deşifre edilen birçok MİT elemanı bulunuyor. Deşifre edilmeyenleri de cabası. Öte taraftan Türk Devleti’nin çetelere birkaç yıl önce el altından yaptığı şimdilerde ise açıkça yaptığı silah sevkiyatları da bunun somut ifadesidir. Bu bilgiler ışığında başta Irak olmak üzere Orta Doğu’ya yerleşmek ve orada kalıcı olmak isteyen güçler, gerekçeye ihtiyaç duyar. Bunun örneklerini son yıllarda ve geçmiş yıllarda oldukça fazla gördük, şimdilerde de görmeye devam ediyoruz. Irak ve Suriye’nin durumu buna denk örnektir. Türk Devleti’nin yıllarca eğitip silahlandırdığı çeteler, mevcut süreçte Irak için ve diğer ülkeler için tehdit niteliği taşıyor. Türk Devleti’nin Irak topraklarına saldırıları da bu çeteler üzerinden al-ver taktiği ile gelişiyor. Türkiye bu çeteleri Irak’a karşı tehdit unsuru olarak, Irak’a yerleşmeye çalışan güçler içinde bir nevi mükâfat olarak sunuyor. Türk Devleti saldırılarını geliştirmeden önce bu süreçlerin nasıl işlediğini takip edersek eğer, bir taviz koparma ve tehdit yoluyla çaresiz bırakma durumunun karşımıza çıktığı görülecektir. İlk amaç dediğimiz PKK’yi zayıflatıp teslim alma hedefine hizmet eden saldırılar da bu denklemin açıklanması gereken diğer bir boyutudur. Diğer devletlerin bu bölgelerde kalıcı olmak istediğini ifade etmiştik. Bu işin içeri giriş boyutu çeteler üzerinden sağlansa da kalıcı olabilmesi, sadece çeteler üzerinden sağlanamaz. Tarihte herhangi dağınık bir güç, herhangi bir bölgeyi uzun süre refah içinde tutmayı başaramamıştır. Çeteler de dağınık bir güçtür. Dolayısıyla Orta Doğu’da hâkimiyetleri altına alacakları bir toprak parçasında dengeleri sağlayabilecek kabiliyete sahip olmamaktadırlar. Dengelerin sürekli değiştiği bir sahaya da hiçbir güç kalıcılık hesapları yapamaz. PKK’yi zayıflatma ve teslim alma, ideolojisinden koparıp sistemine dahil etme amacı da denklemin bu boyutunda karşımıza çıkmaktadır. Bu hedef ile ulaşılmak istenen sonuç, Orta Doğu’daki tüm halkları parçalı tutarak birbirleri arasındaki kimilerinin yüzlerce yıl kimilerinin de binlerce yıldır süre gelen sorunlarından faydalanmaktır. Bu güçlerin hedefi olarak oluşturulmak istenen yeni harita birçok kişinin dilinde gezmektedir. Kürtlere verilecek olan topraklar ile de bir Kürdistan ülkesinin kurulacağı ifade ediliyor. Ancak kurulacak olan bu Kürdistan’ın belirttiğimiz gibi yüzlerce yıldır süre gelen ırklar arası sorunlar ile boğuşacağı ve bu yol ile teslim alınacağı çok açıktır. Bu plan ve program dahilinde PKK’nin zayıflatılması, Önder Apo’nun geliştirdiği 3. Yol stratejisini doğmadan öldürmek gibi bir amaç ile sonuçlandırılmak isteniyor. Ancak bu güçler arasında da faydalanılabilecek çelişkiler mevcuttur. Çatı amaç olarak bu hedeflense ve Türk Devleti ile sarsılmaz ilişkilere sahip oldukları görünse de güncel durumda Türk Devleti’nin tutumu ve kendi hedefleri, AB ülkelerini fazlasıyla rahatsız etmekte. Libya’da, Akdeniz ve Ege’de bu sorunların hangi biçimde gün yüzüne çıktığı görülüyor. Türk Devleti Libya’da başta Fransa olmak üzere birçok AB ülkesi ile karşı karşıya duruyor. Bu tür çelişki ve sorunlar taktik diplomatik ilişkilere her zaman açık kapı sunar. Nitekim PKK’nin bu savaşta geliştirip avantaj elde edebileceği birçok zemin vardır.
2. amaç olarak PKK’yi tümden tasfiye ederek Kürtleri soykırıma uğratma hedefi vardır. Güncel konular olarak Türk Devleti’nin nerelerde olduğu ve ne amaçla orada olduğuna bakabiliriz. Öncelikle Türk Devleti’nin Libya’ya girişinden söz edelim. Yukarıda Türk Devleti’nin Libya’da AB ülkeleri ile karşı karşıya geldiğini kısmi olarak ifade etmiştik. Ancak Türk Devleti’nin Libya’dan umduğu sadece AB ile karşı karşıya gelmek veya atıp tuttuğu gibi Libya’yı Libyalılara teslim etmek değildir. Libya coğrafi olarak Mısır ile sınır ülkesidir. Libya’da Türk Devleti’nin desteklediği çetelerin Libya’ya hakim olması durumunda Mısır’ın sınır güvenliği tehdit altına girmektedir. Bilindiği gibi Müslüman Kardeşler adıyla bilinen günümüzde Kürtlerin topraklarında kan akıtan çete grupları, çok değil bundan birkaç yıl önce Mısır’da bozguna uğratıldı. Bu çeteler ile Libya’da Türk Devleti ile beraber hareket eden çeteler aynı çetelerdir. Türk Devleti’nin bu didişmeden stratejik bir kazancı yoktur ve bunu kendileri de biliyor. Peki, Türk Devleti’nin Libya’da ne işi var? Stratejik bir kazancı yok, kısmi taktik kazançlar sağlar ancak bu kazançlar kalıcılaşamaz. Belki ülkesinde topladığı çeteleri buralara yerleştirmek için oradadır diyebiliriz ancak, Türk Devleti bu çeteleri daha sonra askeri çıkarmalar ve uğruna ülkeleri karşısına alacak adımlar atarak ülkeden çıkarmak için almadı. Türk Devleti o kadar insancıl bir devlet değil. Burada amaç olarak yine Kürtlere saldırının zeminini hazırlamak vardır. Mısır, Kuzey-Doğu Suriye’deki Arap aşiretleri üzerinde Suudi Arabistan’dan daha fazla etkilidir. Türk Devleti de Suriye’de Kürtlerin denetiminde olan ve Kürtlerin yaşadığı bölgelere saldırmayı ve tümden silmeyi amaçlıyor. Ancak bunu bölgede oluşturulmuş olan birliği parçalamadan gerçekleştirmesi olanaksızdır. Bunun cevabı Serêkaniyê ve Girê Spî’ye yapılan saldırılarda verilmişti. Bilindiği gibi herkesin Kürtleri yalnız bırakacaklar dedikleri Arap aşiretleri birlik içinde olacakları mesajları ile Türk Devleti ve birçok tarafa beklemediği bir cevap vermişti. Libya’ya giriş ile Mısır’a Suriye’deki Arap ve Kürtler arasındaki birliği bozması baskısı yapılmaktadır. Libya’ya giden Türk Devleti’nin stratejik hedefi bu olmaktadır; Kuzey-Doğu Suriye’deki Kürtleri kıyıma uğratmak.
Türkiye’deki Kürtler üzerine de aynı amacı güden farklı türden saldırılar var. Kürt Dili ve Kültürü üzerine daha da önemlisi Kürt kadını üzerine yapılan saldırıların boyutu eskiye nazaran kat be kat artış gösterdi. Kürt toplumu tecavüzcü imam, öğretmen ve polis ve askerlerin Kürtlerin yaşadığı bölgelere gönderilmesi ile sindirilmek isteniyor. Çocuğu taciz ederken yakalanan uzman çavuşların, zorla alıkoyup tecavüz eden askerin korunduğu durumlarına herkes şahit oldu. Öte yandan cinayet işleyen askerlerin ödüllendirilmesi, askere giden Kürtleri bile öldüren askerlerin herhangi bir biçimde cezalandırılmaması devletin Kürtlere yönelik geliştirdiği politikalar ekseninde gelişmektedir. Mezar taşlarına saldırılar, orman yakmalar, son örneğini Botan ve Serhat’taki Kürt şehirlerinde gördüğümüz susuz-elektriksiz bırakma gibi uygulamaların temel amacı toplumu PKK’den uzaklaştırmak ve savunmasız bıraktığı toplumu soykırıma uğratmaktır.
Heftanin ve Kuzey-Doğu Suriye’deki saldırılar ile PKK’ye yönelik ilk amaç dediğimiz güçsüz kılıp sistemine dahil etme amacını ifade etmiştik. Kapitalist Modernite güçlerinin hedefi sindirmek iken Türk Devleti’nin bu bölgelere yönelik geliştirdiği saldırılarda amacı hepten tasfiye etmek ve bugün Irak ve Güney Kürdistan arasında karmaşaya neden olan 140. Bölgeye kadar olan kısmı işgal etmektir. Bu durum Güney Kürdistan Hükümeti tarafından da öngörülmektedir. Bu yönlü uyarılar sadece PKK tarafından değil, Kürdistanlı birçok siyasetçi, sanatçı ve düşünür tarafından yapılmasına rağmen Hükümeti elinde tutan KDP bu uyarılara kulak tıkayarak işgali destekler bir pozisyon izlemektedir. KDP sadece Güney Kürdistan’ı değil PKK’nin DAİŞ’ten koruduğu Şengal’i de hedefe koyarak bir taraftan Türk Devletine hizmet ederken diğer taraftan da Kürtleri topyekûn vesayet altına sokma girişimindedir. Hayalinin kurulduğunu bildiğimiz “Kürdistan’ı kurmak için PKK’nin zayıflatılması gerektiği” düşüncesi, sadece PKK’ye değil, KDP’ye de zarar veriyor. PKK Merkez Komite Üyesi Duran Kalkan da hafta içi verdiği röportajda “PKK’nin zayıflaması ile KDP’de zayıflayacak” demişti. Türk Devletinin işgal ettiği bölgelerden rica ile çıkmayacağını aksine bulduğu fırsatta hiç kazanma şansı olmasa bile Güney Kürdistan’a verebileceği kadar zararı vereceği öngörüsü doğrucu bir öngörüdür. Tayyip Erdoğan başta olmak üzere Türk Devlet yetkililerinin Güney Kürdistan’ın kuruluş ilanından bu yana Kuzey Irak kelimesinden öteye gitmedikleri, bunun haricinde saldıracağının sinyalini defalarca verdiği bilindik bir durumdur. Güney’deki referandum sürecinde Silopi sınırını boydan boya ağır silahlar ile dolduran Türk Devletiydi. Tüm bunlar karşısında KDP, gösterdiği tutum ile düşmanlara karşı duruş olarak Kürdistani kimlik ile değerlendirilecek son yapılanma olduğu bir hakikattir.
PKK’nin böylesi yoğun saldırılar altında ne tür avantajlarının olduğu da şöyle ifade edile bilinir. Öyle görünüyor ki Türk Devleti Güney Kürdistan’da PKK’nin olduğu herhangi bir yerde sahip olduğu onca teknik imkana rağmen dışarı adımını atamıyor. Haftanin saldırıları başlayalı henüz 2 ayını doldurmamışken bakanlar, generaller, psikologlar sınır hattından ayrılmaz oldu. PKK’nin burada gösterdiği direnişin etkileri 2008’deki Zap direnişinden farksız ve hatta daha fazla olabilir. Zap direnişi PKK’nin bölgede kendini ispatı savaşıydı ve PKK o savaşı kazandı. Bu gelişen parçalı saldırılara karşı sadece Haftanin’de değil gelişme ihtimali olan diğer saldırılarda Haftanin’deki gibi gösterilecek bir direniş ile sahadaki askeri, siyasi ve toplumsal avantaj PKK’den yana olacaktır. Kürtlerin göstereceği her güçlü direniş dışarıdan kendisine sunulan manevi desteği arttıracaktır elbette. Ancak Önder APO’nunda belirttiği gibi; “Kürtler kendi savaşını vermelidir, Dışardan destek beklemek Kürtlere en kazanacağı savaşı da kaybettirir.” Bunun öngörüsü ile Kandil’in bütün Kürtlere yaptığı Öz Savunmayı güçlendirin çağrısı kaybetmemek için değil, kazanmak için yapılan bir çağrıdır!
Editörden
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi