14 Eylül 2012 Cuma Saat 08:34
Psikolojik Savaşın Özel Savaş Kapsamında Stratejik Olarak Ele Alınarak Geliştirilmesi
Bunu açımlayıp bireye kadar indirgemekte yarar vardır.
Özel savaş, stratejik olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD tarafından ele alınmış ve geliştirilmiştir. İkinci Paylaşım Savaşı sonrası ABD, artık kapitalizmin jandarmalığını üstlenmiştir. ABD, sömürgecilik mirasını devralmıştır. Özel savaş da, kapitalizme karşı duran kim varsa, onlara karşı yürütülen bir savaş olma özelliğiyle anılmaya başlanmıştır. Bu anlamda hedefinde toplumun en küçük dokusuna varıncaya kadar kapsamı geniş olarak sürdürülen bir alana yayılan savaş olma özelliğine sahip kılınmıştır. O nedenledir ki dinsel, mezhepsel, etnik, kültürel, sınıfsal kesimler kadın ve erkek olarak cinsler toplum içerisindeki yaş grupları ailede tek tek bireylere varıncaya kadar herkes, özel savaşın hedefi haline getirilmişlerdir. Bu çerçevede de toplum içinde, bireyler nezdinde sürdürülen özel ve psikolojik savaş o bireyin, o toplumun seçeneğini, tercihini kapitalizmden yana yapması kapitalizmin kendisine öngördüğü yaşamı benimsemesi ve kendisine o yaşam dışında bir yaşam seçeneği bırakmaması anlamına gelir. Bireyin bu anlamda kapitalist sistemi yaşayan, onun alışkanlıklarını yaşamının amacı haline getiren bir duruş sahibi olması buralarda toplum ve kişilik nezdinde özel savaşın başarı kazanması demektir. Önderlik bu duruma “İnsanın maymunlaştırılması diyor. Ve kapitalizme karşı mücadelenin ne anlama geldiğini anlatırken de “En onurlu savaş insanın hayvanlaşmaya karşı insanlık onurunu koruma savaşıdır demektedir. Önderliği böyle bir tanım yapmaya ve değerlendirmeye götüren özel savaş gerçekliği işte budur. Kapitalizmin birey ve topluma karşı yürüttüğü özel savaşın, neden olduğu tahribatlara karşı insanın insan olarak, toplumun toplum olarak var olma savaşını anlattığı için Önderlik öylesi bir belirlemede bulunuyor. Bunun içindir ki, özel savaşı ele aldığımız zaman, sadece stratejik anlamda ele alınan, uygulanan değil aynı zamanda bir bütün olarak topluma ve bireye karşı yürütülen bir savaş olarak görmek ve değerlendirmek durumundayız.
Özel savaşın toplum ve birey üzerinde en fazla etkili olmasını sağlayan da psikolojik savaştır. Psikolojik savaş toplumu ve bireyi öyle bir noktaya getiriyor ki, artık toplum ve bireyin yapmış olduğu her şey kapitalizmin ön gördükleri doğrultusunda gelişiyor. Yapılan her şey kapitalizmin çıkarlarına güç ve destek veren bir davranış haline geliyor. Özel savaşın toplum üzerine ve kişilikte yarattığı sonuçlardır bunlar.
Doğal toplum özellikleriyle, egemenlikli-devletçi uygarlık özellikleri, tarihsel olarak bir çatışma halindedir. Doğal toplum özellikleri, toplumu komünal demokratik değerlerle bütünleştirirken insanlığı, erdemli yaşamla buluşturmaya götürüyor. Bunun karşısında egemenlikli sınıflı, devletçi uygarlık özellikleri ise, insanı var eden temel özelliklere karşı savaşarak hayvanlaşmaya götürüyor. Kapitalizmin kişilikte, toplumda yürütüp sonuç aldığı özel savaş insanda da, toplumda da hayvanlaşmayı yaratmaktan başka bir amaç taşımıyor. İnsan komünal-demokratik değerlerden ne kadar uzaklaşırsa, o kadar fazla egemenlikli, devletçi-sınıflı toplum özellikleriyle buluşuyor. Bu da sınıflı uygarlığın en gelişmiş biçimiyle, kapitalist özelliklerin kişiliklerdeki somutlaşmasıdır. Alışkanlıklar, ilgiler, kişilikteki yabancılaşma buna göre gelişiyor. Bunlar da psikolojik savaşla gerçekleştiriliyor. Bunun için, eğitim yaygın bir şekilde bu amaca hizmet eder hale getiriliyor. Toplumu düşünsel alanda etkilediği ölçüde, onun yansımasını sağlayacak tüm araçları, organları, imkânları kullanıyor. Basın yayını organları bu konuda çok etkili bir şekilde kullanılıyor. Birey kendi doğal özellikleri dışına çıkarılarak, kapitalizmin istediği şekilde olan, ona göre davranan bir birey haline getiriliyor. Bu çerçevede de kişinin beğeni ve güzellik ölçüleri ya da değer olarak kabul ettiği ölçüler kapitalist modernitenin isteğine uygun hale geldiği zaman, amaca ulaşılmış oluyor.
Toplum ve bireyin esas aldığı ölçüler doğal toplumun komünal demokratik özelliklerine göre mi, yoksa kapitalist sistemin ona verdiği ölçülere göre mi belirleniyor? Eğer kapitalizmin ona verdiği ölçüler temelinde belirleniyorsa, orada bireyde de toplumda da özel savaş etkili olmuş demektir. Veya toplum içerisinde onun dile getirdikleri, rağbet görüp ilgi uyandırıyorsa, demek ki orada özel savaş başarılı olmuştur. Mesela, moda neye göre belirleniyor? Zaman zaman bazı yiyeceklerin reklâmı yapılıyor. Bazen de bazı tüketim mallarının reklamı geri plana çekiliyor. Bazen hiç de ihtiyaç olmadığı halde, suni olarak kullanım malzemeleri yaratılıyor ve bunlar piyasaya sunuluyor. Piyasada da bu ürünler büyük ilgi görüyor. Bu, özel savaşın kişilere benimsetmiş olduğu, sözde ihtiyaçları karşılama biçimidir.
Ayrıca, kapitalizmin yönlendirmesiyle açığa çıkan kitlesel davranışlar da söz konusu olabilmektedir. Mesela, yer yer televizyonlarda karşılaşıyoruz. Bir dizi ya da herhangi bir programda bir davranış biçimi, bir mimik sıkça kullanılıyor. Bir bakıyorsun ki bu, giderek toplumu etkileyerek, herkesin yaptığı bir davranışa dönüşüyor. Yani toplum onu taklit etmeye başlıyor. Önderlik “Toplum için, maymunlaşma….. tanımını daha çok da bu tür durumlar için yapıyor. Yani kendisi olmaktan çıkan, kendisine ait olan ölçülere göre değil de kapitalist modernitenin kazandırdığı şekil ve biçimi kabul eden bir toplum gerçeğini kastediyor. Bu davranış ve biçim, yemeden-içmeden tutalım, davranışa, ilişkilere, alınan bütün yaşamsal ölçülere, değer olarak kabul edilen ilkelere varıncaya kadar geniş bir alanı kapsıyor. Toplum, özellikle de bu tür şeylere son derece açık hale getiriliyor.
Şu yanılgıyı biz çoğu defa yaşadık. İki binli yıllara girerken, iki binli yılların ‘barış ve demokrasi’ yüzyılı olacağı şeklinde değerlendirmeler yapıldı. İki binli yılların demokrasi ve barış yüz yılı olması gerçekten de arzulanan, istenen ve karşı olunmayan bir hedeftir. Herkes bunu ister. Ama iki binlere girdik, barış ve demokrasi gelmedi. Elbette bu durum, iki binli yıllarda barış ve demokrasinin gelmeyeceği anlamına gelmez. Eğer mücadele edilirse, gelecektir. Yani kendiliğinden olmayacaktır. Bilimsel teknolojik devrimden, bilgi yüz yılından- toplumundan bahsettik. Bilgi yüzyılı ve toplumu bilinçli insanla oluşmuş toplum demektir. Yani bilgili insana bilinçsiz insan muamelesi yapılamaz.
Bilgili insan, kendiliğinden bilgili olan bir insan değildir. Öğrenen, öğrendiklerinin doğru olduğunu test eden bu ölçüde doğru kararlar alan, aldığı kararların doğruluğunu pratikte gören, uygulayan özgürleşmiş insan demektir. Özgürleşmiş bilgili insan oluşmadan, bilgi toplumundan bahsetmek yanılgıdır ve öyle yanılgılar içine de girilmektedir.
Psikolojik Savaşın Bireyi Toplumsallıktan Uzaklaştırmanın Temel Bir Yöntemi Olarak Kullanılması
Kişi özgürleşmeden, ondan birey olması beklenemez. Kişi birey olmadan, onun özgürlük anlayışının nereye gideceği bilinmektedir. Özgürlük deyince, birey olmayan kişiler için, ilk önce aklına geleni yapmak ya da o anki bedeni ihtiyaçlarını her şeyin üstünde tutarak onu karşılamak gelir. Özgürlük aklına geleni yapmak mıdır, yoksa sorumluluk bilinciyle hareket etmek midir? Özgürlük, yaptığınla başkalarının özgürlüğünü sınırlandırmak mıdır, yoksa kendi özgürlüğünle birlikte başkalarının özgürlüğünün önünü açmak mıdır? Bu konularda yanılgılı yaklaşımlar çok fazla olmaktadır. Özgürlük ve bilgi toplumu bu nedenlerle çarpık anlaşılmaktadır.
Yirmi birinci yüzyıla girdik. Yirmi birinci yüz yıl, bilgi toplumu oldu diye biz de hemen bilgili insan mı olduk? Değil. Bilgili insan, özgür insandır. O zaman biz de hemen özgür insan mı olduk? Değil, böyle özgür, böyle bilgili insan ya da birey olunmaz. Bilgili ve özgür olmak, onun gerçekten de gereklerini yerine getirmekle olur. Böylesi yanılgılar içine girildi. Bu yanılgılı yaklaşımlar, kişiliklerde özel savaşın çok daha etkili olmasına neden olurken psikolojik savaşın da üzerimizde etki kurmasına neden oldu. Çarpık eğilimler ve yanlış yaklaşımlar gelişti. Bunlar özgürlük adına, demokrasi adına savunulmaya başlandı. Halbuki kişinin içinde yaşadığı kaynak olan toplum köleleştirilmiştir. Terbiyesini köleleştirilmiş bir toplumdan ve köleleştiren bir insan gerçekliği ile karşı karşıyayız. Hiyerarşik devletçi sistem bir köleleştirme ve topluma karşı savaş sistemidir. Önderliğimiz, boşuna Hiyerarşik Dönem için ‘Köle Toplumun Doğuşu’, Köleci Dönem için ‘Köle Toplumun Oluşumu’, Feodal Dönem için ‘Olgunlaşmış Kölelik Dönemi’, Kapitalist Dönem için de ‘Genelleşmiş ve Derinleşmiş Kölelik Dönemi’ demedi.
Uygarlık sistemi toplumu ahlak ve politikadan uzaklaştırarak karılaştırma ve sürüleştirme sistemidir. Devletli uygarlık sistemi, karılaştırma ve sürüleştirmeyi adeta kendi var oluş şartı olarak bellemiştir. Bunun için de insanlarla oynamaktadır. İnsanların başta zihniyetleri olmak üzere her şeylerine hitap ederek onları kendi çıkarları için tehlike olmayacak ve kullanılabilecek bir hale getirmektedir. İradesiz, sorunlarını çözemeyen, toplumsallık karşısında sorumluluklarını yapamayan, muhalefet edemeyen, örgütsüz ve bu nedenle de devlete göbekten bağımlı bir toplumsal gerçeklik yaratmaktadır. Bu durum, toplumu ve kişiyi özünü teşkil eden demokratik komünal özelliklerden uzaklaştırmış, onları gerçek halleri olan doğal hallerinden koparmıştır. İnsan türü için var oluş koşulu olan toplumsallaşa saldırı altında iken ve özünden önemli ölçüde uzak düşürülmüşken bireyin özgür olduğundan bahsedilebilir mi? Özgürlük yaratabilmektir, kendi özüne göre davranabilmektir. İnsanın özünün de en genel anlamda ahlak ve politika anlamına gelmek üzere toplumsallaşma olduğunu, bize insanlaşma tarihi vermektedir. İnsan, toplumsallaşarak var olur. İnsan, insanlaşmayı toplumsallaşma faaliyeti içinde olanaklı kılar. En özgür insanların ahlaki ve politik toplum insanları olmasının nedeni, onların bu toplumsallaşma faaliyetlerine olan katılımlarıdır. Özgür insan kendisi ile var oluş koşulu olarak tanımladığı toplumu arasında iki farklı kimlik tanımlaması yapmaz. Toplumu, toplumsallaşmayı adeta anası olarak beller, onu temel güç kaynağı olarak görür, kendisini de toplumsallaşmaya katkı sunduğu oranda gerçekleştirir, var eder. Bu yönüyle birey özgürlüğü ile toplum özgürlüğü birbirinin karşısına konacak iki farklı şey olmaktan çok birlikte olan-olacak olan şeylerdir. Bireyin tek başına özgür olabileceği ya da özgür olduğu savları, tamamen safsata olmanın yanında, özü toplum düşmanlığı olan liberalizmin ve gerisindeki temel zihniyet formu olarak devletçi zihniyetin bir yaratımıdır. İnsanları insanlıktan çıkarmak için uydurulan bir yalan ve kandırmacadır. Dolayısıyla bireyin kendini toplumsallaşmanın karşısına yerleştirerek özgürlük iddiasında bulunması, ne adına hareket edilirse edilsin, esasında özü insanlıktan çıkarma olan sistemi yaşamak anlamına gelir. Buna da bireyin özgürlüğü değil de bencilliklerin yaşam bulma özgürlüğü anlamına geldiği açıktır. Devletçi sistem, bunu yaygınlaştırarak aslında insanın var oluş şartıyla oynamaktadır. Eğer toplumsallaşma esas alınmazsa, herkes kendi bencilliğinin peşinden sürüklenirse, insan türünün sonunun dinozorlaşma olacağını Önderliğimiz her defasında dile getirmektedir.
Önderliğimiz, içinde yaşadığımız koşullara ne diyor? Yirmi birinci yüz yıla ilişkin güçlü değerlendirmeler yapıyor ama içinde bulunduğumuz koşullara da “Kaos aralığı diyor. Kaos aralığı bir geçiş dönemidir. Ama herhangi bir geçiş dönemi değildir. Kim örgütlü, kim hazırlıklı, kim güçlüyse onun kazanacağı bir geçiş dönemidir.
Onun için özel savaş, kim toplumu-örgütü etkiler, kim kişileri-kadroları kazanırsa savaşı onun kazanacağı gerçeğinden hareket etmektedir. Örgütümüze ve kadrolarımıza karşı özel savaş ve psikolojik savaş bu temelde yürütülmüştür-yürütülmektedir. Örgüt içinde iki binin ilk yıllarında o kadar çok sorunun yaşanmasının, o kadar çok kafaların karışmasının nedeni, örgütümüze karşı geliştirilen özel ve psikolojik savaşın yarattığı doğrudan sonuçlardır. Bunun etkileri hala da vardır. Düşünsel alanda, psikolojik alanda yaratılan etkilenme diğer etkilenmelerden daha kalıcı ve etkili sonuçlar yaratır. Bunun etkisinden kurtulmak uzun bir sürece yayılır. Demek ki biz psikolojik savaşı ele alırken, herhangi bir savaşmış gibi ele almayacağız. Çünkü psikolojik savaş, savaşın fiilen sürmediği dönemlerde çok daha etkili ve öncelikli yürütülen bir savaş olarak sürer. Yirmi dört saatin her saati, her saatin her dakikası, her dakikanın her saniyesinde sürekli olan bir savaş olarak yürütülür. Beynin sürekli açık olduğu gerçeği, insanın uyurken bile beynin çalıştığı gerçeği psikolojik savaşın her an her saniye neden sürdürüldüğü gerçeğini ortaya koyar. Beyin çalıştığı sürece algılar. Beyin ne verirsen onu alır. O verilenle, algılananla yaşama sürekli yön verir. Psikolojik savaş budur. O açıdan kişiye ve topluma karşı sürekli sürdürülen ve yürütülen bir savaştır. Hasım güçler arasında ise bu çok daha fazla geçerlidir.
Sinir Savaşı ve Soğuk Savaş
İkinci Dünya Savaşı olmuştur. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasında şiddete dayalı olmayan ama bir savaş olarak da kabul edilen bir savaş vardır. Buna ‘sinir savaşı’ denilmiştir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra da süren bir savaş vardır. Bu savaşa ‘soğuk savaş’ denmiştir. Soğuk savaş dönemine psikolojik olarak yürütülen savaş hakimdir. Bu da özel savaş kapsamında ele alınıp yürütülen psikolojik bir savaştır. ABD, Sovyetler Birliği’ni fiili bir savaşla mı teslim almıştır? Hayır psikolojik savaşla teslim almıştır. Ne yapmıştır? Sovyetler Birliği’ni kendine benzetmiştir. Sovyetler Birliği silahlanma, siyasal egemenlik ve ekonomik kalkınma vb. üzerine ABD ile rekabet içine girmiştir. Sovyetler Birliği, ABD ile siyasal egemenlik mücadelesi içine girdiğinde hem paradigmasal nedenlerle hem de bu rekabet ortamının yarattığı sonuçlarla ABD’den bir farkı kalmamış, ona benzemiştir. O nedenle sadece bu örnekten yola çıktığımızda bile psikolojik savaşı herhangi bir savaş olarak ele alamayacağımız görülür.
Fiili sürdürülen bir savaş, şiddet yoluyla kısa sürede bir sonuç yaratır. Ama psikolojik anlamda yürütülen bir savaş sonuç aldığı zaman, sorunu köklü olarak çözer. Yani kendine benzetir. Kendine benzettiği zaman, istenildiği kadar “ sömürgecilere, devlete karşıyım denilsin, sömürgecilerin bir payandası haline gelinmiş olunur. İçimizde de vardı bazıları, ne yaptılar? ‘Demokrasi’ dediler, bizi ‘demokrasisizlik’le suçladılar, bizi ‘reel sosyalizme benzemek’le suçladılar ama özgürlük, demokrasi derken kastedilen özel savaşın demokrasisiydi. Özgürlük derken de kapitalizmin ona sunmuş olduğu özgürlüklerdi. Ne yaptılar? Halkların özgürlük mücadelesine ihanet ederek sözde uzun süre karşılarında savaştıkları sistemin içine yerleştiler. O sistemin toplum karşıtı faaliyetlerinde kullanılmak üzere Irak’a gittiler. Birisi lokantacı oldu, diğeri haraç topluyor. Peki, lokantacı olmak, aynı zamanda paralı bir sistem içinde halkın sömürülmesine ortak olmak değil midir? Halktan toplanan haraç, aynı zamanda kendi çete düzenini kurmak değil midir? Nerede kaldı özgürlük? Nerede kaldı demokrasi? Bu durum, düşman olarak görülenin bir benzeri olmak değil midir? O nedenle biz psikolojik savaşı herhangi bir savaş olarak ele alamayız. Psikolojik savaşı, her an yürütülen ve kimi hedefliyorsa onun üzerinde sürekli etki kurmayı sürdüren bir savaş olarak görmeliyiz.
Cemal Şerik
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info