Sömürgecilik, sömürenleri sömürülen kesimden ayrıştırarak biçimlenir. Açık bir eşitsizlik ve zor ilişkisi olan sömürü mekanizması ancak bu şekilde iki tarafça içselleştirilebilir. Yani üste olan üste olmasına alta olan ise alta olmasına ve üstün buyurduğu gibi olmasına haklı gerekçeler bulmalıdır. Bu basitçe özne nesne ilişkisidir. Devletçi-sınıfçı sisteminde çekirdeği olan bu ayrışmanın önce kadının nesneleştirmesinde görülmesi toplumun ilk olarak kadın-erkek ikileminde yarılması nedeniyle anlaşılırdır. Erkek kadına tam olarak egemen olup, onu kendi mantığı ile şekillendirmeye çalışır. Buna uyan kadın tipolojisi yaratıldığında efendi köle diyalektiği de kurulmuş olur.
Bu sürecin olabildiğine zora ve şiddete dayalı olduğu açık fakat zihinsel alanın çok önemli bir etki yarattığı hatta belirleyici olduğunu ifade edebiliriz. Yani hem ezen kesim hem de ezilen kesim bu ilişkinin meşruluğunu düşünsel zeminde de kabul etmesi gerekir. Bu süreç kadın erkek ilişkisinde olduğu gibi tüm ezen-ezilen ilişkilerde başattır. Aynı şey sınıfsal farklılaşmalarda da görüldüğü gibi devletlerin bir halka yönelik sömürgeci anlayışlarında da açıklıkla görülebilir. Fakat bu ilişkinin çerçevesi yani sömürü ilişkinin varacağı nokta, nesneleştirmenin dozu ise tarihsel akışa göre değişmektedir. “Yarı insan” olarak görülen kadından, “canlı araç” olarak kodlanan köleye oradan “evrimini tamamlayamamış” ırklara ve “az gelişmiş” topluluklara kadar ifadelendirme biçimi de tarihsel süreç içerisinde dönüşür
Bu mekanizmanın yani bir tarafın özne diğer tarafın nesne olduğu ilişkiler devletçi-sınıfçı toplumun kurucu öğesi olsa da kapitalist modernite döneminde bunun en vahşi ve en ağır biçimine dönüştüğü açıktır. Bu katmerleşen nesneleştirme yöntemi cinsiyetçi-sömürgeci-faşist biçiminin son 500 yıla ama özellikle ve özellikle geçen yüzyıla damgasını vuran soykırımların sorumlusudur. Irkçılık bu mekanizmanın istisnai bir ürünü değil, aksine farklı makyajlarla gizlenmiş asıl yüzüdür. Egemen kesim ancak kendini kategorik olarak ezilen kesimden ayırarak onun üzerinde her şeyi yapma hakkını içselleştirir.
Bu mantığın esaslı talebelerinden Türk egemenleri 20. yüzyılın başından itibaren hegemonik sistemden aldıkları eğitimi can havliyle pratikleştirmeye başladıklarını görüyoruz. Önce kendilerini yaratıkları “Türk” kimliği ile özneleştirken sonra sıra bu sürecin işleyebilmesi için nesneleştirecek diğer halklara geliyordu. Ermeni ve Süryani halkının soykırımı ile başlayan süreç TC’nin kuruluşu ile farklı bir evreye giriyordu. Rumlar da mübadele ile tasfiye edildiğinde artık Müslüman olmayan halklar gündemden çıkmıştı.
Sıra Türk faşizmi ve milliyetçiliğinin yayılma alanı olarak Kürdistan’a ve nesne olarak kodladığı Kürt halkına geliyordu. Dört devletin sömürgesi yani nesnesi haline getirilen Kürdistan’ın en büyük parçasına en vahşi biçimde yönelen kapitalist moderniteden en has ürünü olan Türk Devletiydi. 15 yıllık bir süre ile fiziki imha seferlerine tabi tutulan Kürt halkı Türk devletinin temel sömürü nesnesi haline getiriliyordu. Devlet bu halka her şeyi yapabilirdi. Aynı zamanda Türk devletinin şekillenişi, Türk milliyetçiliğinin ötekisi olarak konumlandırılan Kürt halkının nesneleştirilmesi temelinde gerçekleşiyordu. Sömürgeciliğin yüce nesnesi Kürt’tü. Kürdün aşağı statüsü olmaksızın bu devlet kendi varlığını sürdüremezdi. Bu nedenle daha kuruluşunda Kürt’ün “Köle olma dışında bir hakkı olmadığı” ifade ediliyor ve karşı çıkanlar ise yine kendi ifadeleriyle “fare gibi zehirleniyordu”.
Fiziki imha ile bitirilemeyenlerin ise nesne olduklarını kabul etmeye zorlanıyordu. Türk devleti Bakurê Kürdistan’ı hem fiziki olarak sömürge halinde tutuyor, hem de zihinsel olarak beyinleri kontrol ediyordu. Önder APO’nun özgürlük ve kurtuluş mücadelesine kadar bu ilişkilere itiraz edenlerin bile bu sömürge mantığın zemininden kurtulamadığı açıktı. En ileri olanlar kesimler ve kendine çekinerek de olsa Kürt diyenler, Kürdistan’a ancak “Doğu” diyebiliyordu. Her Kürt sömürülen kategoride olduğunu bir an bile unutmuyor ve eksik olduğunu kabul ediyordu. Kürdistan’ın üzerine beton dökülmüştü. Fakat bu beton kırılacaktı.
50 yıllık mücadele Kürdistan’ın tümünde bu sömürgeci ilişkilere onanmaz yaralar vurdu. Kürdün artık sadece silahı değil, dili ve kendine ait bir toplumsal örgütlenmesi vardı. Önder APO’nun dediği gibi “Diriliş tamamlanmış sıra kurtuluştaydı”. 30 yıllık mücadele Kürt halkının ezilmişlik psikolojisini parçalamış yerine sadece kendi ülkesini değil tüm bölgeyi değiştirme ufkuna sahip bir devrimci kişiliği açığa çıkarmıştı.
Bu mücadele sonucunda 2015 yılında Kürt halkının varlığı tartışmasız bir biçimde bedenleşmeye gittiğinde Türk devleti bu durumun bekasını tehdit ettiğini doğru bir şekilde tespit etti. Çünkü Kürdün özne haline gelmesi faşist TC sisteminin iflası anlamına geliyordu. AKP-MHP faşizmi Kürt soykırımını tamamlamak için her yerde 7 yıldır yoğun bir saldırı yürütüyorsa da başarılı olmayacağı açıktır. Fakat bu sömürgeci nesneleştirme mantığının hala izlerini görmediğimiz anlamına gelmez. Başurê Kürdistan ve Bakurê Kürdistan’daki ihanetçi çizginin çarpık dilinde, yine orta sınıfın düşünsel zincirlerini kıramamış ezop dilinde nesneleştirmenin içselleştirmesi bariz bir biçimde görünmektedir. Faşizmin egemen sömürgeci dili ise 100 yıldır aynıdır, tonlar değişir.
En son Mersin’de özgürlük hareketinin iki fedai militanı faşist sürülerin merkezine vurucu bir eylem düzenledi. Bu eylem bir yandan her şeye muktedir havası yaratan, son model teknik araçlarına güvenerek soykırımı tamamlayacağına emin kibirle halka ve gerillaya saldıran faşizme ciddi bir darbe vurdu. Diğer yandan ise Kürt özgürlük gerillasının her döneme uygun direniş yöntemlerini dağda olduğu gibi şehirde de bulacağını gösterdi. Bu eyleme karşı çeşitli çevrelerin kullandığı dil ise sömürgeciliğin nesneleştirme mantığını bir kez daha açığa vurdu.
Faşist şefler fedailiği “beyin yıkama” ile açıklarken, egemenlerin liberal çevreleri nesneye direnmenin yöntemini hatırlatıyordu. Faşistlere göre iki Kürt kadını yani sömürge piramidinin en dibindeki insanlar bilinçli bir şekilde yaşamlarını toplumsallıklarını yaşatmak için öne süremezdiler. Onlar her şeyi yapabilirdi. Cesetlerini parçalayabilir, ölen bedenleri torbalarda babalarına teslim edebilir, ülkelerinin ağaçlarına kadar her şeyi yakabilirlerdi. Ne de olsa buna hakları vardı. Onlar devletti, onlar erkekti, onlar Türk’tü. Kürtler ise buna cevap vermemeliydiler. Sömürülenler egemenlerin beklemedikleri bir şekilde davrandıklarında devreye giren en temel argüman yine sahnedeydi; “Kandırılmışlık”. Faşizm Kürt halkına her türlü hakareti yapabilir, her türlü saldırıyı gerçekleştirebilirdi. Kürt halkının buna baş eğmesi gerekirdi. Baş eğmiyorsa demek ki birileri onu kandırıyordu. Faşizme göre nesnenin yani Kürt halkına mensup insanların kendi başına düşünme ve eyleme yeteneği yoktu. Demek ki birileri onları kandırıyordu.
Sözde faşizme karşı olan çevreler ise insanlık dışı ne varsa ona yöneltilmiş Kürt halkının kendini savunmasına şaşırıyorlardı. Ayrıca bu yöntemi doğru bulmuyorlardı çünkü onlara göre ezilenler direniş yöntemlerini kendileri seçemezdi. Faşizme karşı Kürtlerin nasıl direneceğini Türk liberaller onlara söylerlerdi. Mesela kimyasal silaha karşı oy ile direnebilirlerdi. Ya da ülkelerinin yakılıp yıkılmasını sözle durdurabilirlerdi. Bunun dışında bir cevap verdiklerinde demek ki iktidarın oyununa gelmişlerdi. Evet Türk liberalleri de Kürdün nesnenin kendi özgür iradesi ile bir eylem yapabileceğini düşünemiyordu. Eğer Kürtler onların dediğini yapmıyorsa demek ki Türk faşistleri onları kandırmıştı.
Son olarak bu iki çevreden aynı oranda etkilenen Kürt halkını mücadelesinde yer alan kesimler vardı. Faşizmin zulmünün derecesini görebilmek için biraz etraflarına bakmaları yeterdi oysa. Çünkü en basitinden yakından görecekleri zindanların duvarları ve kapatma davalarıydı. Onlarda bir halkın en gelişmiş direniş odağının, fedaililerinin tamamen meşru eylemini kınıyorlardı. Niye çünkü nesneye çizilmiş bir sınır vardı ve bu sınırı aşmamak gerekirdi. Kendilerinin bu sınırda olduğunu ilan ediyorlardı. Kölenin efendiden merhamet beklemesi ve efendinin kendiliğinden değişeceğini umması binyıllardır yaşanan bir yanılgıydı. Oysa sürekli sürekli yanılgı olduğu anlaşılan bu tutuma sarılmak cehenneme giden yolları iyi niyetle döşemek dışında bir şey değildir. Soykırım kılıcına gönüllü boyun uzatmaktır, bu. Bu tutum sömürgeciliğin arıza imalatından etkilenme dışında başka bir şey değildir.
Oysa Kürt özgürlük hareketi bu kılıcı kıracaktır. Tüm direniş yöntemlerini kullanarak sömürgeci mantığı da onların katil sürülerini de dağıtarak yapacaktır bunu. Hem düşünsel anlamda hem de fiziki anlamda Kürt halkının özgürlüğü sağlanacaktır. Çünkü Mersin’de kendine ait bir özgürlük paradigması ile donanmış, kendi öz gücüne güvenmiş ve inanmış iki kadın, Sara ve Ruken hem halkının hem de kendi cinsinin intikamını sömürgeci eril faşist çetelerden alırken bu direniş ruhunun asla yenilmeyeceğini bir kez daha kanıtlamıştır. Bu direniş ruhun canlandırdığı toplumsallıkta sömürgeciliğin gölgesine bile yer yoktur.
Kendal Bagok