Sömürgeci soykırımcı Türk devletinin faşist şefleri Erdoğan ve Bahçeli ikilisi siyasi ve askeri hedeflerine ulaşabilmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Bu çerçevede kendi yaptıkları yasalar ile bağlı olacaklarını belirttikleri evrensel hukuk kurallarını, kendi çıkarlarını sınırladığı zaman açıkça çiğneyip bir yana atabilmektedirler. Başta kendi yaptıkları bazı anayasa maddeleri olmak üzere genel olarak mahkemelere ciddi bir saldırıları söz konusudur. Bundan hareketle de hukuk ve hukuk sistemi tartışılmaktadır.
Özellikle kader tayin edici bir seçimin gündemde olduğu bir süreçte neredeyse her gün bir hukuk skandalı yaşanmaktadır. Bu nedenle de yoğun tartışmalar sürmektedir. Tartışmaya katılan, yazan, çizen, var olan durumu eleştiren, savunan herkes bulunduğu yerin konumuna göre değerlendirmeler yapmaktadır. Önder APO, Modernitenin birçok kavramla oynadığını, birçok kavramı da kendine ve çıkarına göre yorumladığını, ona göre bir icraat ortaya koyduğunu ve bunların başında gelen kavramlardan birisi olan hukuka özel bir yer ayırır.
Hukuk sınıflaşma, kentleşme ve devletleşme sürecinde ortaya çıkar. Toplumu bir arada tutan ahlaki kuralların bir yana itilerek, sınıflaşmaya ve iktidarlaşmaya dayalı sömürü ve baskı sistemini meşrulaştıran hukuk düzeni geliştirilmeye çalışılır. Çokça adalet, hak, özgürlük ve eşitlikten sözedilir, ancak bunların hepsinin de özüyle oynanır. Hatta bu kavramların hepsi iktidar lehine pratikte adı var, kendisi olmayan bir hale getirilir. Ama eşitlikçi ve özgürlükçü ahlak kuralları var oldukça sömürüye, baskıya, eşitsizliğe, köleliğe yer açılamaz. Açılsa da sürdürülemez. Fakat ahlak geriletilir ve onun yerine iktidar aygıtını elinde bulunduran güçler kendi çıkarlarını süreklileştirmek ve güvenceye almak için bir hukuk düzeni inşa ederler. Söz konusu olan çıkarları olduğu için de diğer sınıf ve tabakaların hareketlerine, davranışlarına çalışmalarına ‘kanunlarla’ denetim altında tutmayı hedefleyen düzenlemelere giderler.
Tarihte en acımasız kanunlar olarak, Dragon kanunlarından söz edilir. Yine Hammurabi Kanunları ve Roma Hukukundan söz edilir. Bunların hepsi de kölelik sistemini ‘bir düzen’ içerisinde sürdürmeyi hedefler. Özetle tarih boyunca olduğu gibi, kapitalist modernite ile birlikte, hukuk sömürü, baskı, adaletsizlik ve eşitlikleri meşrulaştırmak ve maskelemek için kullanılır.
Başta Bakur Kürdistan olmak üzere, Başur ve Rojava Kürdistanında, metropollerde ve yurtdışında, hukuk, sömürgeci soykırımcı Türk Devletinin(SSTD) faşist şeflerinin elinde tam bir oyuncağa dönüştürülmüştür. Kürdistan’da soykırımı ve Türkiye’de her türlü faşist uygulamayı kurumlaştırmak için hukuku önemli bir maskeleme aracı olarak kullanmaktadırlar. Öyle bir duruma gelmiş ki kendi yazdıkları, çizdikleri kanunları var olan koşullarda kendisini, kendisine bağlı çeteleri koruyamaz, savunamaz duruma geldiği zaman orada hemen, ya kanun hükmünde kararname (KHK) yolu ile bizzat o kanunları tasfiye eden kararlar çıkarılmakta ya da el çabukluğuyla pratik olarak sanki o kanun yokmuş gibi hareket edilmektedir. Ya da bir biçimde meclis çoğunluğuna dayanarak, istediği kanunu çıkarıp, resmi gazetede yayınlayabilmektedirler. Bu konularda artık mızrak çuvala sığmamaktadır. Yani yaptıklarını kılıflama, gizleme ve meşrulaştırma imkanlarını giderek yitirmektedirler. Artık deyim yerindeyse takke düşüyor ve kel görünüyor.
Denilebilinir ki artık hukuk siyasetin emrindedir ve onun meşrulaştırıcı mekanizmasıdır. Fakat iktidar öyle bir güç zehirlemesi yaşamıştır ki kendi yaptıkları veya bağlı kalacaklarına dair yemin ettikleri kanunları dahi çiğneyip geçebilmektedir. Adeta kural şudur; söz konusu AKP-MHP iktidarını korumak ise gerisi teferruattır. Zaten Süleyman Soylu denen çete reisi günümüzün Topal Osman’ı “biz yaparız, hukuk arkadan gelir” demiştir. Aslında bununla burjuva hukuku bakımından dahi bir suç söz konusudur.
Önder APO, konuya ilişkin olarak şunları belirtmektedir: “Geleneksel ahlâk daha çok toplum adına ne kalmışsa o alanda seyrederken, hukuk toplumun alanını giderek daraltan devlet iktidarının kurallı eylem alanı haline dönüştürülmektedir.” Yani sınırsız bir iktidar yerine, iktidarı sınırlayan kurallar hukukla belirlenir. Böylelikle kendisini kitleler nezdinde meşrulaştırır. Ancak faşizmde bu sınırlayıcı kurallar ortadan kaldırılır. Artık, meşrulaştırma gibi bir kaygıları kalmaz.
Kendisini ancak beyinlerde meşrulaştıran ve bu meşruluğunu süreklileştiren bir iktidar kendisini daha uzun süreli devam ettirebilir. Fakat meşruluğunu yitiren ve bunu görünür ve anlaşılır kılan yani deşifre olan bir iktidar ömrünü uzatamaz. Bu duruma gelmiş bir iktidar yıkılmakla karşı karşıya gelir. Çünkü itirazlar, dar bir kesim dışında en geniş kesimler tarafından yükselir.
Karl Marks bir avukattı, sistemdeki bazı sorunları çözmeye çalıştığında karşılaştığı hukuk sisteminin sınıf karakterini gördükten sonra artık arayışını Marksist bir kuramı oluşturmaya kadar götürdü. Burjuvazinin iktidarını hiçbir zaman meşru, kabul edilir görmedi. Mutlaka aşılması ve yıkılması gereken bir kapitalist düzen olarak tanımlamaya gitti. Çünkü Marks için, artık hukuk sisteminin işlevi anlaşılmış, onun gerisindeki çıplak iktidar gerçekliği tüm çirkinliğiyle görünür olmuştur.
Fidel Castro Küba’nın başkenti olan Havana’da saygınlığı olan bir avukattı, Batista ABD emperyalizminin çıkarları temelinde darbe yapınca anayasa mahkemesine bir dilekçe ile başvurur. Dilekçede Batista’nı askeri darbe yapmakla, anayasa suçunu işlendiğini, söz konusu bu suçu işleyen Batista’nın yargılanması gerektiğini dile getirmiştir. Fakat söz konusu anayasa mahkemesi Fidel Castro’nun dilekçesini ciddiye dahi almaz. Castro böyle bir hukuk karşısında kendilerinin de kendi mücadele hukukunu geliştirmeye hakları olduğunu belirtir ve Küba Devrimi’nin ilk kıvılcımını bilinçte çakar. Batista rejimi bir faşist diktatörlük olarak var olan burjuva yasalarını dahi yerle bir edebilmiştir. Artık söz konusu olan bir diktatörlüğün hukuku ve onun kanunlarıdır. Castro artık var olan hukuk sistemi içinde sözün, örgütlenmenin, propagandanın yetmeyeceğini anlamıştır. Var olan bu gerçekliğin herkes tarafından görünür kılabilmek için harekete geçmiş, yeterli bir hazırlığı olmamasına rağmen Moncada kışlasına baskın yapmıştır. Başarısız olmuş fakat diktatörlüğün yüzündeki meşrutiyet perdesini yırtıp atmıştır. Böylece çıplak ve iğrenç bir diktatörlük gerçeğiyle Küba halkının yüzleşmesini sağlamıştır. Adına suni denge dedikleri kuramlarına böylece işlevsellik kazandırmışlardır.
Evrensel hukukta sömürgecilik ve soykırım suç olarak kabul edilmiştir. Fakat faşist şefler bu soykırımı sonuca vardırmak için büyük bir çaba sarf etmektedir, elindeki iktidar olanaklarını Kürdistan doğasını yakıp yıkmakta, ekolojik dengeyi yerle bir etmekte kullanmaktadırlar. Bakurê Kürdistan’da demografya değişikliğini yaparak, Kürtleri yok etmek için çeşitli halklardan insanlar getirilip yerleştirilmektedir. Kimyasal silah kullanımı suç olmasına aldırış edilmeden, her gün halklarımızın ve insanlığın gözleri önünde bu suç işlenmeye devam etmektedir. Çıkardıkları dezenformasyon yasasıyla dijital medyada en ufak bir eleştiri dahi en hafifinden para cezası veya ev hapsi ile karşılanmaktadır.
Yasal demokratik mücadele yürüten binlerce insan tutuklanmış, ağır cezalara çarpıtılmışlardır. Cezaları biten tutsaklar bırakılmamakta, keyfi gerekçelerle zindanda kalma süreleri uzatılmaktadır. Hele bir Şadiye Manap olayı vardır ki bin kez isyan etmeyi gerektirir. Otuz yıldan sonra tahliye edileceği gerekçesiyle dışarıya çıkarılır, ancak aynı gün içinde tekrar uyduruk bir suç üretilerek yeniden cezaevi içerisine konulur. Ayrıca onların hukukuna göre cezası bitmiş olmasına rağmen tahliye edilmeyen bazı tutsaklar yaşamlarını yitirmişlerdir, cenazeleri tahliye edilmişlerdir.
Bir Emine Şenyaşar’ın Adalet arayışı vardır ki üzerinde bir saniye bile düşünülse bin kez isyan ettiren bir gerçekliğe sahiptir. Göz göre göre eşini ve çocuklarını hunharca katledenler, azmettirenler ortalıkta dolaşmaktadırlar. Kendisini savunmaya çalışan çocuklarından birisi ise halen en ağır koşullarda zindan hücrelerinde tutulmaktadır.
Yurtsever basında kadın eksenli haberlerde üniformalı tecavüz denilen bir kavram söz konusudur. Her gün yeni bir tecavüz skandalı ile karşılaşmaktayız. Bunu yapanlar soykırımcı sömürgeci Türk devletinin ordu, polis ve devlet bürokrasisinde çalışan yaratıklardır. Fakat bunlara dokunulmaz. Kemal Korkut milyonların gözü önünde vurulur, ses çıkarılmaz. Berkin Elvan ve daha birçok benzer cinayetler, SSTD’nin Kürdistan ve Türkiye metropollerinde işlediği suçlardır.
Hemen herkes Türkiye’nin bir mafya cenneti haline geldiğinden söz eder, İstanbul mafya çetelerinin hesaplaştığı bir alan olarak adlandırılır. Yine işgal edilen Kıbrıs bir para aklama, kumar oynama cennetine dönüştürülmüştür. Mafya çeteleri olarak anılan birçok ismin başta Soylu olmak üzere, Devlet Bahçeli, Erdoğan ve benzeri zevat ile ilişkileri ayan beyan belgelerle ortaya dökülür ama mahkemeler bu kesimler, korur ve meşrulaştırılır. Alaattin Çakıcı denilen çete reisi cezaevinden bir hokus pokus yasasıyla dışarıya çıkarılır, kendisine vize verilmediği için yüzünü kapatmış bir grup silahlı çete tarafından Yunanistan devleti tehdit edilir, reislerinin arkasında olduklarını beyan ederler. Hiçbir savcının bu konuda gıkı çıkmaz. İhale mafyası büyük vurgunlar vurur, bunların hepsi de açıktır fakat buna da kimsenin ciddi anlamda bir itirazı yoktur.
Önder APO üzerinde uygulanan ve 24 yılı bulan tecrit ve son iki yıldaki sudan gerekçeler üretilerek kimseye görüştürülmemesi tam bir hukuk cinayetidir. Evrensel hukukta ve Avrupa hukukunda yeri olan ‘Umut Hakkının’ bir çırpıda alenen ve göstere göstere ortadan kaldırılması yine bir halkın inkârı ve yok edilmesi siyasetinin bir ifadesi olduğu kadar, kendi hukuk düzenlerinin de tasfiyesi anlamına gelmektedir. AİHM’in birçok kararının hiçe sayılması, İstanbul Sözleşmesi’nin bir geceden ortadan kaldırılması, HDP’nin kapatılma davası ve yardımların ipe sapa gelmez gerekçelerle durdurulması ve daha söylenecek çok şey… bütün bunlar aslında sömürgeci soykırımcı Türk devletinin ve onun iktidar odaklarının kendi anayasalarını tanımladıkları gibi bir hukuk devleti olmaktan tümüyle çıktığını ortaya koymaktadır. Ne evrensel ne de kendileri için bağlayıcılığı olduğuna dair altına imza attıkları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararlarına karşı en ufak bir saygıları ve kabulleri kalmamıştır. O halde iktidarı sınırlayan kuralları bu kadar paramparça edip bir yana atan bu iktidara karşı hukuk ile değil isyan ile karşılık vermek hak, sorumluluk ve ertelenemez bir görev haline gelmiştir. Çünkü böyle bir iktidarın denetimi altında onurlu yaşamak mümkün değildir.
Seçim sürecidir, güya seçim yasası gereği herkes oyunu özgürce kullanabilecektir ve benzeri bir yığın cümle kurulur. Çökertme planı ile başlattıkları soykırım planını sonuca bağlama gündemde olmasına rağmen, tam seçim sürecine girmişken, ağırlıklı olarak iki yıldan bu yana ne kadar aktif, iş yapabilen, örgütleyebilen, Kürt yurtseveri, aydını, yazarı, çizeri, basıncısı varsa bunlar Aşık İhsani’nin deyimiyle küme küme içeriye alınmış durumdadır. Yine tam seçim sath-ı mahalline girildiği bir süreçte 6 milyon civarında oy alan ve yaklaşık yirmi milyonluk bir tabanı olan HDP nin mali hesaplarının dondurularak seçim çalışması yapamaz duruma getirilmesi, bir çok muhalif kesimin cezalarla sınırlandırmaya çalışılması ve HDP’nin üzerinde kapatılma mahkemesinin Demokles’in Kılıcı gibi sallandırılması kendi başına adaletten, eşitlikten, asgari burjuva demokratik hukuktan uzak bir sürecin başladığını tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Bunun daha da derinleştirilerek sürdürüleceği anlaşılmaktadır.
Şu aralar seçim ile ilgili konuşan, yazıp çizen herkes seçim ve sandık güvenliğinden söz etmektedir. Rahmetle andığımız Celal Talabani’ye atfedilen bir söz vardır: ‘KDP Çin’de de seçime girse mutlaka kazanır.’’ Merhum bu tespitiyle KDP’nin seçim hilelerine ve zorbalıklarına dikkat çekmiştir. Ne hikmettir ki Celal Talabani’nin bu tespiti KDP nin hamisi AKP’yi daha iyi anlatmaktadır. Herkes bilmelidir ki AKP ne 2003’ün ne de 2019’un AKP’sidir. AKP kendi iktidarını sınırlı kurallarla bile çerçeveleyen 12 Eylül anayasasına ve yasalarına bağlı kalma gereği bile duymayan bir özel savaş çete yapısı ve Metin Küllük denilen bir gangsterin etrafına topladığı bir mafya örgütüdür. Öncellikle bunun iyi anlaşılması gerekir. Türklerin siyasete ilişkin söyledikleri çok çarpıcı bir sözleri vardır: ‘ya devlet başa ya kuzgun leşe…’ Şu anda faşist AKP-MHP iktidarı tam da bu tanımı ifade etmektedir. Ya iktidarlarını sürdürecekler, bunun için her türlü baskıyı, hileyi hatta katliamı yapacaklar ya da iktidardan düşecekler ve hesap sorulacak duruma gelecekler. Bu konuda Trump’ın, Bolsonaro’nun, Peru pratiğinin ve daha birçok kişi ve ülkenin örnekleri ortadadır.
O halde ne yapmalı? Şüphesiz seçim çalışmaları yürütülmeli, fakat seçim çalışmalarını yürüten muhalif güçler karşılarında devletin tüm resmi güçleri yanında SADAT, bekçi örgütleri, çetelerden devşirilen gizli birliklerin olduğunu ve bu güçleri harekete geçirmek için milyarlarca paranın harcandığını göz önüne almak durumundadırlar. Tabiri caizse seçime direniş ağlarını örerek hazırlanmak, seçim güvenliğini de her türlü saldırı ve provokasyona göğüs gererek sağlamak en acil görev olmaktadır. Kısacası Seçime hazırlanırken sadece oy almak için değil, aynı zamanda bu tür saldırıları, hileleri anında fark edecek, boşa çıkaracak ve yerle bir edecek halk örgütlülüğün de oluşturulması gerekir. Belki bazılarının hoşuna gitmeyebilir, ancak halkın seçime savaşa gider gibi hazırlanması elzemdir. Kuşkusuz bu savaşı halk güçleri çıkarmayacaktır. Seçimi kaybeden faşist blok zaten savaşı başlatmış olacaktır. Muhaliflere düşende Muharrem İnce gibi ‘’adam kazandı’’ kepazeliğini göstermek olmamalıdır. Seçimle kazandığını direnişle ele geçirmek olmalıdır. Bu bakımda Devrimci Halk Savaşı hiç kimsenin kaçınamayacağı bir gerçeklik olarak önümüzde durmaktadır. Eğer özgür Önderlik, Özgür Kürdistan, Demokratik bir Türkiye, onurlu bir yaşam diyorsak ve seçimi bu temelde bir iktidar değişimi biçiminde algılıyor isek bunu göze almak durumundayız. Bundan kaçınmak alışılagelen tarzda seçimlerin olacağını düşünmek sadece gaflet ve faşist AKP-MHP hükümetine destek anlamına gelir.
Dünyada, bölgemizde, Kürdistan ve Türkiye’de bir savaş söz konusudur ve bu savaş bugün yarın bitecek gibi gözükmemektedir. Onun için de iktidar bloğu kendisini tümüyle böyle bir temelde hazırlamışken ve adeta hodri meydan derken emek ve özgürlük bloku başta olmak üzere diğer muhalif grupların böyle bir gerçekliğe sırtını dönerek ucuz ve kısa yoldan iktidarı alacaklarını sanmaları kendilerini kandırmalarından öte bir anlam ifade etmeyeceği gibi halklarımıza büyük kaybettireceklerdir. Ayrıca büyük bir demokratikleşme ve özgürleştirme imkanını heba etmeye neden olur ve bunun vebali de sorumluluğu da ağırdır. Faşizm ve restorasyon ancak bu şekilde önlenebilir.
Herkesin dikkatine…
Yasin NAVDAR