14 Ağustos 2019 Çarşamba Saat 05:31
0
21
TR
:” ”
:””
” “,
:” ”
Toplumla, toplumsallıkla savaş
anlamına gelen devlet aygıtının insanı kendisine yabancılaştırması her ne kadar
merkezi devletçi uygarlığa içkin bir özellik olsa bazı sistemler bu konu da
öteki devlet yapılarından ayrılırlar. Faşist devletler bu konuda farklı konuma
sahiptirler. TC soykırımcı rejimi de insanı insan yapan toplumsal değerleri
aşındırıp ortaya ucube kişilikler çıkarma ve bu ucube kişilikleri topluma
sunmada gerçekten mahir bir sistemdir. TC’nin 96 yıllık tarihi bu açıdan ele
alınabilecek sayısız örneklerle doludur. Hatta daha ötesi bu tarih devletin
topluma hangi perspektifle saldırdığını anlama açısından bu ucube kişiliklerin
şahsında ele alınabilir. Basından akademiye, spordan sanata ama özellikle
siyasette olmak üzere birçok alanda devlet aklı tarafından öne çıkarılan bu
şahsiyetler toplumu yönlendirebilmek için kullanılmaktadır.
Bu, zihin dünyasını anlamak için
psikoloji ve sosyoloji bilimlerinin yetmediği şahıslara son örnek AKP-MHP
faşizminin borazanı olma dışında vasfı olmayan Süleyman Soylu denilen zattır.
Aslında bu kişiye dair düşünce ifade edebilmek oldukça güçtür. Çünkü ortada iyi
kötü oluşmuş bir kişilik, en azından iki gün art arda tutarlı cümleler ifade
edebilen biri yoktur. Tek tutarlı olduğu konu olan faşist, ırkçı Türk
milliyetçiliğine ilişkin bile herhangi bir düşünce ifade etmekten aciz birini
değerlendirmek başlı başına bir zorluktur. Bu zorluğu ancak Önderliğimizin
bilimsel yöntemi ile aşabiliriz. Bu kişiliğin hangi sosyolojik çerçevede oluştuğunu
daha doğrusu oluşmadığını incelemek pratiklerini anlamada bize fikir
sunabilecektir. Bu açıdan Önderliğimizin yoğun çözümlemelerle tarif ettiği
TC’nin siyasetçi geleneğini ve 12 Eylül kişiliğini ele almamız bize bu zata
dair bir çerçeve kazandıracaktır. Keza Süleyman Soylu 12 Eylül faşizmin
yarattığı cüce kişiliğin hasbel kader İç İşleri Bakanı olmuş halinden başka bir
şey değildir.
TC’nin tarihi boyunca siyasi
roller üstlenmiş insanları değerlendirmek öncellikle devlet yapısını anlamakla
mümkün olur. Kapitalist modernitenin Ortadoğu’daki temel temsilcisi olarak
kurgulanan TC’yi, herhangi bir ulus devlet gibi analiz etmek yeterli sonuçlar
vermez. Çünkü her ulus devlet, uluslararası sistemden yoğunca etkilenmekle
birlikte devlet mekanizmasının dışındaki olgu olarak toplum ile bağlantılı
olarak şekillenir. Egemenlerin tekelci rekabeti ya da alt sınıfların mücadelesi,
ahlaki ve politik toplum güçlerinin direnişi devletin görünür şeklini
biçimlendirir. TC’de ise sadece iktidar olmaya odaklanan ve gücün tek geçer
akçe olduğu devlet yapısının kendi dışındaki herhangi bir odağı kabul etmediği
iktidar geleneğin modernite makyajı ile cilalanması demektir.
Bu iktidar geleneğinde devletin
bekası (bu beka Kürt soykırımı ve devletin topluma hükmetme sisteminin Türk
milliyetçiliği ile sunulmasında başka bir şey değildir.) dışında bir etken
kabul edilmez. Bu devlette siyasetçi olmak demek devlet çekirdeğinin bir
kuklası olmayı istemek demektir. Siyasetçilerin tek motivasyonu devletin
olanaklarına sahip olmaktır. Bu açıdan TC’de siyasetçi cülus bekleyen kapıkuludur.
Devlete egemen olan çekirdek ister asker sivil bürokrasi olsun ister bugünkü
gibi bu bürokrasinin Erdoğan-Bahçeli faşist kliği ile olan ittifakı olsun,
siyasetçinin görevi onlara kul olmaktır. Bu kul olmanın tek getirisi ve bu
süreçte arzulanan yegâne şey bireysel menfaattir. Topluma hizmet etmeyi
bırakalım toplumsal herhangi bir güce, üst sınıflara dayanarak siyaset yapmak
bile bu geleneğe çok uzaktır. Esas amaç devlete yamanmak ve bu şekilde zenginleşmektir.
İdeoloji, söylem, parti bireysel çıkar için çıkılan yolda sadece aksesuardır.
TC’nin siyasetçi geleneğinin genel tablosunun edebi mizahi bir özetinin
yapıldığı Aziz Nesin’in “Zübük romanı aslında bire bir birçok siyasetçinin
olduğu gibi Süleyman Soylu’nun da hikâyesini anlatır.
Bu zatın oluşumunda bir diğer
etken 12 Eylül faşizminin toplumu biçimlendirme projesinde yarattığı kişilik
kalıplarıdır. Yani Süleyman Soylu Zübük’ün 12 Eylül tedrisatından geçmiş
versiyonudur. Bu nedenle bu kişiyi bir yerlere oturtabilmek için 12 Eylül faşizminin
yarattığı kişiliğin temel özelliklerine bakmalıyız. Faşizmin toplumu dağıtma amacıyla
yaratmaya çalıştığı bu kişilik her şeyden önce bireycidir. Evrenin merkezine
bomboş olan kişiliğini koyar ve dünyayı buna göre anlamlandırır. Bu kişilik hiçliğini
güce olan tapınmayla örtmeye çalışır. Bu tipe göre zihinsel faaliyet gereksiz
bir uğraştır. Her şeyin maddileştiği neoliberal dünyada insanlık, fedakârlık,
dayanışma gibi ahlaki değerler “para etmez. Bu kişilikte faydacılık en temel
ilke olmaktadır. Kişi ne yapması gerekiyorsa yapmalı ve biran önce “köşeyi
dönmelidir . Faşizmin yarattığı kişilik, tüm bunları kapsar bir şekilde aynı
zamanda sindirilmiş, silikleştirilmiş sürekli dışsal bir güce dayanması gereken
ve günübirlik düşünüp yaşayan bir şahsiyettir.
Türk milliyetçiliği, o zamana kadar
yanılsamaya dayalı bir dünya yaratmış olsa bile 12 Eylül ile beraber, nevrotik
megalomanyanın zemini haline getiriliyordu. Ne de olsa “Tarihte Türk’ten başka
ne vardı . Milliyetçilik histerisine tutulmuş her kişi kendini bu tarihi yazan
özne sanıyordu. Bu bir şey olabilme hali de ancak devletle özdeşleşilirse anlam
kazanıyordu. Türk milliyetçiliğinin özü aslında yalnızca hakikat çarpıtılarak
inşa edilen Türk milleti değil, devletleşen milletti. Yani Türk demek Devlet
demek, Devlet demek Türk demekti. Devlet çoğu zaman ordu ile ya da döneme göre
derin çetelerle özdeş olabiliyordu. Esas mesele devletin çekirdeğinin sahibinin
o dönem kim olduğuydu. Bağlılığın yöneldiği özne yalnız ve yalnız güç ve
iktidar odaklarıydı. PKK’nin mücadelesi büyüdükçe Kürt düşmanlığı yeniden
yaratılmaya çalışılan “Türklük ün temel mayasında olan düşmanlık olgusunun ana
bileşeni haline getirildi. Artık tüm düşmanlardan önce Türk milliyetçisi Kürde
düşmandı.
AKP-MHP Faşist ittifakının iç
işleri şefi Süleyman Soylu bu karakteristiğe tam olarak uymaktadır. Vasat bir
kültürel düzeyi olan, zayıflığını, güçsüzlüğünü içi boş kabadayı edebiyatı ile
saklamaya çalışan, kendi yaratığı yalan dünyasına inanmaya başlayan bu kişinin
12 Eylül’ün atmosferinde şekillendiği çok bellidir. Nitekim 1969’da İstanbul’da doğan
Süleyman Soylu 80’lerde yetişmiştir. Ailesi Trabzon’dan yeni göçmüştü ve
Karadeniz bölgesine TC rejiminin uyguladığı politikaların etkisindeydi. 12
Eylül faşizmi ile daha da katmerleşen özel politikalarla TC, daha kuruluşundan
itibaren bölgenin çoğulcu etnik yapısını eritmenin yanında Karadeniz toplumunun
geleneksel başkaldıran ve devlete uzak olan yapısını dağıtmayı hedefliyordu.
Türkleştirme, bu bölgede doğal etnik çeşitliklerin inkârı ve bastırılması
üzerinden yapay, şişirilmiş bir kimlik üzerinden yürütülüyordu. Soylu’nun
ailesinin esas etnik yapısının ne olduğundan bağımsız olarak bu şekilde
“Türkleşmişti . Bölgenin genelinde olduğu gibi birkaç kuşak geriye gidip bu
ailenin etnik yapısını da belirlemek mümkün değildir. Zaten mesele bu kişinin
şekillendiği ailenin bu sahte yargılarla Türkleşmiş bir duruma gelmiş olmasıdır
yoksa “soyu nun ne olduğu değil.
Demokrat ve Adalet Partisi’nde aktif
politika yapan orta sınıf bir ailede yetişen bu kişinin erken gençliğinde
köşeyi dönmeyi temel motivasyon olarak belirlemiş olması döneminin ruhuna da
uygundur. 12 Eylül’ün bilimin kırıntılarını bile bırakmadığı 90’ın hemen
başında üniversitede “İşletme bölümünü okumuş ve ardından bir özel şirket de
kurmuştur. Hayatın herhangi bir alanında
bir güce dayanmadan başarı elde edebilecek potansiyeli olmadığı için o
dönemlerde iktidar partisi olan DYP’nin Gaziosmanpaşa ilçe başkanlığı ile
siyasi alana adım atmıştır. Bu şekilde Kürdistan’da sayısız katliama imza atan
kirli Çiller-Güreş-Ağar çetesinin bir parçası olma şerefine de nail olmuştur.
Faşist Çiller’in kurmay ekibine genç yaşta dâhil olması, tek derdi kişisel
hırsları olan bu kişi için muhtemelen büyük bir şans olarak görünmüştü. Fakat
tarih onun tahmin ettiği şekilde ilerlemiyordu. DYP 2002 seçimleri ile hızla
tuzla buz olup tarihin çöp sepetine gitmesi ile umutları sönen bu kişi 2007’ye
kadarki zamanı arka planda başarısız ticari girişimlerde bulunarak, şans beklemekle
geçirecekti.
Şefi olan Mehmet Ağar’ın seçim
başarısızlığı ardından istifa etmesi üzerine 2007’de artık DP adını alan
partinin genel başkanı olan bu şahıs oldukça hırslanmıştı. Beklediği şansın
doğduğunu sanıyor bu nedenle şefine ihanet etmekte bir beis görmüyordu. AKP ile
askeri-sivil bürokrasinin iktidar savaşı alevlenmişti. Bu mücadeleden kendisine
bir rant alanının doğacağını umuyordu. Bu nedenle her fırsatta AKP’ye ve Tayyip
Erdoğan’a hakaret ediyordu. Ekranlarda yoğunca görünmeye başlanması bu
dönemdedir. Erdoğan’a sövmek ona ilgi doğuruyor, o da bunun fark ettiği için
daha fazla, daha seviyesiz biçimde küfrediyordu. Fakat yine talih ona gülmüyor,
bir türlü köşeyi dönmesini sağlayacak koltuğa sahip olamıyordu. 2009 yerel
seçimleri bu şahsın hayallerinin bir kez daha yıkılmasına neden oldu. Seçim
öncesi başarısızlık halinde istifa sözü veren bu kişi, sözünü birkaç kez
çiğnemesine karşın DP ile istediklerine kavuşamayacağını anlayınca bu partinin
yönetiminden ayrıldı. Fethullahçı tarikat ile yoğun ilişkiye geçtiği dönem bu
tarihler olmaktadır. 2010 yılında yapılan referandumunu o zaman kadar aldığı
pozisyona ters bir şekilde iktidardaki AKP-Fethullahçı ittifakına yakınlaşma
fırsatı olarak gören bu şahıs “Demokrasi Buluşmaları adı altında “Evet
kampanyasına dâhil oldu. Herhangi bir
ideolojik ilkesi olmayan biri için o zamana kadar ettiği tüm sözlere karşın, devlet
içinde yoğun bir güce kavuşan yapıya yakınlaşmaya çalışmak normaldir. Fakat bu
ilkesizlik sağcı parti DP’ye bile fazla gelince bu partiden ihraç edildi.
2010’dan 2012’ye kadar Tayyip Erdoğan’a yanaşabilmek için araya Fethullahçı
yapıyı koyma dâhil bin bir takla atan bu şahıs Faşist Erdoğan’ın kendine hiçbir
alternatif bırakmama politika doğrultusunda AKP’ye alındı. Bu kişinin AKP’ye katılması
sadece onun değil, Erdoğan’ında ne denli omurgasız olduğunu gösteriyordu.
Hemen parti yönetimine alınan bu
kişi 2015 yılına kadar süren diyalog sürecine karşın ara ara yaptığı Kürt
düşmanı açıklamalarla gündeme geldi. Fakat faşist darbenin ardından artık
kendisinin günün geldiği kanaatına varan Soylu, Kürt düşmanlığı üzerinden pay
kapma arayışına girdi. Nitekim 1 Kasım darbesinin ardından Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanlığına getirilmesi bu rolüyle yeni faşist şefinin gözüne
girdiğini gösteriyordu. Ne “Çalışma hayatıyla ne de “Sosyal Güvenlik ile bir
alakası olmayan ve bakanlık süresi en fazla işçi ölümünün yaşandığı dönem
olarak tarihe geçen bu kişinin, bu mevkiye getirilmesinde Kürt düşmanlığı
dışında bir ölçüt yoktur. AKP’nin “Çöktürme Planı çerçevesinde Kürt halkına
karşı yürüttüğü katliamlar döneminde Bakan olan bu kişi, bu sürecin
propagandasını yapma adına sürekli karaktersizliğini dışa vuran açıklamalar
yaptı. 15 Temmuz’un ardından AKP-MHP faşist ittifakının OHAL darbesiyle beraber
Kürt halkına yönelik saldırılarını başka bir aşamaya geçirmek isteyen faşist
Erdoğan, kirli katliamlarını yürütmek için araç olarak Süleyman Soylu’yu seçti.
Ağustos 2016’da İçişleri Bakanlığı görevine getirildi. Artık Kürt halkına
saldırıda herhangi ahlaki bir normu umursamayacak bir kişi TC’nin güvenlik
politikalarına yön verecek ve pratikleştirecek konumdaydı. Ve tüm kamuoyu bu
kişiliği yaptıklarıyla daha da ötesi söyledikleriyle her açıdan yakından
tanıyabilecekti.
2016 Ağustos’undan günümüze kadar
bu kişinin sorumluluğunda yapılan Kürt halkına saldırılar insanlığa ne denli
düşman biri olduğunu gösterir. Binlerce insanın işkenceden geçirilip,
tutuklanması, halkın iradesine yönelik kayyum saldırıları, köylerde ve
ilçelerde aylar süren sokağa çıkma yasakları, milletvekili ve seçilmişlerin
zindana yollanması, temel insan haklarının askıya alınması bu faşist dönemin
temel sacayaklarından sadece bazılarıdır. Kuşkusuz bu dönem sadece bu figüranla
açıklanamaz ama faşizmin beli başlı simalarından biri olduğu da unutulmaz. Kürt
halkına yönelik soykırım saldırılarını her yerde yürüten bu şahsın Kürt
halkının intikam belleğinde sürekli kalacağı da açıktır. Başkalarını ölüme
sürükleyip kendisi sürekli zenginleşen bu kişi aslında sadece Kürt ya da Türk halkının
değil insanlığın düşmanıdır. Kene gibi kan emen bu tiplerin tarihte nasıl
anıldığı da bellidir.
Süleyman Soylu sıklıkla Nazi
propaganda bakanı Goebbels’a benzetilmektedir. Her ne kadar pratikleri ile “Bir
yalan ne kadar büyük olursa kitleler ona o kadar kolay inanır. ilkesi ile
Alman faşizmin ideolojik aygıtlarını yöneten Goebbels’i anımsatsa bile bu kişi
en temel noktada Nazi benzerinden ayrılır. Ayrık noktaları “inanmışlık ve
“sadakat tir. Yoksa insanlık düşmanı tüm özellikleri paylaşmaktadırlar. Fakat
her şey bir yana Goebbels Nazizm’e inanmış ve baştan itibaren Hitler’e
sadakatle hizmet etmiştir. Soylu’da ise bu iki nitelik de yoktur. Kendi
menfaati dışında inandığı bir dava ve sadakatle bağlanacağı bir lider yoktur.
Bugün düz dediğine çok rahat
biçimde yarın eğri diyebilecek olan Soylu’nun azılı bir Kürt düşmanlığı dışında
içselleştirdiği, benimsediği bir ilke yoktur. Bu nedenle bugün “Reis diye biat
ettiği Erdoğan’a yarın çok rahat “hain diyebilir. Aslında AKP-MHP faşizminin
kulislerinden Soylu’nun kendini sürekli Erdoğan sonrasına hazırladığı
yansıtılmaktadır. Faşist Erdoğan’ın bu kişiyi çeşitli şantaj yöntemleri(oğlunun
uyuşturucu ticareti, Fethullah bağlantıları vb.) ile kontrol altında tuttuğu da
iddia edilmektedir. Erdoğan’ın geçmişte pek çok kez yaptığı gibi bu kişiyi
kirli işlerinde kullandıktan sonra tasfiye edeceği akla yakın tahminler
arasındadır. Ama daha büyük olasılık PKK’nin hafızalardan sildiği kudretli
devlet adamları koleksiyonuna Abdulkadir Aksu, Nahit Menteşe ya da İsmet Sezgin
gibi dâhil olmasıdır.
Bu şahsın bugün küfürler ettiği
Fethullahçı yapıyla derin bağlantıları olduğu bilinen bir durumdur. AKP-Fethullah ittifakı döneminde çok açık
olan bağını Aralık 2013’deki ilk açık büyük çaplı çatışma sonrası da görünürde
Erdoğan’ın yanında durup Fethullah’ tan da uzaklaşmayarak sürdürmüştür. 15
Temmuz’a kadar bu tarikata ilişkin olumsuz tek bir kelime etmemiş olması bu
durumu kanıtlamaktadır. Bu yapıyla ilişkilerini de genel karaktersizliği
üzerinden yani güç için her kalıba girmekle yorumlayabiliriz. Yoksa bu
tarikatın ideolojisine bağlanmamıştır. İktidar savaşının Faşist Erdoğan
tarafından kazanıldığı netleşene kadar rengini belli etmemesi
fırsatçılığındandır.
Bu şahsın birbirinden tutarsız,
kof ve ancak ergenliğe yeni yetişmiş lümpen gençler tarafından söylenebilecek
çok sayıda beyanı vardır. Biz sadece bu zatın tıynetini tüm açıklığı ile
gösteren bir ikisine işaret etmekle yetineceğiz. İlkini 2016 sonbaharında
söylemişti. “2017 baharından itibaren kimse PKK’nin adını bile anmayacak
buyuruyordu, hayatında herhangi bir mücadeleyi kazanmamış olan Soylu. Neyine
güveniyordu bu sözleri ederken ya da nasıl bir rüya görüyordu o an, bilmek
mümkün değil ama 2019 baharında PKK’nin gücünün geldiği nokta bir yana kendisi
utanmadan seçim kampanyasında insanlara yalvarıyordu: “Lütfen boynumuzu
Kandil’in önünde eğmeyin . Birkaç ay sonra yok edeceğini netlikle ifade ettiği
örgütün 2 yıl sonra hala kâbusu olduğunu bu şekilde itiraf eden bu şahsı
tanımlamak için psikiyatri bilimine başvurmak zorunludur. Biraz ahlaki değeri
olsa bir nebze kişiliği hayatın gerçeklerinden etkilenebilse en azından ona
inanan insanlara açıklama yapar ya da özür dilerdi. Ama şizofreni, paranoya ve
megalomanya tanılarının çok rahatlıkla konabileceği bu kişide erdemin
kırıntılarını bile aramak beyhude bir çabadır.
2019 kışında HDP
milletvekillerine şöyle diyordu Soylu “Sizi İstanbul’da yürütürsem adam
değilim . Tüm müdahalelere rağmen yürüyüşlerini tamamlayan milletvekilleri
faşist polislere “Bakanınıza selam söyleyin derken bu şahıs tek kelime bile
etmedi, edemedi. Ataerkil zihniyetin en kaba temsilcisi olan bu şahıs bu
durumda en azından utanabilmeliydi. Fakat bu mümkün değildir. Keza utanma ancak
etik değerler silsilesine sahip insanların yapabildiği bir eylemdir.
Tüm bu değerlendirmelerin
ardından başlıktaki soruya dönebiliriz. “Soylu kavramı en fazla iki anlamda
kullanılır. İlki üst tabaka insanları ve onların çocuklarını tanımlamak için
kullanılan sıfat niteliği kazandığı anlamdır. Bu kavramla tanımlanan kişinin
atalarının aristokrat olduğu işaret edilir. “Soylu kelimesi aynı zamanda
seçkin feodal sınıfta yoğunca bulunduğu varsayılan ahlaki değerlere sahip
kişileri belirtmede sıklıkla kullanılır. Yani kişi mert ve sözünün takipçisi
olur, büyük şeyleri dert eder ve ahlaki ilkelere göre davranırsa “Soylu
biçiminde tanımlanır. Süleyman’ın ataları kimdi bilinmez ama özellikle ikinci
anlamda “Soysuz olduğu kesindir. Hatta bu kavrama bu denli yabancı birinin
soyadının “Soylu olması tarihin en ironik rastlantılarından biridir.
Kendal BAGOK
0
21
TR
KO
:” ”
:””
” “,
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info -www.navendalekolin.com -http://kursam.org/index.html-
http://kursam.net/index.html