21 Mart 2013 tarihi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana tarihen ayırd edilebilir bir döneme denk geldi. Eşyayı adıyla çağırmanın tabiatına uygun olarak belki de ilk defa resmi düzeyde Kürt sorununun adı konuldu. Sorun resmi düzeyde kabul edildi. Hakeza sorunun sulh yoluyla çözüleceğine dair halklarımızda oluşan inancın bugün büyük bir kırılmaya uğramasından bizatihi Erdoğan-AKP ve MHP Faşist hükümeti birinci dereceden sorumludur.
Kürt sorunu, Kürtlerin bireysel haklarının folklorik anlamda tanınıp çözüme kavuşturulacağı bir sorun değildir. Sorunu sorun yapan şey Kürtlerin ulusal taleplerinin “kolektif haklar” temelinde bir masa etrafında çözülebileceğine dair oluşan doksan dokuz yıllık dirençtir. Bu direncin beslendiği ana arter ise inkarcı, tekçi, asimilasyonist ve soykırımcı pratiklerin, üst üste bindirilmiş şiddet sarmalı içinde Kürdistan coğrafyasına uygulanmasıdır. Milliyetçi ve şoven duygularla semirtilen bu ana arteri, egemen ve üstenci kibirle dile dolamanın ne bu ülkeye ne de herhangi bir siyasi partiye hiçbir faydası olmayacaktır.
Bunun için referans alınacak iki temel husus vardır:
İlki, yaşanan dünya deneyimleri;
ikincisi ise ülkenin kendi tarihi içeresinde yaşadığı deneyimlerdir.
Yazımızın konusu gereği dünya deneyimleri ayrı bir başlıkta irdelenmesi gereken bir durumu içermesi hasebiyle konumuz dışında kalacaktır. Çünkü yaşanan dünya deneyimleri oldukça çok konuşuldu bu ülkede. Yeniden bu noktaya değinmek bir tekrardan öteye gitmeyecektir. Onun için biz daha çok bu ülkenin tarihinde referans alabileceğimizi düşündüğümüz cumhuriyetin kuruluş yıllarının bu bağlamda yol gösterici olacağını düşünüyoruz. Özellikle 1921 ve 1924 anayasalarının izini takip ederek TC’nin anayasal serencamına kısaca değineceğiz.
Önder Apo’nun 21 Mart 2013 tarihinde Amed’te okunan mektubunda sözüne ettiği 1920’deki kurucu meclise ve 1921 ve 1924 anayasasına değinip “Demokratik Cumhuriyet” kavramsallaştırılmasını irdeleyeceğiz.
TC’NİN ANAYASAL SERENCAMI
Kürt sorunun soy kütüğü cumhuriyet tarihi öncesinde 1880 yılındaki Şeyh Ubeydullah İsyanından, cumhuriyet tarihine kadar uzanan Kürtlerin kurucu bir millet olarak otonom haklara sahip olacağı 1921 Anayasası’na, oradan da 1924 Anayasası sonrası günümüze kadar gerçekleşen direniş döngüsünün içerisinden izlenebilir. Mezkûr direniş döngüsü içerisinde yirmi dokuz direniş tarihselliği, sosyo-politik, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel bir uzamda Kürt sorununun üst belirleyen bir sorun olarak yapısal şiddet unsurlarının üst üste binmesiyle günümüze kadar ulaştı.
1921 Anayasası, milli mücadelenin kurtuluş sürecinin ürünüdür. […] 1924 Anayasası Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinin ilk anayasasıdır. Merkezi devlet idaresini esas alan bu anayasa, otoriter modernleşme üzerinden kurgulanmıştır. Bu kurgu daha sonra yapılan 1961 ve 1982 anayasalarında süreklilik göstermiştir.
1961 Anayasası, askeri darbe sonrası hayata geçirilmiştir. Bir yandan özellikle 1953 yılı sonrası otoriterleşen Demokrat Parti iktidarına karşı gerçekleştirilmiş olma, diğer yandan ise 1960’lı yıllardaki küresel ekonomi-politik ve sosyo-politik eğilimlerden etkilenme niteliğini taşımıştır. Anayasa Mahkemesi başta olmak üzere çok sayıda denge ve denetleme kurumu ihdas eden 1961 Anayasası, iki meclisli sistemi hayata geçirerek bir yeniliğe daha imza atmıştır. Dönemin küresel siyasetine uygun olarak temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan bu anayasa ile Türkiye siyasetinin en çeşitli ve hareketli zamanlarına tanık olunmuştur.
1961 ve 1982 tarihli anayasalar askeri müdahalelerden sonra yapıldıkları için asli kurucu niteliğe sahipti. 16 Nisan 2017 tarihinde yapılan referandumla kabul edilen ve 24 Haziran 2018 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili seçimleri ile hayata geçen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi 1924 Anayasasından bu yana ilk defa yönetim sisteminde değişiklik yapmış, siyasi güç ve iktidarı yeniden dağıtarak -merkezde (yürütme erkinde) daha fazla toplayarak- rejime niteliğini vermiştir. Mezkur anayasa değişikleri de türev kurucu niteliğe sahip değişiklikler olarak kayda geçmiştir.
TC’NİN KURULUŞ DÖNEMİ (1919-1924)
Bu dönem Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulma sürecini oluşturur. Kurtuluş Savaşı ve daha sonra imzalanan Lozan Antlaşması ve Saltanatın kaldırılmasının ardından 29 Ekim 1923’’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Cumhuriyeti ilan etmesi ile son bulur. Türkiye’de siyasal kimlik oluşumu “Kurtuluş Dönemi” olarak nitelendirilen dönemde önce otonom haklar çerçevesinde ele alınırken, 1924 Anayasası ile birlikte inkar ve yok sayma tutumu şeklinde görülecektir.
Kürt sorunun mayalandığı esas dönem, bu dönemdir. Özellikle 1921 Anayasası içerisinde kurucu bir millet olarak yer almasına rağmen, Cumhuriyet ilanı sonrası, 1924 Anayasası ile birlikte Kürtlerin inkâr edileceği ve sistematik asimilasyona tabi tutulacağı önemli bir ara dönemdir.
TBMM’nin 6 Mart 1923 tarihli oturumunda Bitlis milletvekili Yusuf Ziya, Meclis kürsüsünde şu konuşmayı yapmıştır: “Arkadaşlar ben bir Kürdüm. Fakat Türkiye’nin şerefini, Türkiye’nin terakkisini temenni eden Kürtlerdenim. Türk ile Kürt, teşrik-i mesai ederek yaşamazlarsa, ikisi için de akıbet yoktur.”
Yusuf Ziya’nın andığımız bu cümlesi bugün de olağanca gerçekliği ve ağırlığı ile siyaset semasında yankılanmaya devam ediyor. O günlere dair verilecek önemli örneklerden bir tanesi de, Mustafa Kemal’in beyanıdır.
Kurtuluş Savaşı’nın fiili olarak başarıya ulaştığı bir dönemde, kurulacak yeni devletin nasıl terkip edileceğinin tartışıldığı günlerde, Ocak 1924’te Mustafa Kemal yaptığı basın toplantısında kendi yaklaşımını şöyle özetlemektedir: “Kürtlük adına bir sınır çizmek istersek Türklüğü ve Kürtlüğü mahvetmek gerekir… Başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilatı Esasiye Kanunu gereğince zaten bir tür yerel özerklikler oluşturulacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir. …Şimdi TBMM hem Kürtlerin, hem de Türklerin yetki sahibi vekillerinden oluşmuştur ve bu iki unsur bütün çıkarlarını ve kaderlerini birleştirmişlerdir.”
Oysa ne Yusuf Ziya’nın ne de Mustafa Kemal’in beyanları gerçeğe ermez. Verilen sözler tutulmaz. Günümüze kadar devam edecek kültürel-fiziksel “toplum kırım” ve tanımama, inkar döngüsü, devletin resmi görüşü olarak künyelere kazılır.
Mart 1924’te, resmi bir emir ile Kürt okulları, örgütleri ve yayınları hükümetçe yasaklanır. Tek parti rejimi körleştikçe, Kürtçeye yönelik yasaklamaların kapsamı genişler. Şiddetin dozu artar. Büyük-küçük yerleşim birimlerinin Kürtçe olan isimleri asimilasyon politikasına içkin kılınarak keyfi bir biçimde değiştirilir. Kürtlerin, kendi çocuklarına, kendi anadillerindeki istedikleri bir ismi vermeleri yasaklanır; çarşı pazarda anadillerini konuşmaları cezaî yaptırıma bağlanır. Bildikleri tek dil olan ana dillerinden yoksun bırakılmaları, Kürtlerin büyük çoğunluğunu, kamusal alanda adeta “sağır ve dilsiz” olmaya mahkûm eder.
Oysaki 1921 anayasası, padişahın bütün güç ve yetkilerini kendinde toplayarak millet iradesini gerçek söz sahibi yapan bir içeriğe sahipti. Özellikle 10. maddeden sonra bu söz sahipliğinin adem-i merkeziyetçi temsile dayanan bir yapılanmayla oluşturulacağına dair idari hükümlerle donatılmıştır.
Örneğin ;
10. maddede; Türkiye’nin coğrafi şartlar göz önünde bulundurularak vilayetlere, kazalara ve nahiyelere ayrılacağı belirtilmiştir. Yani vilayetlerin bölünmesinde herhangi bir ırk, din, dil ayrımı güdülmeyeceği belirtilmiştir.
11. maddede; vilayetlere “Vilâyet mahalli umurda manevi şahsiyeti ve muhtariyeti haizdir.” hükmü ile muhtariyet verilerek kendilerini yönetme fırsatı verilmiştir. Maddenin devamında vilayetlerin meclisin koyduğu yasalara bağlı kalacağı ve dışişlerinde merkeze tam bir bağımlılıkta olacağı fakat kendi idare alanlarına sağlık, eğitim, ulaşım, altyapı, güvenlik gibi konularda söz sahibi olacağı belirtilmiştir.
12. maddede vilayetlerde oluşturulacak meclislerin (şuraların) üyelerinin vilayet halkı tarafından seçileceği ve seçimlerin iki yılda bir yapılacağı
13. madde ile bu meclisin kendi liderini (reisini) kendisinin seçeceği belirtilmiştir.
14. madde ile ise federe devlet yapısından daha merkeziyetçi bir yapı sağlamak için vilayetlere merkezden atanacak valilerin meclisi temsil edeceğinden ve merkezin denetleyicisi konumunda olacağından bahsedilmiştir.
15. maddede daha küçük yerleşim bölgeleri olan kazaların yönetimi merkeze bağlanırken,
16. ve 22. maddeler arasında yönetim birimlerinin en küçüğü olan nahiyelere de muhtariyet yani yerinden yönetim hakkı verilmiş, nahiyelerin yine seçimle başa gelen nahiye şuraları tarafından yönetileceği belirtilmiştir.
23. son maddede ise merkezden umumi müfettişlerin atanacağını ve bu müfettişlerin meclisin yerel bölgelerdeki denetleme mekanizması olacağı belirtilerek merkezin vilayetlerdeki gücünü arttırmak amaçlandığını görmekteyiz.
Bu hükümlerin hiçbiri uygulanmadan 1924 Anayasası yapılmış ve bugüne kadar devam edecek nur topu gibi bir Kürt Sorunu da gelecek nesillere miras kalmıştır. Dolayısıyla bugün mevzu bahis olan Kürt sorunu özünde Türkiye’nin yapısal sorunudur. Çünkü 1921 Anayasası, onu yapan iradenin çokluğu ve yerinden yönetimler ve parlamentonun güçlülüğünü esas alan anlayışı ile 2023 yılı Türkiye’sinde yönetsel mimariyi düşünmek için iyi bir imkân referansıdır.
Cumhuriyetin 1921 Anayasası ile esasına aldığı çokluk ve demokrasi anlayışı, 1924 yılındaki anayasa ile terk edilmiştir. Cumhuriyetin 1924 yılında demokrasi ile taçlanması yerine, merkezi iktidar ve kutsal devlet mottoları ile bütünleşmesi sağ-otoriter siyasi anlayışlara manevra alanı sunmuş ve rıza üretmelerini sağlamıştır. Oysaki 1921 Anayasası’nda yer alan çokluk ve yerelde kurumsallaşan demokrasi, Cumhuriyeti toplumsallaştırmaya yönelmişti.
Yine imzalanan Amasya protokolleri 1921 Anayasası’nın özüne damgasını vuracak şekilde cumhuriyetin ilk sosyal ve siyasal belgesi niteliğindeydi. Bunlardan 20-22 Ekim 1919 tarihli protokolde, vatan “Türk ve Kürtlerin oturdukları topraklar.” şeklinde ortak vatan olarak açıklanmıştır.
CHP’nin açıkladığı “2. yüzyıla çağrı beyanamesi” 1921 anayasası ve kuruluş meclis anlayışına aykırı 1924 inkarçı-reddci anayasanın bir davamı niteliğindedir. Günümüz Türkiyesi ve 21 yy paradigması cumhuriyetin ikinci yüzyılında demokratik toplum ve cumhuriyetin demokratikleşmesi için oldukca uygun bir zemindir. 2. yüzyıl beyanemesi sorunun esasından uzak, sonuçlar üzerinden oluşturulmuş ve güncel bir bakış açısıyla hazırlanmış ve topluma sunulmuştur. Mevcut beyaneme var olan sorunları çözmeyeceği gibi daha da derinleştirilerek yapısal bir dönüşümü hayata geçirmeyecektir. Olması gereken 1924 anayasasının oluşturduğu katı-merkeziyetçi, otoriter devlet rejiminin niteliksel dönüşümünü sağlayacak tutum ve ilke belgesiydi. Dolayısıyla bir kez daha açığa çıktı ki CHP Türkiyenin demokratikleşmesi, halklar arasında barışın sağlanması ve özgürlükçü bir siyasetten uzak bir tutum içindedir. AKP-MHP faşizminin bu kadar palazlanmasına çanak tuttan bir anlayışla cumhuriyetin demokratikleşmesi mümkün değildir. HDP’nin muhalefet tarzı ve programatik yaklaşımı bu bağlamda demokrasi ve çözüm talebiyle doğrudan ilintilidir. HDP’nin olmadığı bir masa, bir ittifak yada muhalefet ekseni, demokrasisiz millet ve cumhuriyet siyasetinin devamı olacaktır.
YENİ BİR KURULUŞU İMLEMEK: ‘’DEMOKRATİK CUMHURİYET’’
Demokratik Cumhuriyet kavramsallaştırılması ilk kez İmralı savunmaları sırasında Önder Apo tarafından Kürt sorunun çözümü bağlamında dile getirilmiştir. Aynı zamanda bir ikiliği de barından ve çatının nasıl çatılması gerektiğini imlemesi açısından tartışılması elzem olan bir kavramsallaştırmadır. Demokratik cumhuriyet, otokratik ve oligarşik cumhuriyetin yönetim anlayışının karşıtı olarak kurar kendini. Türkiye halklarına dayatılan tekçi, asimilasyonist, cinsiyetçi, milliyetçi ve şoven teze karşı yeni bir politik kuruluşu imleyen anti-tezdir. Demokratik Cumhuriyet, kurucu bir kavram olarak üniter devletin sınırlarına dokunmaksızın, eşit anayasal vatandaşlık temelinde, ademi merkeziyetçi yönetim anlayışı çerçevesinde özerk yapılanmaları muhteva eder.
Geçmişin güçlü eleştirisine eşlik edecek tarihsel ve sosyal bir yüzleşmeyle, aleniyet ilkesi çerçevesinde, sorunun çözümünde tarafların bir masanın başında sulh yoluyla olması gerektiğini yöntem olarak kabul eden; dün-bugün-gelecek zamansallığında ortak bir geleceğin birlikte inşa edilebileceğinin malumudur. Cumhuriyeti demokrasiye, demokrasiyi cumhuriyete içkin kılacak toplumsal siyasal dinamiklerin yeniden yapılandırılmasıdır. Demokratik cumhuriyet söylemi ve talebiyle yeniden bir konumlanmadır.
CUMHURİYET ve DEMOKRASİ
Cumhuriyet tartışmaları daha önceleri demokrasi kavramından azade bir şekilde ele alındı. Birinci ve ikinci cumhuriyet tartışmaları siyasal güç ilişkilerinin yeniden kurulduğu ve yapılandığı, bu kurulma ve yapılanma etrafında politik aktörlerin yeniden posizyon aldığı bir dönüşüm sürecinde alevlenmişti. Türkiye’nin ekonomik, toplumsal ve kültürel yeniden yapılanmasının birinci – ikinci cumhuriyete içkin tartışmaları aynı zamanda ülkenin yakın tarihinin de en önemli tartışma başlıkları olarak kayda geçmiştir.
Yakın dönemin en önemli politik aktörleri olan ordu, seküler kesim, AKP iktidarı ve Kürt siyasal hareketinin ilişki – çelişki düzeyini üst belirleyen temel sorun, Kürt sorunu olmuştur. Kürt sorununun çözümü bağlamında cumhuriyet ve demokrasi kavramları reel politik uzamın iz düşümlerine bağlı ya da paralelinde tartışıldı. Siyasal demokrasi hattında güç ilişkilerinin çatışmasını düzenleyen söylemler, kırılmalar ve kopuşların yarattığı artçı şoklar toplumsal bir demokrasi ve barış hattına evrilememişti. Cumhuriyetin demokrasi ile, demokrasinin cumhuriyetle olan imtihanı, imtiyazlı sınıfların uhdesinde eski sürümleriyle birlikte paket bir program hududunu aşamadı. Gerçeklerden kopuk, konjoktürel iklimlere kapılmaktan kaynaklı yüzeysellik ve sığlık otoriter konsolidasyonun değirmenine su taşıdı. Resmi görüş revize edilerek Kürtler yine ve yeniden tanımlandılar. Kemalist Cumhuriyetin 19. yüzyıldan kalma resmi ezberi olan Kürtleri tanımama siyaseti, İslami zevatın ittifakdaşlığıyla üçüncü bin yıla da taşındı. 3 Kasım’da hükümet olmakla başlayan siyasal İslam’ın hikayesinin bugün geldiği yer oryantalist bir iktidar ve beyaz Türklüğün ufkunu aşamayan bir hikayedir. Bu topraklarda böylesi hikayelerin mutlu sonla bittiğine daha kimse tanık olmadı.
SİYASAL İSLAM’IN İKTİDAR HİKAYESİ
AKP’nin 3 Kasım 2002’de hükümet olmasıyla başlayan süreç “AB’ye evet” söylemi ile hem örgütlendi hem de yeniden düzenlendi. Bu dönemde etkin olan ama hiçbir zaman politik bir güç olmayan liberallerin AKP’ye desteği ve Kürt siyasal hareketinin “Demokratik Cumhuriyet” teziyle konumlanarak AB’den yana koyduğu tavır süreci domine etti. Ordu ve Seküler tarihsel blok bu sürece hazırlıksız yakalandı. Konuyla ilgili tarafların ve yazarların üzerinde mutabık kaldıkları bu sürece “İkinci Cumhuriyet” adı verildi. AKP ve liberallerin özellikle bu süreçte Kürt siyasal hareketi ile iyi geçinme ve diyalog yollarının açık tutulması kendi güç ve konumlarını sağlama alma, pozisyonlarını güçlendirme ve rakiplerine karşı avantaj sağlamada daha geniş bir alan ve esneklik tanıyordu.
22 Temmuz 2007 tarihi ve sonrası mezkur güçlerin “varlık-yokluk” aksı üzerinde süreci yönetmek için şiddetli iktidar kavgalarının “cumhuriyet”, “laiklik”, “anti laiklik” , “askeri vesayet”, “millet” , “mağduriyet”, “demokrasi” kavram ve söylemleri üzerinden yapıldı. Sancılı ve çatışmalı bir süreçte küresel güç/çıkar ilişkilerinin belirleyiciliği altında olup bitenler Kemalist cumhuriyeti çözücü bir etkiye sahipti. 12 Haziran 2011 seçimlerine kadar devam eden dört yıllık sürecin üç ana başlığı vardı. Cumhurbaşkanlığı seçimleri, sivil ve demokratik bir anayasa, Kürt sorunu bağlamında çözüm olanakları ve silahların bırakılması. Lakin cumhurbaşkanlığı seçimlerinde çıkarılan güçlükler, kapatma davası, mahkemeler, istihbarat savaşları, dış dengeler, skandallar ve Habur vakası birinci ve ikinci cumhuriyetçilerin birbirlerini yıprattıkları taht oyunlarının tasallutu altında geçti.
12 Haziran seçimleri sonrası Meclis’in kurucu bir rol üstlenerek demokratik bir cumhuriyetin inşasını mümkün kılacak olanaklar, muktedirlerin siyasal aklının süreci yanlış yöneten beceriksizliğiyle sonuçlandı. Birinci Cumhuriyetin tasfiye ettiği temel siyasi güçler olan siyasal İslam, Kürtler ve Komünistlerin parlamento sathına taşınan ilişkisi 2013-2015 arası “isyandan müzakereye” diskuruyla kendine yeni bir yol aradı: Ya Demokratik bir Cumhuriyet ya da Otokratik Muhafazakar bir Cumhuriyet…
7 Haziran 2015’e ve sonrasına dair gelişmelerin fay hatları bu dönemde döşendi. “Çöktürme Planları” bu dönemde hazırlandı. Tasfiye kararları MGK’da karar altına alındı. Devlet ve Ulus’un ‘istiklal ve istikbali” kodu kesif milliyetçi bir hamaset ve ‘tekçilik’ retoriğiyle kitlelere sunuldu. Fay hatlarının gerilimlerinden boşanması yıkıcı sarsıntılara neden oldu. Vesayet ve cumhuriyet adına birbirleriyle çatışan güçler aynı potada buluşarak, devletin ve bekasının altında birleşip, Kürt özgürlük hareketine ve bağlaşık güçlere karşı “şok ve dehşet” operasyonları düzenleyerek aslına rücu etti: “Resmî dilde Cumhuriyetle kastedilen, büyük çoğunlukla, devletten başka bir şey değildi.”
Yeni devletin cumhuriyetçiliği, milliyetçiliği etnik ve dini nitelikli kimlik unsurlarıyla tedavüle sokan, bu bağlamıyla çatışma ve çatışma imkanını ekonomiye tevil eden bir yöntem olarak kullanıldı. Reel üretimdeki tıkanmaların çatışma dinamikleriyle aşılması devleti daha da güçlendirme ve devlet-kültür merkezli bir ulusalcılığın köpürtülmesi dönemin alameti farikası oldu.
Bozkurtların ve Rabiacılığın diğer bileşenleriyle birlikte oluşturduğu iktidar bloğunun Kürtlerin hak ve statü talebine karşı tarihsel bloku da örgütleyen ana fikir, birbirine düşman ulus ve grupları bir çıkar parantezinin içine alarak bütün sorunların içine temayüz etti. Ve bu haliyle “Cumhuriyet, ezelî millî sürecin, milletin tarihsel akışının modern uğrağı olmaktan öte bir anlam ifade etmez. Milliyetçi-muhafazakâr tarih anlatılarına baktığımızda, Cumhuriyet, Türklüğün şimdiki zaman kipinde temsilinden başka bir şey değildir.”
Cumhuriyet, ulus ve devlet üçlüsü şimdiki zaman kipinde ortodoks bir düsturla birbirine lehimlenmişlerdir. Bu lehim toplumun örgütsüz kılınması, baskı ve sömürüye mahkum edilmesi pahasına yapılmaktadır. Devletli demokrasi, cumhuriyetin sessiz yığınlarının gölgesinde kendini var etmek istemektedir. İşte tam da “kritik nokta, cumhuriyet-demokrasi ilişkisi ve bu ikisinin birbiriyle nasıl telif edileceği ile ilgilidir. Demokratik cumhuriyet , aristokratik ve oligarşik oluşumlardan kaygı duyar, halkın iyiliği, refahı ve tercihinin ötesinde bir erdem arayışına şüpheyle bakar.”
DEMOKRATİK ULUS ve ÇOĞULLUK
Demokratik Ulusun öncelikli hedefi, demokratik toplumun inşasıdır. Toplumsal işlerin gerçekleştirilmesi ve sorunlarının çözümü, ancak toplumun tartışma, görüş ve karar alma gücünün açığa çıkarılmasıyla mümkün olur. Hedef, demokratik toplumu inşa ederek siyaseti örgütlü toplumun temel faaliyeti haline getirmektir. Diğer bir ifadeyle demokratik toplumsallık kendisine devletçi bütünselliği esas alamaz, buna indirgenemez. Bunlar özünde, anlam ve değerlere dayalı toplumun inkarıdır. Toplumun karakteristik çoğulluğu ve farklılığı, ancak özerk alanlar ve yatay simbiyotik ilişkiler sistemiyle kendisini var eder, gerçekleştirir ve sürdürür. Toplumun bu heterojen yapısı, farklılıklara dayalı özgünlüğüdür. Aynı zamanda bütün potansiyellerini özgürlük eğiliminde yaşamasıdır. Her bir farklılığın oluşturduğu ahlaki ve politik birim alanı özgündür, birbiriyle ilişki içindedir ve bütünlük içinde birbirlerini tamamlayarak anlam bulurlar.
Farklılığın çeşitliliği, içindeki ilişkilerin çoğulluğu demokratik topluma içkindir. Demokratik toplumun bu çoğulluğu bürokratik kontrollerden, tepeden konan yasalardan sıyrılarak komünal hedeflere ve kolektif işlere odaklanır. Bu düzlemde farklılığın çoğulluğu, kolektif süreçlerle, özgürlük eğiliminin en uygun şekilde gerçekleşme yönüyle paralel yürür. Burada söz konusu gerçeklik, hem toplumsallığın ahlaki ve politik gelişimine, hem de kapitalist modernitenin yıkıcı gücünü aktif bir biçimde etkisizleştirme yeteneğine sahip, işlevsel bir çok merkezliliğin ortak yaşamsal ilişki birliğidir. Toplumsallığın gelişim diyalektiği, tek-merkezci bir bağlamsallıkla değil, çok-merkezlilik ve/veya tek bir merkezsizliğin konfederatif ilişkiler kolektivitesiyle sağlanır.
Demokratik Ulus, mutlak iktidar merkezli, devlet odaklı bir örgütlenme ve faaliyetin toplamı değildir. Çünkü hiyerarşik bir merkezden belirlenimci, sınıfsal ve/veya etnik milliyetçi formüllerle, örgüt ve eylemlilik tarzlarıyla toplumun ahlaki ve politik yapısı geliştirilemez. Gerekli olan; iktidarcı-merkezi kurumların karşısında duran, devlet karşıtlığını öngören, farklılıkları ve bireyi eritmeksizin toplumsallığı esas alıp toplum-birey ilişkisini optimal düzeyde gözeten kolektif süreçlerin toplamıdır. Demokratik bir cumhuriyette bütün farklı kimliklerin ve renklerin kendi özgünleriyle katıldıkları, anlam, değer ve öz yönetime dair esaslarda konfederatif birliklerin toplumsal inşa düzleminde bir araya geldikleri, buluştukları kolektivite örgütselliğinin çatısıdır.
Demokratik Ulus çatısı altında siyaset eşitlikçi ve özgürlükçü bağlamını kadının siyasete eşit katılımı düzeyinde ele alır. Bu konudaki pratik tutarlılık ölçütlerinden biri, eş başkanlık uygulamasıdır. Demokratik Ulus, içine aldığı temel değerler kadına dayalı toplumsallaşma, doğayla uyumlu ve komünaliteye dayalı dayanışmacı-ortaklaşmacı yaşam olarak özetlenebilir. Demokratik Ulus, ahlaki ve politik topluma, demokratik siyasete, eşit temsiliyete ve öz savunmaya dayanır. Farklı ve çok katmanlı siyasi oluşumlara açıktır. Yatay ve dikey farklı siyasi oluşumlar mevcut toplumun karmaşık yapısı nedeniyle zorunludur. Ama hegemonyacılığa yer tanımaz. İçeride demokratik ulusu, dışarıda enternasyonalizmi esas alır.
Demokratik Ulus, esaslarının işletilmiş olması devletle olan idari, siyasi, hukuksal ilişkilenmenin devletin küçültülmesi, toplumun büyümesi temelindeki “ daha az devlet, daha çok toplum” hedefinin gerçekleştirilmesi için verilen mücadelenin ta kendisidir. Demokratik ulusun inşa zemini olan Demokratik Cumhuriyet , devletle karşılıklı tanıma temelinde gerçekleştiği durumlarda; ortak vatan kadar demokratik özgürlükçü bir anayasa ile de doğrudan bağlantılıdır. Burada da ahlak ve vicdan ile bireysel kolektif hakların ayrılmazlığı, demokrasilerin öz savunması gibi temel ilkeler belirleyici önemdedir.
SONUÇ:
Demokratik Ulus, yeni bir sol için alternatif bir sistem öngörmektedir. Mutlak iktidarı hedeflemeden, toplumsal kurtuluş felsefesiyle, klasik sol stratejisinden ayrılmaktadır. Klasik sol kuram, devrimci eylemin kurucu karakterini toplumun örgütlenebileceği bir iktidar yoğunlaşması ve denkleminin tesisi olarak anlar. Özetle, mutlaka iktidarı ele geçirerek toplumsallığı geliştirme perspektifine dayanmaktadır.
Demokratik Ulus fikriyatında her şey mutlak iktidar ve devlet kategorileri dışında, yeniden ele alınmalıdır. Demokratik ulusu, komünal toplumsallık ışığında, özgürlükçü bir toplumsal cinsiyet kavrayışı kadar ekolojik toplumsal yaşam tarzları, halk ve toplum için ekonominin doğrultusu kadar siyasetin özgürlükçü tarzda yürütüldüğü bir çatı örgütlenmesi olarak algılamak gerekir. Özcesi kapitalist modernitenin zihniyet kalıpları ve kurumsallığına dair özgürlüksüzlüğe son verme mücadelesi olarak da tanımlayabiliriz. Demokratik Ulus çatısı altında bulunan en küçük toplumsal birimlerin kendi adına söz ve karar sahibi oldukları, doğrudan politika üretebildikleri ortak birlikler ağı olarak da değerlendirebiliriz.
Kaynağını demokratik-komünaliteden almak bakımından özgürlükçü geleneğe bağlanan demokratik ulus, İktidar ve devletli siyaset ile resmi modernite karşısında alternatif bir modernitenin ve sisteminin yol haritasıdır. Çünkü var olan iktidar devletli kategoriler ve yapıları aşılmadan, yeni bir toplumsal iklim yaratılamaz. Beş Bin yıllık egemen dünya sisteminden radikal kopuş demokratik ulus modeli ile alternatif bir demokrasi ve cumhuriyet iddiası sunar. Demokratik ulus fikriyatı , yapısal olarak ortak bir vatanda demokrasiyi ruh olarak görürken, demokratik özerkliği ise beden olarak değerlendirir. Bu nedenle salt dört devlet arasında bölünmüş Kürdistan özgürlüğünün çözümü değil, ortadoğuda var olan tüm sorunların çözüm paradigmasıdır.
Hülasa ; Demokratik ulus bir zorunluluk değil, ahlaki ve politik bir tercihtir.
Fırat HASAN