05 Temmuz 2013 Cuma Saat 08:38
OSMANLI İMPARATORLUĞUNDAN CUMHURİYETE
Toplumların gelişim diyalektiğine göre, halk, millet ve ulus olarak kimlik kazanma, bu gelişim süreçlerine önderlik eden sınıfların damgasını taşımıştır. Türklerdeki şekillenme de, elbette ki Türk hakim sınıflarının damgasını taşımak durumundadır.
Göçebe boylar halinde yaşayan Türkler, kölecilikle tanışsalar bile, bir toplum biçimi olarak köleciliği yaşamadılar. Sınıflaşmanın daha ilk adımında iken, kendilerini daha ileri uygarlıkların kuşatması altında buldular. Bu süreçte şekillenen yönetici aristokrat tabaka, toplumun kendi iç dinamikleriyle yaşanan bir gelişmenin üzerinde değil, daha çok yabancı egemen güçlerle iliş-ki-çatışma ve onlara öykünme içinde biçimlendi. Çin egemen sınıflarına, Fars ve Bizans egemenliğine öykünen Türk egemenleri, kendilerinin damgasını taşıyan hiç bir şey üretmediler. Ve bu anlama gelmek üzere, özünde yabancı patentli oldular. Bu bakımdan, kurulan hiç bir Türk devleti, tarihteki genel anlamıyla “ulusal” nitelik kazanmadı. Örneğin, Oğuzlar tarafından kurulan Selçuklu Devleti, kısa sürede kendi temeline yabancılaşarak, Oğuzlar üzerinde adeta yabancı bir işgalci gücün taşıyabileceği karakteri kazandı ve bunun sonucu olarak yine kendi kurucuları tarafından yıkıldı. Oğuzların Kayı boyundan olan Osmanlı Beyliğinin devletleşme süreci de yine kendi halk temeline yabancılaşma süreci olarak belirdi.
Osmanlı Devleti’ni oluşturan sınıflar, boy beyliğinden gasp edilen topraklar ve başka halklara ait hazır değerler üzerinde feodalleşen militarist güçlerdi. Osmanlı imparatorluğu askeri feodal bir devlet olarak doğdu. Çünkü bu sürece damgasını vuran egemen sınıf, feodal sınıf karakterini askeri şiddet üzerinde ören bir sınıftı. Güçlü bir ekonomik temeli, bir üretim ve yönetim kültürü, sanatta ve felsefede herhangi bir varlığı yoktu. Bu anlamda da aslında bir hiçtir. Tarihe girişi kılıçla olan bu sınıf, devlet olmaya yöneldiğinde, bu devletin karakteri de yoğunlaşmış bir şiddet olmak durumundaydı.
Türk egemenleri feodalleşmeye ve devletleşmeye doğru giderken, kendilerini hangi temel üzerinde inşa edeceklerdi? Tarihi incelediğimizde, bu arayışın onlarda yoğun olarak yaşandığını görmekteyiz. Daha düne kadar kendisi de ait olduğu boyla birlikte akınlardan elde edilen talan ve yağma ile yaşayan ve giderek bu temelde aristokratlaşan eski beyler, bir devlet gücü haline gelebilmek için öncelikle göçebe boy yaşamını ve boy bireyini karşısına almak durumundaydı. Bu ise, dünkü konumundan kopuş, bir yabancılaşma demekti. Her toplumda sınıfların doğuşu bir yabancılaşma olayıdır. Ve bu anlamda, Türklerdeki sınıfsal gelişmenin doğurduğu bu durum da doğal görülebilir. Ancak, burada bu yabancılaşmanın hangi maddi temel -birikim-üzerinde olduğu önemlidir. Türk egemenleri, Türk toplumsal yapısının öz dinamikleriyle sağlanan gelişmesinin üzerinde şekillenmediklerine göre, kendi boy temellerinden koparken alacağı güç kaynağı bakımından dışa doğru açılma ihtiyacı duymaları kaçınılmazdır.
Kimliği belirleyen temel Ölçülere vurulduğunda, Türk feodallerinin ideolojik seki İlenişlerini Arap feodalizminin ideolojisi olan İslamiyet’ten, siyasal örgütlenmelerini İran’dan, toprak sistemini Bizans’tan aldıkları görülmektedir. Bu noktada kendilerine ait olan, tek olgu ise, askeri şiddet yani zordur. Kısacası Türk egemenleri, kozmopolit bir sınıf olarak şekillenmişlerdir. Bulundukları süreçte çıkarları neyi gerektiriyorsa, anında o renge bürünmüş, bu anlamda da hiçbir şeyi içselleştirmemişlerdir. Sahip çıktıkları veya gasp ettikleri her şeyi yüzeysel bir şekilde yaşadıkları ve tükettikleri görülür. Üretime hiçbir katkıda bulunmadan değerlere sahip çıkma, özünde bir gasp etme olayıdır. Arap egemenliği ile karşılaştıklarında ve dolayısıyla Arap egemenliği altına girdiklerinde kabul, ettikleri söylemede, hiç bir zaman bir inanç ve bir ideoloji olarak özlü biçimde kabul etmedikleri ve üzerlerinde daima bir yama gibi duran İslamiyet karşısındaki durumları bu açıdan en tipik örneği oluşturmaktadır. Türk egemenleri için İslamiyet, kendi fetihçi karakterlerine denk düşen bir ideolojik kılıç olmuştur. Üstelik bu kılıcı, sadece yayılmacı amaçlar doğrultusunda kullanmakla kalmamışlar, “ulusal çerçeve içerisinde” de halkın köleleştirilmesinin temel aracı yapmışlardır.
Bir sınıfın ideolojik şekillenişi ve niteliği onun karakter yapısının ne ölçüde sağlam olduğunu ortaya koyar. Politika, ekonomik çıkarların yoğunlaşmış bir ifadesi ise, bu politikanın bir düşünce sistemine oturtulması ideolojiyi ifade eder. Türk egemen sınıflan açısından değerlendirildiğinde, talan ve yağma temeli üzerindeki ekonomik çıkarlarının üzerine oturttukları İslamiyet’i, Türk egemen sınıflarının ideolojik şekillenmesi olmaktan çok, kafalarının üzerine geçirdikleri eğreti bir sarık olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. Nitekim İslam ideolojisine ne kadar inançtan yoksun ve çıkarcı yaklaştıkları Osmanlı sultanlarının eğilim ve yaklaşımlarında çok somut olarak görülür. Öyle ki, Fatih Sultan Mehmet, bir İslam imparatoru iken, Roma İmparatorluğu’nu yeniden yaşatma hülyasına kapılıyor ve hatta Papa’dan iki damla su ile vaftiz olarak dünya imparatoru olması yolunda bir öneri bile alabiliyor.
“Çok örnek verme gereğini duymuyorum: Selçukluların büyük sultanı I. Alâeddin Keykubat, uzun yıllar Bizans sarayında yaşadı ve Bizans kurumlarını öğrendi. Fatih’in kardeşi ve Fatih’ten önce bir ara yeniçerilerin Fatih’in yerine geçirmek istedikleri Orhan Çelebi, Bizans sarayının bir mensubu idi” (Y. Küçük)
“İstanbul fatihi bir taraftan kendisini hudutsuz kudret sahibi bir hükümdar hissetmiş ve bu fikri gerçekleştirecek tedbirler almış ise, diğer taraftan cihanşümul hakimiyet fikrini ciddi surette benimsemiştir. Onda bu fikrin muhtelif menşeleri (Türk Moğol hakanlık, İslami hilafet ve Roma imparatorluk fikri) olabilir. Fakat o zaman Fatih için Bizans tahtına sahip olmak hususi bir ehemmiyet taşıyordu. Fütuhatını garp Hıristiyan alemine karşı yapacak cihadı ziyadesi ile kolaylaştırabilirdi. Fatih’in İtalyan nedimelerine Roma tarihi okutarak bu ananeyi kavramaya çalıştığını biliyoruz. Onun bu telakkiyi benimsemesinde etrafındaki Bizanslı ve garplı yakınları (Greorgios, Trepezistios, Krivoulos, Amirutzes. BenedettoDei, GarlalıYucopa, Criacod’Ancona vb.) şüphesiz rol oynamışlardır.” (Aktaran, Y. Küçük, sy:53, Halil İnalcık, Mehmet II. İslam Ansiklopedisi, 7. cilt, s.513)
Bu ideolojik savrulma-istikrarsızlık, şüphesiz ki bu sınıfın dayandığı ekonomik temelden kaynaklanmaktadır. Ekonomik, siyasal ve kültürel olarak kendi dışındaki yapılara dayanarak şekillenme, özde yaşanan boşluk, dışa öykünmeyi ve kendi halk temelinden kopmayı getirdi, demiştik. Hakim sınıfların halkla kopuşması da, aslında, önce askeri örgütlenmede ortaya çıkıyor. Daha boyların yerleşik yaşama geçişi sürecinde ortaya çıkan bu durum, beylerin ve giderek Osmanlı sultanlarının savaşlarda esir alınan gayrimüslim halkların çocuklarından devşirilen ordular örgütlemeleri ile somutlaşıyor. On dört-on sekiz yaş arasındaki gayrimüslim çocuklar imparatorluk ordusunun asker kaynağını oluştururken, aynı zamanda devletin yönetici kadroları olarak da eğitiliyorlar. Böylece, belki de tarihte ilk kez bir devlet kendi halkına karşı yabancılardan devşirilmiş bir ordu ve devlet örgütlemesiyle karşımıza çıkıyor. Burada, Türk egemen sınıflarının halktan duydukları büyük korkunun ifadesi vardır. Aslında Türk egemen sınıfları, bu politikalarıyla halkın elindeki savaşçılık gücünü almak istiyorlar ve bunu yaparken kendi halklarına karşı adeta bir işgal ordusu örgütleme ihtiyacını duyuyorlar. Yeniçeri ordusu bu ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
Osmanlı devlet yönetiminde “Türklük “ten uzaklaşma giderek derinleşen bir seyir izlemektedir. Türk feodal egemenleri Türk halkına hiçbir şey vermiyor, sadece baskı ve şiddet temelinde ruhuna kadar bütün varlığını gasp etmeye çalışıyorlar. Devleti yönetenlerle halk arasında hiçbir bağ aranmamalıdır. “Türk ” adının bile aşağılanma öğesi olarak değerlendirildiği yönetici sınıflar için halk, kölelik statüsü bile tanınmayacak bir değerdedir.
“Türk sözcüğü bir aşağılama olarak kullanılmıştır. Böylece aşağılamaya, uğrayanlar ise başlıca Anadolu köylüsü olmuştur. Anadolu halkını baskı altında tutanlar ise Sir Paul Rycaut’un gözlemlerine göre, her ulustan, açgözlülük ve kötülükte en önde gelen kimselerdir. Çünkü Osmanlı Devleti bu gibi kişilere kucağını açmıştır. Osmanlı Devleti’nin sivil egemen çevreleri kendiliğinden bu gibi unsurlardan oluşmaya başlarken, gerek sivil gerekse askeri yönetici sınıf da bilinçli diyebileceğimiz bir politika ile “yabancılaştırılmıştır.” Bu gelişmenin yöntemli bir durum kazanması, Fatih Sultan Mehmet dönemine rastlamaktadır. Fatih Sultan Mehmet’in hükümdarlık dönemi, yönetici kadroların Türkler dışında özellikle seçilmeye başlandığı dönemdir. Devlet yöneticileri, ‘Enderun’dan alınıyordu. Enderuna ise Türk olmayan devşirme kapıkulu ocaklarının seçkinleri girebiliyorlardı. Padişahtan sonra en yüksek görev yeri olan vezir-i azamilk, hemen hemen hep Türk olmayanların elindeydi. Nitekim XV. yüzyıl ortalarından, yani Fatih Sultan Mehmet döneminden XVI. yüzyıl ortalarına değin görev yapan 48 vezir-i azamdan yalnızca 4’ü Türk tür.” (Ç. Yetkin, Türk Halk Hareketleri ve Devrimler, sy:115-116)
Saray ve halk iki ayrı dünyayı ifade etmektedir. Saray, devleri yönetenlerin “milli” kimliği ile düşünce ve yaşayış tarzlarıyla Türk halk gerçeğiyle hiçbir ilişkisi olmayan özellikleri sergilerken, halk köylerde ve dağlarda tam bir sefalet içindedir. Osmanlı saray yaşamı, üzerinden atlanarak, geçilebilecek bir olgu değildir. Saray her türlü entrikanın, siyasal ve sosyal ahlaksızlığın kaynadığı bir cüruf gibidir. Halkla hiçbir bağlan olmayan sultanlar, yine halkla hiçbir bağları olmayan dönme saray erkanının kuşatması altında, sefahatin sefaleti içerisinde yaşamaktadırlar. Öyle ki, sarayla halkın konuştuğu dil bile ayrıdır. Halk sarayın, saray da halkın dilinden anlamamaktadır. Osmanlı sultanlarının önemli bir çoğunluğunun anneleri yada eşleri yabancı kadınlardır. Sarayda Farsça, Arapça, Slavca vd. her dil kullanılmaktadır. Şehzadeler yabancı dille eğitilmektedirler, Türkçe ise halk dili olarak küçümsenen bir dildir. Dinlenen musiki, edebiyat dili Farsça ve Arapçadır. Yazım dili olarak da, Farsça, Arapça ve Türkçe karışımından oluşan Osmanlıca kullanılmaktadır.
Kozmopolitizm hiçbir değer tanımaz. Kozmopolitizm, kültürlerin bir kaynaşması değildir. Saray kozmopolit bir yapılanma olarak her türlü çürümenin, yozluğun merkezidir. Halk sadece bir tebaa olarak görüldüğünden siyasal mücadelede yeri yoktur, iktidar için bütün mücadeleler sarayda ve saray için darbeler biçimindedir. Bu ise akla gelmedik her türlü entrika, komplo ve cinayetin saray ilişkilerine hakim olması demektir. Nitekim bu iktidar mücadelesinde en yakın kan bağları bile geri çekici bir rol oynayamamış, yüzlerce şehzade, vezir ve devlet adamı acımasızca öldürülmüştür. Aslında burada, Türk egemen sınıflarının dikkat çekilmesi gereken bir yönü daha görülür. Bu kanlı iktidar mücadelesi salt bir birinin yerine geçme amaçlı değildir. Aynı zamanda siyasal birlik ancak bu temelde sağlanabileceğinden ve saray çevresinin de çıkarları bunu gerektirdiğindendir. Siyasal birlik, yönetici sınıflar içinde bile ancak birbirini boğazlama temelinde sağlanabilmektedir. Bunun halka doğru yansıması ise, çok daha kanlıdır. Saray, kanlı çıkarlar ittifakıdır. Bütün çıkarlar ise, yine yağma ve talana dayanmaktadır.
Saray askeri egemenlik sahasında olduğu gibi, toplumdaki ekonomik-kültürel gelişme sahasını da bütünüyle kendine bağlamıştır. Toplumun bütün gelişme dinamikleri en üstte tıkanmıştır. Türk egemen sınıfları, zaten tarihin bu ara aşamasının toplum üzerindeki denetimini sürdürebilmek ve kendi egemenliklerini yürütebilmek için, bir yandan toplumu durdurmak, 6te yandan da dışarıdaki gelişme öğelerine yaslanmak zorundaydılar. Egemen olabilmek için Arap egemenlerini yüceltmeleri, hatta bu yüceltmeyi “Türkün” aşağılanmasıyla alenen bütünleştirmeleri, çıkarları gerektirdiği içindir, aynı tutumu daha Sonraki süreçlerde Avrupa kapitalizmi karşısında da sürdürmüşlerdir.
Elbette ki, halk üzerindeki ağır hakimiyet sessizce sağlanmamıştır. Türk egemenleri belirtilen özellikler ve ilişkilerle şekillenirken, bütün halk gerçekliklerinde olduğu gibi, kırda da bir halk şekillenmesi ortaya çıkmaktaydı. Daha önce, beyleri kendisi seçen ve göçebe yaşam içinde ortak bir yaşamı paylaşan alt kesim, devletleşme süreci içinde bu karşıtlığı yaşamaya başladı. Bu ilk kopuşma, Büyük ve Anadolu Selçuklularında belirginleşip, Osmanlı’da çok daha keskin bir hal aldı. Selçukluların medreselerinde eğitilen ulema, boy içindeki eski bilgeler değildi. Osmanlı’da” Enderun’da yetiştirilen devlet yöneticilerinin büyük çoğunluğu, kendisine ait göremeyeceği insanlardı. Türk köylüsü için devlet, savaş, askerlik, ölüm vergi dernekti. Saraya hiç bir yakınlık duymadıkları, onu adeta bir yabancı egemen bir güç gibi değerlendirdikleri görülmektedir.
Çetin Yetkin, “Türk Halk Hareketleri ve Devrimler” adlı kitapta konuyla ilgili olarak şunları yazmaktadır: “Her gün daha çok ezilen Türk halkı, bu gelişimin karşısına bazen mizah duygusuyla, bazen de nefret ve kin ile çıkmıştır. Örneğin halk arasında vezirlerin sünnetsiz olduklarına ve bu nedenle de savaşlarda yenik düşüldüğüne ilişkin, ya da Kanuni döneminde bir divan katibinin divandan çıktığında, ‘esir pazarından geliyorum’ diyerek tüm divan üyelerinin Türk olmayan köle kökenli, yani devşirme olduklarını ifade eden esprisi, halk arasında fıkra olarak anlatılmaktadır. Ama Türk halkı çoğu zaman Osmanlı’dan canını hiçe sayacak kadar nefret etmiştir. Örneğin Kanuni Sultan Süleyman döneminde Türkiye’de bulunan elçi Busbeeg’in anlattığı şu olay bu nefretin ne denli köklü olduğunu kanıtlar:
“İstanbul’da bulunduğum sırada, Türk karargahından yeni dönmüş bir adam bana bir hikaye anlattı. Asyalı (Anadolulu) kavimlerin Osmanlı dinini ve saltanatını ne kadar sevmediklerini göstermek üzere bunu size hikaye etmekten memnun olacağım. Söylendiğine göre Süleyman avdet ederken bir Asyalı’nın (Anadolulunun) evinde misafir olmuş ve geceyi orada geçirmiştir. Sultan gittikten sonra ev sahibi böyle bir misafirin vücudu ile evinin murdar olduğunu düşünerek onu sular, tütsüler ve birtakım ayinlerle tastir etmiştir. Bu, Süleyman’a hikaye edildiği zaman, adamın katledilmesi ve evinin kökünden yakılmasını emreylemiş…” (age., s.117-8)
Bir önceki başlık altında, Türk boylarının akınlar halinde Orta Asya’dan koparken henüz sınıflaşmanın başlangıç aşamasında olduklarını, ekonomik yaşam kaynakları talan ve yağma olduğu ve boyun bütün üyeleri “ok ve yay” sahibi asker oldukları için sınıfsal kişilik bulmanın söz konusu olmadığını ve daha çok dıştan gelen tehlikelere karşı ortak çıkar etrafında bir yaşam ve ruh birliğinin varlığından bahsedilebileceğini belirtmiştik. Çıkar ayrışması elbette ki ayrı yaşam ve ruh şekillenmesini de birlikte getirecektir. Gerek Büyük ve Anadolu Selçuklu Devletleri’nde ve gerekse de Osmanlı İmparatorluğu’nda, egemenlerin yaşam tarzıyla göçebelikten yerleşikliğe zorlanan halkın yaşam koşulları, önce ne kadar “aynılık” gösteriyorsa, bu kez de o ölçüde iki uç kutup biçiminde şekillenmiştir. Örneğin, Türk beyleri çıkarları denk düştüğünde İslamiyet’i kabul etmekte hiçbir tereddüt göstermezken, halk İslamiyet’e karşı yüzyıllarca süren bir direniş yaşamış. En çok inanmış görünmek zorunda kaldığı süreçte bile kendi Şaman geleneklerini sürdürmüştür. Nitekim özellikle, Türkmen boyları, hakim sınıf ideolojisi olan Sünniliği hiçbir zaman benimsememiş ve Alevilik etrafında örgütlenerek hakim ideolojiye karşı tavır koymuştur. Türkmen boylarının merkezi otoriteye karşı uzun yıllar süren direnişleri, tarihsel açıdan ele alındığında, uygarlık karşısında bir tutum gibi görünse de, özünde çok güçlü bir halk direnişini ifade etmektedir. Türkmenler, bu direnişleriyle gerçekte özgürlüklerini teslim etmek istememiş ve bu amaçla yüzbinler halinde katledilmeyi bile göze almışlardır. Anadolu Selçukluları döneminde Türkmenler ‘in Baba Ishak önderliğindeki ayaklanmaları özellikle hatırlanmalıdır. Baba Ishak ayaklanmasının, daha sonraki halk ayaklanmalarıyla son derece önemli ortak bir özelliği vardır. Baba Ishak’ın öğretisi, şöylece özetlenebilir: Baba Ishak, Türkmenlere uğradıkları haksızlıkları anlatıyor, buna karşılık Selçuklu Devleti ileri gelenleri ile zenginlerin ahlak kurallarından ne denli uzaklaştıklarını gözler önüne seriyor, bütün insanların eşit haklara sahip oldukları halde, bu azınlık tarafından haklarının gasp edilmiş olduğunu anlatıyordu. Baba Ishak, Türkmenlere Selçuklu Devleti’nin yıkılacağını, yine bu haksızlıkları gidererek, yeni bir düzen kurulacağını vaat ediyordu. Ne var ki, bu düzenin gerçekleşmesini sağlamak için bir ihtilal yapılması gerekiyordu. Bunun için de Türkmenler onun işaretini beklemekteydiler. Bu fikirlerin kaçınılmaz bir sonucu olarak Baba Ishak, Türkmenler dışında kalan öteki etnik ve dinsel gruplara da çağrıda bulunuyordu.” (age. s. 55)
Baba Ishak eylem işareti verdiğinde 50.000 insan harekete geçiyor. “Baba Ishak’ın çağrısı üzerine Anadolu halkı,…karınca ve çekirgeler gibi hemen ayaklanmış, sözleştikleri gün ve saatte isyan bayrağını kaldırmışlardır. Türkmenler ‘den başka, bu eyleme her ulustan katılanlar vardı. Din, ulus ayırt ekmeksizin sürüler bir yere geldiler.”
Burada üzerinde vurgu yapılması gereken yön, propagandanın kapsamı, içeriği ve eyleme çektiği dinsel ve ulusal kökenlerin farklılığıdır. Aynı özellikler Şeyh Bedrettin isyanında çok daha güçlü olarak görülmekledir. Babai isyanı, kralın Frank askerleri ile bastırılıyor. Yani Türk egemenleri de, bu iç savaşta “ulusal” kuvvetlerle sonuca gitmiyorlar. Egemenlerde de halkta da salt ulusal zemine dayanmama var, ama bunlar iki ayrı kutba doğrudur. Egemenler yabancılara kiralık asker olmaktan, yabancılardan devşirilmiş ordular kurmaya, kiralık askerlerle halk isyanlarını bastırmaya, devlet yönetiminin bütünüyle dönme öğelere dayanmaya ve daima yabancı güçlere öykünmeye, uşaklığa oynarken Türk halkı da diğer uçtan, çağımızda bile eşine ender rastlanan enternasyonalist düşünce ve eylemin sahibi olmuştur. Şeyh Bedrettin isyanı bu konuda en güçlü örneklerdendir.
Musa ve Mehmet Çelebiler arasındaki iktidar savaşı boşluğundan yararlanan, ama esas olarak imparatorlukta kurumlaşan bütün olumsuz özelliklere karşı, her ulus ve dinden halk kitlelerinin öz taleplerinin temsilcisi olan Şeyh Bedrettin ve arkadaşları (ortaklar), savundukları tezlerle “ilkel komünizmin” Anadolu topraklan içinde çiçeklenişi olmuşlardır. Şeyh Bedrettin’in öğretisinde ulus ve din farkı olmadığı gibi, sınıfsal eşitsizliğe de yer yoktur. Ona göre “yarin yanağından başka, her yerde, her şeyde hep beraber.” olmak vardır. Bir hukuk bilgini olan Şeyh Bedrettin, eğitimini Konya ve esas olarak da Mısır’da görüyor. 1411’de Musa Çelebi’nin kazaskeri oluyor. Musa Çelebi’nin yenilgisinden sonra Iznik’e sürgün ediliyor, müritleri olan Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal ayaklandıkları sırada o hala sürgün yerinde bulunuyor. Görüşleri incelendiğinde görülmektedir ki, Şeyh Bedrettin çağının çok ilerisinde bir insandır. O da bunu çok iyi bilmektedir: “Gerçek tasavvufçu, hiçbir insan gözünün görmediği, hiçbir insan kulağının işitmediği, hiçbir insan gönlünün sezmediği şeyleri bilir. Onları halka kafalarının alabileceği, uygun bir şekilde anlatır. Ama aslını içinde gizler. Eğer halk bunları öğrense, kendilerini öldürürler. Araştırma yoluna girenlerin çoğunda katıksız araştırma yeteneği yoktur. Dolayısıyla onlara gerçekler hemen açıklanırsa, tabiatları onu kabul etmekten ürker açıklayanlara da sapık ve kafir gözüyle bakarlar” (age. sy. 86-87) demektedir.
Şeyh Bedrettin’i iki açıdan örnek vermek mümkündür. O, dönemine göre gerçek bir aydındır. Ve hem de saraya kadar girmiş “bir aydındır. Ancak Osmanlı sarayında veya devlet kurumlarında yetişmiş bir “ulema” değildir. Görüşleri ve eylemiyle, aydının halkın öz taleplerinin temsilcisi, örgütleyicisi ve önderi olduğunu çağının çok ilerisindeki bir örnekle göstermektedir. Sarayda kazasker olması, onun sınıfsal tercihi açısından hiçbir şeyi değiştirmemiş, tersine bulunduğu zemini amaçlan için kullanmayı bilmiştir. Ama esas olarak, devlet mekanizması içinde sonuç alınamayacağını, egemen sınıflarla halkın çıkarlarının ölümüne karşıtlık içerdiğini görmüş ve bunun gereklerini çekinmeksizin hayata geçirebilmiştir.
Şeyh Bedrettin isyanı da, Selçuklu dönemindeki Baba Ishak isyanında olduğu gibi çok kanlı bir biçimde bastırılıyor. On binlerce insanın kafaları kesiliyor ve hareketin önderleri canice katlediliyor. En son Şeyh Bedrettin’in çıplak cesedi de Serez’de günlerce halka teşhir ediliyor. Vahşice katledilmesine rağmen Şeyh Bedrettin isyanı, Anadolu’nun son isyanı değildir. Tersine bugün bile geliştirilmek istenen halk hareketinin özünün filize durmasıdır. Şeyh Bedrettin isyanını Anadolu’da Şah Kulu, Nur Ali Halife, Şeyh Celal, Baba Zünnun, Kalender Çelebi vb. gibi ayaklanmalar takip etmiştir. Örneğin bunlardan Şah Kulu ayaklanması dayanağını Şah İsmail’de bulan bir alevi ayaklanmasıdır.
Bir vurgu daha yapmak gerekiyor. Bütün isyan hareketlerin-de, egemen sınıfların politikaları açısından benzerlik var. O da daha isyanın hazırlık sürecinde iken, devletin adeta isyanı zorlamasıdır. Yani, eyleme değil, düşünceye saldırmaktır. Türk egemen sınıflarının tipik özelliği olan bu durum, bugün de en çarpıcı biçimde görülmektedir.
Türk egemen sınıfları tarihte birçok halka karşı eşine ender rastlanan barbarlıkla saldırdılar. Ancak Türk halkına yönelik saldırıları, belki de çok daha vahşi ve kanlıdır. Türkmen boylarının yüzbinler halinde katledilmesi, Toroslar ‘da ölüme terkedilmesi, mecburi iskânlar unutulmayacak gerçeklerdir. 1600’lerde Sadrazam olan Kuyucu Murat Paşa adını eyleminden almıştır. Sadece üç yıl içinde Anadolu’da kuyulara doldurduğu insan sayısı 66.000’dir. Kuyulara doldurulanların arasında her cins ve yaşta insan, hatta bebekler bile vardır.
Evliya Çelebi, Osmanlı Paşalarının Anadolu’daki katliam ve cinayetlerine, İsmail Paşa’nın (Boşnak kökenli) uygulamalarından şöyle örnek veriyor: “Birkaç gün içinde Üsküdar insan kanı ile Laleliğe dönüp, teavün ile kötü kokudan divan erbabı rahatsız olmaya başladılar. Kanlar üzerine konan sinekler, çadırlara rahatça oturanların üzerine konup, herkesin elbise ve destarını kana bulardı. Tabiat sahibi olanlar, kötü kokudan ve sineklerin hücumundan yemek yiyemezlerdi. Bu üzücü hal yedi günden sonra bildirilince insan naaşları için kuyular kazılıp beşer altışar kesilenler kuyulara doldurulurdu. Nihayet kuyu kazmaktan da usanılıp asesbaşı ve diğerleri, naaşları arabalara yükleyip Haydarpaşa bahçesi önünde denize dökerdi. Nihayet bununla da baş edemeyip mahkumları, divandan mahkemesi görülenleri, Kavala iskelesine gönderip orada katletmek tedbir edildi. Her gün Kavala iskelesinde yüzlerce adam öldürüldü.”(aktaran, Ç. Yetkin, age. sy: 167)
Celali İsyanları, Bozok Türkmenlerinden Şeyh Celal’in Tokat’ta başlattığı ve 20.000’den çok insanın katıldığı isyan sonrasında genel olarak bütün isyanların adı olarak kullanıldı. Şeyh Celal Osmanlılara yaranmak için isyancıları arkadan, doğu cephesinden kuşatan Dulkadir Beyi Şahsuvaroğlu Ali Bey tarafından öldürülüyor ve cesedi parçalatılıyor. I. Selim dönemindeki bu ayaklanmayı 1525 tarihinde Zinnun ayaklanması izliyor. Bu yoksul köylüye dayanan bir ayaklanma olarak gelişiyor. Bu dönem Osmanlıların Balkan halklarına karşı zaferler kazandığı bir dönemdir. Ve ilginç olan şudur ki, Osmanlılar bir yandan Batıya doğru fetih savaşları verirken, esas olarak da içerde Anadolu’ya, Türk halkına karşı yeniden işgal etme seferleri düzenliyorlar. Anadolu’daki halk isyanlarının bastırılmasında kan gövdeyi götürüyor. Zinnun ayaklanması bastırılırken, 1526’da Kalender Çelebi isyanları patlak veriyor ve bütün Anadolu’yu sarıyor.
Türkmen ayaklanmaları biçim itibariyle mezhep savaşı gibi görünse de, başkaldırıların nedenlerine bakıldığında dinsel değil, sosyal içerikli olduğu apaçık görülmektedir. Nitekim Anadolu’nun çekilmez yoksulluğu Alevi olmayan kesimlerde de patlamalara yol açıyor. Ve bu isyanlar da, aynı biçimde acımasızca eziliyorlar, isyan önderleri, “ibret” olması için vahşice katlediliyor ve cesetleri teşhir ediliyor. Birkaç örnek vermek gerekirse:
“Böylece Mehmet Paşa’ya teslim edilen Hüseyin Paşa İstanbul’a getirildi, divanda eli ve ayaklan kırıldıktan sonra bir beygir üzerinde sokaklarda dolaştırılıp, İstanbullulara gösterildi ve en sonunda da Odun Kapısı’nda çengele asıldı” (sy: 146)
“Kuyucu Murat Paşa ile Canbuladoğlu Ali Paşa’nın orduları Oruç Ovası’nda karşılaştılar. Canbuladoğlu tutunamadı, yenildi. Murat Paşa, büyük bir katliama girişerek 26.000 kişinin basanı kestirdi, bu başlar bir yere yığılarak bunlardan bir tepe yapıldı (1607) (age. sy:157)
1649 Katırcıoğlu ayaklanmasında, “1453’ten sonra bir kez daha İstanbul Türklere karşı savunulacaktı.”
Anadolu’da bütün bunlar olup biterken, Padişahlık adına görev yapan asker-sivil bürokratlar halkın üzerinde her türlü zulmü uygularken, devletin en üst düzeyde aldığı bir tedbir de son derece ilginçtir, “işte, çığırından çıkan bu durum karşısında XVI. yüzyılın sonunda hükümet, bu gibi yolsuzluklara karşı halka direnme hakkının olduğunu açıkça bildirmek zorunda kalmıştır. Nitekim reaya köylerine gelmek isteyen resmi kişilere karşı silahla direniyor ve onları köylerine sokmamaya çalışıyordu.” (age. sy: 106) Bu ilginç politikanın bugüne uzanan izleri vardır. Kısacası şunu ifade edebiliriz ki, devlet Türk halkına “baba” olma rolünü her zaman çok mükemmel biçimde oynamıştır. 12 Eylül sürecinde, askeri-faşist cuntanın başı Evren’in, artan zamların gırtlağa dayanması karşısında “bu kadar zam yapıp, milletin ekmeğiyle oynamayın” dediği hatırlardadır.
XVIII. ve XIX. yüzyıllar, Türk egemen sınıfları açısından ve devlet bünyesinde çürümenin had safhaya çıktığı bir süreç olmuştur. Lale Devri ile birlikte Batılılaşma akımı başlamış, sözde birtakım yenilikler adına halkın ekonomik yaşamını alt-üst edecek politikalarla sarayın sefahati içiçe derinleşmiştir. Batılılaşma süreci ve özellikle Tanzimat, Türkiye toplumsal yapısında “aydın” kimliğinin de belirdiği süreci ifade etmektedir. Türk egemen sınıflarının, sınıfsal kimlik çizgisi izlendiğinde, “Batılılaşma” hareketinin de yine öz dinamikler üzerinde değil, dışarıyı taklit temelinde olacağı aslında baştan bellidir. Türkiye’ye kapitalizmin girişi ve gelişimini inceleme gibi bir amacımız olmadığından, bu süreçteki Türkiye toplumunun yöneten ve yönetilenleriyle nasıl bir şekillenmeyi yaşadıkları üzerinde duracağız.
Türk egemenleri, nasıl ki Anadolu’da hakim olabilmek için, “İslam’ın kılıcı” rolünü oynamışlar ve bu durum Arap feodalizminin çıkarlarıyla denk geldiği sürece Arap egemenleriyle “ittifak” içinde olmuşlarsa, Batıda gelişen kapitalizm karşısındaki durum da aynıdır. Onların, Batıya yönelişleri de tümüyle taklit temelindedir. Tevfik Çavdar “Osmanlıların Yarı Sömürge Oluşu” adlı kitabında şunları yazmaktadır:
“Batı kurumlarının taklidi, Osmanlı ekonomik yapısına uygun olmayan bir tüketim ve yaşam taklitçiliği doğurmuştur. Lale Devri, bu davranışın başlangıç noktalarından biridir. Ekonomik koşulların halk yararına geliştirilmeyişi, tüketim ekonomisini sağlayabilmek için sömürü mekanizmasının artan bir şiddetle işlemeye başlaması, toplumda, özellikle Türk-Müslüman toplumda batıcı ve doğucu dediğimiz ikilemin kökünü atmış, ilerdeki olaylar da bu ikilemin etkisini güçlendirmiştir.” (age. sy: 33)
Aynı konuda bugün de tartışılan pek çok nokta var. “Batı yanlısı”, “İslamcı”, vs. gibi yer belirleme kavramları, Türk egemen sınıflarının köksüzlüklerinin ve bunun sonucu olarak da hep dışa yönelmelerinin ürünüdür. Türk egemen sınıfları sadece, İslam feodalizminin ve sonra da kapitalizmin uç beyliği olarak rol üstlenmiş, belki de bundan da önemlisi, kendi hakimiyet alanlarında her türlü halk hareketini ezerek ve gelişmenin önünde durarak uşaklık ettikleri güçlerin gelişimine hizmet etmişlerdir. Elbette ki, bu da yine kendi varlıkları içindir.
“Batılı” olma ve “İslamcı” olma ilericilik-gericilik kavgasının bir ölçütü olarak ele alınır. Batılı olmak “ilerici”, “İslamcı” olmak ise “gericilik” olarak değerlendirilir. Bu çatışmanın doğuş nokta-m, Türk egemenlerinin kapitalist batının “kılıcı” olmaya soyunmaları olduğuna göre, bu ikilemin ciddi bir biçimde gözden geçirilmesi zorunludur.
Tarih içinde görüldü ki, Türk egemenleri, İslamiyet’i Türk halk topluluklarına rağmen ve halk üzerinde bir şiddet aracı olarak kabul ettiler. İslamiyet, onların elinde Anadolu kapılarını açan bir fetih kılıcıydı. Anadolu’nun yerleşik halklarını bu kılıç adına köleleştirdikten sonra, ya da bununla iç içe asıl fetih savaşlarını Türkmenlere ve yerleşik hayata geçmiş Türk köylüsüne karşı düzenlediler. Yani, İslam ideolojisini çıkarları elverdiğince ve sonuna kadar kullandılar, Ancak kapitalizm, karşısında durulamaz bir güç olarak imparatorluk sınırlarını zorladığında, güçlü karşısında boyun eğen karakterleriyle bu kez de kapitalist uygarlığın karşısında diz çöktüler. Avrupa kapitalizmiyle ilişki Türk egemen sınıflarına daha fazla lüks ve şatafat kazandırırken, halkın elindeki her şeyi aldı. İstanbul lüks köşklerle dolmaya başladı. Bunun faturası ise halkın sırtından çıkarıldı. Artık sofrada, dilde, vs. Avrupa etkisi apaçık görülüyordu. Şehzadeler Avrupalı mürebbiyelerin elinde büyütülüyor, başta Paris olmak üzere Avrupa metropolleri İstanbul elitinin “eğitim” merkezleri haline geliyordu. Saraya Avrupalı misyonerler-danışmanlar yerleşmiş, giderek bunlar devlet üzerindeki tek hakim güç haline gelmişlerdir.
Elbette ki, bu, tepki almayan bir gelişme değildir. 1730 Patrona Halil İsyanı, daha Lale Devri döneminde bu duruma duyulan öfkenin patlamasıdır. Resmi tarihçiler tarafından “gericilik” olarak değerlendirilse de, esasta halkın saraya karşı nefret ve öfkesinin dile gelişidir. Nitekim sarayların, köşklerin vs: ayaklanmacılar tarafından yıkılması, bu gerçeği göstermektedir. Batılılaşmaya karşı tutum, Türkiye’de daima “gericilik” yaftasıyla değerlendirilmeye hazırdır. Oysaki Türkiye’de batılılaşma, kapitalist uygarlığın bir parçası olma değil, ona yamanma, bir kez daha şekil değiştirme olarak ifadesini bulmuştur ve gerçek gericilik de burada gizlidir.
18. ve 19. yüzyıllar, Osmanlı Devleti’nin artık batı kapitalizminin etkisi altına girdiği ve yarı sömürgeleşmenin geliştiği süreçlerdir. Bundan böyle Osmanlı İmparatorluğu kukla devlet olarak, “Boğazın hasta adamı” adıyla tanımlanacaktır. Osmanlı Devleti’nin “kukla” karakteri, sarayda ve asker, sivil bürokrat aydınlarıyla bir bütün olarak yönetici sınıfta temsilini bulur. Halktan kopuş çoktan gerçekleşmiştir, artık ilerleyen süreç yeni gücün kapitalizmin yönlendirmesi ve biçimlendirmesi altına giriştir.
Osmanlı İmparatorluğu askeri-feodal bir devlet olarak kurulmuştu. Doğal ki, bütün süreçlere damgasını vuran da bu özelliği olacaktı. Devlet, kurumlaşma demektir. Osmanlı Devleti de kendisini kurumlaştırırken, bir yanda yönetim ve askerlik işlerine bakan askeri zümre diğer yanda din, adalet ve eğitim işlerine bakan ulema zümresine dayandı. Ordunun kendi içindeki işbölümü olarak ifade edilecek olan bu durum, Avrupa kapitalizmiyle ilişkiye girildiğinde sözde “modern” sınıfların da temelini oluşturdu. Birinci kesim, yabancı kapitalizme kompradorluk, resmi ajanlık gibi roller icra ederken ulema da “aydının doğuşuna yataklık etti veya ona dönüştü. Yani, feodalizmle mücadele içinde bir burjuvalaşma olmadığı gibi, böyle bir mücadele içinde burjuva aydını da doğmadı. Nasıl ki, askeri-feodal zümre giderek askeri komprador bir dönüşüme uğramışsa, ulemanın yeni koşullara göre biçim değiştirmesi de “aydın”ı ortaya çıkardı. Kapitalizm, Türkiye toplumuna sosyal yapılanma açısından da gerçekte bir yenilik getirmemiş oldu. Eski sınıf ve yapılar kendilerini yeni döneme göre uyarlayarak varlıklarını sürdürdüler.
Günümüzde de hala tartışmalı bir pozisyonu olan “aydın”ı bu açıdan egemen sınıfın içine oturtmak, en doğru yaklaşım olacaktır.
19. yüzyılda imparatorluk büyük sorunlarla karşı karşıyadır. Kapitalizmin uluslaştırdığı Doğu Avrupa halkları, kendi ulusal hareketlerini geliştirerek bağımsızlıklarını istemektedirler. İmparatorluk dağılmayla yüz yüzedir. Bu dağılmayı önlemek, kapitalizm karşısında tutunabilmek için yeni bir kana ihtiyaç vardır ancak, kendisinde hiç kan kalmamıştır. İşte bu durum, Osmanlı paşalarını ve eşit anlamda kompradorlarını devletin pazarlayıcısı haline getirirken, sözde “aydın” da ideoloji kompradorluğunu üstlenmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun ayakta kalmasının, emperyalist güçler açısından da önem taşıdığı bilinmektedir. Parçalanmış bir imparatorluk değil, bütünlük halindeki bir imparatorluk emperyalizmin daha çok çıkarına gelmektedir/Ancak Osmanlı Devleti’nin bunu sağlayacak gücü de kalmamıştır, tam anlamıyla yatalak bir devlettir. Halk ise tükenmiştir, Anadolu köylüsü ot yiyerek yaşamaktadır, yüzlercesi dağlara çıkmıştır.
Devlet içindeki bozulma, doğal ki, en başta ordu içinde etkisini göstermiş ve çözüm de yine burada aranmıştır. II. Selim ve II. Mahmut dönemleri devletin ciddi silkinme hareketleriyle, içteki dağılmayı önlemeye ve Avrupa kapitalizmi karşısında tutunmaya çalıştığı bir süreçtir. Aslında her an yıkılabilecek durumda olan bu imparatorluk, emperyalist devletlerin aralarındaki çelişki ve imparatorluğun dağılmasını kendi zararlarına görmeleri nedeniyle I. Emperyalist Savaşın sonuna kadar kalmıştır. Adı üzerinde “hasta adam”, bütün kurum ve kuruluşlarıyla, toplumsal sınıf ve ilişkileriyle hastalıklıdır.
Kapitalizmin dağıtıcı etkisiyle lonca sisteminin bozulması, kırdaki sefalet özellikle İstanbul’a akınları başlatmış, İstanbul imparatorluğun turnusol kağıdı gibi bir özellik kazanmıştır. İmparatorluğun bütününde yaşanan kargaşa, sefalet, sefahat, ahlaksızlık, düzenbazlık vd. her şey bir arada apaçık görülebilmektedir. Abdülhamit’in otuz yıllık istibdat dönemi, aynı zamanda büyük bir korku dönemidir. Herkesin birer muhbir haline getirildiği ve bu psikoz içinde yaşadığı toplum, egemen sınıfın şahsında adeta bir paranoyaya tutulmuştur. Halk çaresizdir. Kanla ve vahşice bastırılan direnişler sonrasında, dermansız kalmış, geleceğe dair bütün umutlarını yitirmiştir. Köylü isyanlarının tarihsel açıdan varabileceği bir başarı da zaten yoktur. Yüzbinlerin dağlara çıkışı biçiminde yaşanan eski direnişler, köylü hareketinin karakteri nedeniyle umutsuzluk, derin bir karamsarlık ve kadercilikle yer değiştirmiş, ama buna rağmen, Ege ve Anadolu’nun diğer yerlerinde askere gitmek, vergi vermek ve diğer birçok angaryaya boyun eğmek istemeyen yüzlerce insan dağlara çıkarak bireysel isyanlarını sürdürmüşlerdir. İle var ki, hakim yan artık boyun eğmedir, çaresiz bir karamsarlıktır. Türk köylüsünün bugüne kadar ulaşan büyük suskunluğun alfanda, gerçekte engin bir başkaldırı ruhunun yattığını görmek gerekir. Tarih kanıtlamaktadır ki, asker-millet efsanesi Türk köylüsünde iflas etmiştir. XIX. yüzyılda Osmanlı ordusunda kurmay yüzbaşı olarak bulunmuş olan VonMoltke, ömür boyu askerlik süresine halkın tepkisine şu belirlemelerle tanıklık ediyor: ‘
“Bu insanlar cedlerininin savaşçı seciyelerini sanki tamamen yitirmişler. Birkaç gün önce, altı nöbetçiyi nöbetten ayırıp yanına alan ve bu karışıklıktan yararlanarak askerden kaçmış olan bir çavuşu kurşuna dizdik. Diğerleri bunu ibretle seyrettiler ve “zavallı adam” diye acıdılar. Paşa, getirilen her asker kaçağı için 250 kuruş mükafat veriyor. Kendi ifadesine göre bu iş için ekim ayından bu yana 100.000 kuruş ödemiş. Her gün, kolları arkalarına bağlanmış iki üç insan görüyorum. Bunlar, Kürtler tarafından bir yularla bağlanıp sürüklenerek getiriliyorlar.”
“Mustafa Nuri Paşa da ‘Alman neferlerin hizmetleri gayr-i muayyen olduğundan halk, askere giden evlatlarına ölmüş nazarıyla bakardı. Bu yüzden askerlikten Kemal-i mertebe nefret gösterirlerdi’ demektedir.” (Ç. Yetkin Türk Halk Hareketleri ve Devrimler. sy:252-3)
Türk köylüsü savaşlardan ve askerlikten öylesine nefret etmişti ki, bu nefret türkülere ve ağıtlara da yansımıştır. O, ne için savaştığını bilmemektedir, ama en azından kendisi için savaşmadığını, savaşın ölüm, açlık, ayrılık demek olduğunu bilmektedir. Günümüzde bile hala büyük bir hüzünle söylenip-dinlenen “Yemen Türküsü” buna en güzel örneklerdendir.
“Havada bulut yok, bu ne dumandır
Mahlede ölen yok, bu ne figandır
Yemene gidenin hali yamandır.
Ano yemendir, gülü çimendir
Giden gelmiyor, acep nedendir
Burası Muştur, yolu yokuştur
Giden gelmiyor, acep ne iştir”
Bu halk türküsünde de ifadesini bulduğu gibi, savaş, günün dumanlanıp-kararması, mahallede bir ölü bile yokken ölüme gidişe isyan-ağıt, dönüşü olmayan bir gidiştir. Türk köylüsü için savaş ne yeni topraklan fethetmek, ne de herhangi bir şey adına zafer kazanmaktır. O, savaşta sadece kendi ölümünü görmektedir. Yani egemen sınıflar adına zorla savaşa sürülürken, “asker millet” felsefesinin tersine askerliğe ve savaşa isyan etmekte, ama bu isyanını ifade edebilecek dermanı kendisinde bulamamaktadır. Bu nedenledir ki, çaresizce ağlamaktadır, çaresizce ölmektedir. “Yemen Türküsü” kadar ünlü olan “Çanakkale Türküsü” de örnek verilebilir.
“Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Off gençliğim eyvah
Çanakkale içinde bir uzun selvi Kimimiz nişanlı, kimimiz evli Off gençliğim eyvah!”
Bu türküde de açıkça görüldüğü gibi, savaş ölmeden mezara konulmak anlamındadır. Gençliğe yapılan bir ağıt vardır, işte bu noktada, Türk köylüsünün halen de yaşadığı büyük bir paradoks var. Türk köylüsü, özünde Türk egemen sınıflarına daima muhaliftir. Türk egemen sınıfları İslamlaşmayı dayattığında eski dinine (Şamanizm) sıkıca sarılmış, bunu başaramadığı noktada ise mezhep ayrılığı biçiminde de olsa, İslamiyet’i egemen sınıflardan farklı ^içimlerde kabul etmiştir Türk egemen sınıfları batılılaşmayı dayattığında bu kez de bunun karşısında durmuş ama bir ideolojik dayanaktan yoksun olduğu ve egemenler “uygarlıkla dini karşı karşıya getirdiklerinden, onların karşısında din adına birçok eyleme girişmişim. Türk köylüsünün dine sahip çıkması durumunun, asıl nedeni budur. Yüzyıllar süren direnişlerinin vahşetle bastırılması onu zaten bir yenilgi zeminine sokmuştur. Köylü artık yenilgili bir ruhun esiridir. Türk köylüsü kendi yenilgisinin esiri olduğu içindir ki, bezgindir ve en büyük isyanı artık “ah” etmektir.
Türk köylüsünün, devlet eliyle gerçekleştirilen bütün sözde reformlara, batılılaşmaya vs. karşı çıkmasının nedeni de burada aranmalıdır. Devletle çoktan kopuşan Türk köylüsü, adına “uygarlık”, “ilericilik”, “reform” vs. ne denilirse denilsin, devletin hiçbir politikasının kendi yararına olmadığını yaşam içinde görmüş, bunların acısını yaşamış olarak, elbette ki karşı tavır almış ve fakat bu tavrını çoğunlukla derin bir suskunlukla içe kapanma biçiminde ifade etmiştir.
Kapitalizmle birlikte, ama daha çok devletin askeri tersane, tophane vs. gibi işletmelerinde ve limanlarda yoğunlaşan işçi sınıfı ise, bu süreçte henüz çocukluk aşamasında bile değildir. Kaldı ki, doğuşu da burjuvazinin hastalıklı doğuşu nedeniyle sağlıklı değildir. Ancak nitel ve nicel olarak ne kadar zayıf olursa olsun, mülkiyet karşısındaki özgür konumu nedeniyle daha o süreçte bile birçok direnişin içinde olabilmiş, ağır sömürü koşullarına karşı örgütlenme ihtiyacını duymuş ve bu yönlü girişimleri de olmuştur. Ancak işçi sınıfı, daha bağımsız kimlik bulma mücadelesinin başlangıcında iken, adına “aydın” denilen ideoloji kompradorlarının setine çarpmıştır. Bu açıdan, Osmanlı imparatorluğu döneminde kelimenin gerçek anlamında bir işçi sınıfından, yani bir sınıf kimliğinden bahsetmek mümkün olmamaktadır. Sadece bu yönlü bir çaba vardır ama bu çabanın önü “aydın” tarafından kesilecek ve Kemalist dönemle birlikte çarpıtılacaktır.
Bu süreçte üzerinde esas olarak durulması gereken “aydın” tiptir. Burjuva aydını, feodalizmin bağrından kapitalizmin filizlenişiyle birlikte doğan ve bir anlamda da onun beyni ve dili olan büyük güçtür. Nasıl ki feodalizm kendi üstyapı kurumlarını ve ideolojisini de birlikte yaratmış, bu, dinlerde ve dinlerin öncülerinde ifadesini bulmuşsa kapitalizmle birlikte çok daha üst boyutlarda gerçekleşmiştir. Burjuvazi kendisini gerçekleştirmek için, her şeyden daha çok feodalizmin üstyapı kurumlarıyla mücadele etmek zorunda kalmıştır. Burjuva aydın, burjuva devrimlerinin hazırlayıcısıdır. O feodalizmin din dogmalarına, felsefe ve sanat anlayışlarına karşı savaştığı ve yeni doğan burjuvaziye gerekli olan yenidünya görüşünü bilimde, politikada, sanatta, edebiyatta vs. yeni biçimleri yaratabildiği oranda aydın olma sıfatını kazanmıştır. Nitekim çağımızın en güçlü edebiyat eserleri, güzel sanatların her dalında en güçlü değerler bu dönemin damgasını taşımıştır. Üstelik bunlar, gerçekleştiği ulusal çerçeve ile de sınırlı kalmamış, bütün insanlığın ortak kazanımı olmuştur. Şu bir gerçek ki, burjuva aydın, aynı zamanda “birey”inde doğuşudur. Kölelikte ve feodalizmde kendisini ifade edemeyen birey, kapitalizmde kendisini ifade edebilme olanaklarına kavuşmuştur. Üretim toplumsallaşmış ve bu toplumsal emek üzerinde “birey” gerçekleşmiştir. Burjuva aydını bunun en uç ifadesi ve sözcüsüdür, insan haklan ve özgürlükleri gibi insani ve demokratik hak ve görevler bunun üzerinde anlam bulmuştur. Kapitalist üretim ilişkileri feodalizmin ekonomik sahadaki çitlerini yıktıkça, burjuva aydın da, beyinlerdeki çitlerin yıkılışına öncülük etmiştir. Feodal aristokrasi ve onun bütün iktidar kurumlarına karşı mücadelede bu aydın bayraktarlık yapmış, yani çağın sözcüsü olarak devrimlerin örgütleyicisi ve öncüsü olmuştur.
Bu durumu Türkiye gerçekliği açısından ele aldığımızda, “aydının sefaletiyle karşılaşırız. Türk aydını üzerine bugüne kadar ciltler dolusu kitap yazılmıştır. Gerçekte hakkında belirtilmesi gereken hiçbir şey de kalmamıştır. Onun için belirtilmesi gereken en temel yan, “aydının kendisini aydınlatması gereğidir. Çünkü aydın olmanın ölçülerine vurulduğunda Türk aydınından geriye hiçbir şey kalmamaktadır.
Eğer adına aydın denilecekse Türk aydını feodalizme karşı dişe diş bir mücadele içinde iktidar savaşı veren burjuvazinin değil, genel olarak her dönemde devletin sözcüsüdür. Eskiye karşı mücadele içindeki yeninin sözcüsü olan bir aydın Türk gerçeğinde hiç bir zaman olmamıştır. Eğer adına burjuva denilecekse, Türk burjuvazisi,* feodalizme ve feodal Osmanlı Devletine karşı mücadele içinde değil, sarayda doğdu ve bütün işlevi Osmanlı İmparatorluğu’nu yaşatmaya çalışmak oldu. Onun dünya görüşünü de, hizmetinde olduğu sınıfın ekonomik ve siyasal çıkarları belirledi. Türk burjuvazisi esas olarak ordunun içinde ve ordu eliyle ortaya çıkarıldı. Türk aydınının şekillenmesi de buna, paralel ve aynı kaynaktandır. Paşalar aynı zamanda yabancı kapitalizmle ilişkiye geçen ve kompradorluğa ilk elden soyunanlar oldular. Genç subaylarsa, ideoloji kompradorluğuna soyundular ve “aydın” oldular. Burada “aydın” olarak nitelendirilenlerin tümünün asker kökenli olup olmaması da önemli değil. Söz konusu olan, hangi kaynaktan yönlendirildikleri, hangi çıkarları ve felsefeyi temel aldıklarıdır.
İlk Türk “aydınlarına “Jön Türkler” deniliyor. Bunlar devletin hastalığına çare arayan ve bu çareyi batı kapitalizminde bulan genç subaylar ve bazı edebiyatılar oluyor, isimlerini bile Avrupa’dan alıyorlar. “Zaten ittifak-ı Hammiyet’in tüm kurucuları, örgütlenirken Avrupa’daki ‘Genç’ örgütleri özellikle Genç İtalya örgütlerini örnek alıyorlardı” (100 Soruda Jön Türkler ve ittihat Terakki, sy:15) Jön Türklerin çıkış gerekçeleri (1865), iktidarda bulunan Ali ve Fuat Paşaların aşın baskıcı yönetimlerinin Müslüman olmayan halkların ayrılma istemlerine, Avrupa’nın destek vermesinin ön koşullarını ortadan kaldırmak biçiminde özetlenebilir. Bu, Meşrutiyet isteminde somutluk kazanıyordu. Ama birtakım Özgürlükler talep edilirken bile amaç, kapitalizmin uluslaştırıcı etkisi ve imparatorluğun dayanılmaz baskıları nedeniyle ulusal kurtuluş sürecine giren Balkan halklarını imparatorluk sınırları içinde tutmak idi. Daha sonraki ittihat ve Terakki hareketi de aynı amaçların ürünü oldu. Adı 1895’de Osmanlı ittihat ve Terakki Cemiyeti olan örgüt, ilk olarak Ittihat-ı Osmani adıyla 1889’da Askeri Tıbbiye’de kuruldu. Bu örgütün kurulduğu yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’ sürekli toprak kaybetmekteydi. Örgüt bu koşullarda ve “devletin kurtarılması” gerekçesi ile kuruldu. Aynı dönem Anadolu’da Ermeni ve Rumlara yönelik saldırılar gelişti. Anadolu’daki ticareti ellerinde tutmaları ve Anadolu burjuvazisi karakterini almaları dikkate alınırsa, bu saldırıların nedeni anlaşılmaz değildir. En çok korku duyulan, ticareti ellerinde tutan ve tarımla da uğraşan Ermeni ve Rum burjuvazisinin ulusçuluk akımlarının etkisi altına girmeleriydi.
İmparatorluk içinde Alman etkisinin hızla geliştiği yıllarda, emperyalist devletlerin imparatorluk üzerindeki çekişmeleri de yoğunlaşmıştı. Doğal ki, ittihat ve Terakki de bu çekişmenin merkezinden biri oldu. Özellikle İngiltere ve Almanya çekişmesi bütün yoğunluğuyla etkisini duyurdu. Bu döneme ilişkin olarak ister saray çevresi ve isterse ittihat ve Terakki Cemiyeti üyeleri içinde kimin adı andırsa anılsın, arkasında mutlaka bir emperyalist devlet çıkmaktadır. Öyle ki, ister asker, ister sivil olsun önemli olan çoğunluğu emperyalist güçlerin maaşlı basit ajanları haline gelmiş, “devleti kurtarmayı da” maaşla bağlandıkları emperyalist güçlerin imparatorluk üzerindeki egemenliklerinde aramışlardır. Kısaca şu söylenebilir ki, sözde “aydın”, önce devletin ajanı olarak doğmuş ve emperyalizmin ajanlığına” kadar uzanmıştır. Bu ajanlık mutlaka resmi-maaşlı bir konum olmasa da, taşınan anlayışlarla, dünya görüşleriyle, yaşama ilişkin her-şeyiyle böyledir. Yalçın Küçük, Türk “aydını” için “köksüz aydın” belirlemesini yapıyor. Ancak öyle görünüyor ki, “kökü devlette olan aydın” demek çok daha doğruya yakın olacaktır. “Aydın” Türk’ün sözde mücadele ettiği Abdülhamit bile, bu aydından çok daha bağımsız ve emperyalizm karşısında çok daha tutarlıdır. Ama onun -yani devletin- gölgesi olan “aydın” daha fazla ideoloji kompradorluğu yaptığından, çok daha silik, korkak, çıkarcı ve gözü dışardadır. Çünkü salt midesiyle değil, beyniyle de dışarıya bağlıdır. Nitekim Osmanlıcılık, Panislamizm ve Turancılık gibi ideolojilerin tümü Türk egemenlerinin beynine dışardan yansımıştır. O, en çok yerli malı gibi görünen bu ideolojiyi bile İngiliz ve Alman emperyalizmiyle olan ilişkisi içinde edinmiştir. Yani bunlar da yine yabancı patentlidir.
Kökü çürüyüp kokuşmuş askeri-feodal bir devlete dayanan ve bu devleti yaşatma adına hareket eden “aydın” elbette ki adına layık bir özellik gösteremeyecektir. En başta çağdaş değildir. Avrupa’da aydın kendisini öncelikle ulusal çerçevede gerçekleştirip, bu zeminde evrensel bir karakter kazanırken, Türk “aydını doğru bir yurt ve ulus kavramından yoksundur. Tersine o, kapitalizmin Hıristiyan halklardaki uluslaştırıcı etkisinin karşısına çağdışı ideolojilerle devleti kurtarma amacıyla çıkmaktadırlar. Onun eyleminin temelinde devlet vardır ve bu onu, sadece başka ulusların karşısına değil, kendi halkının da karşısına çıkarmaktadır. Türk “aydını, feodalizme karşı halkın safında ve onlara ışık taşıyan bir güç olarak değil, halk karşıtı olarak doğmuştur. Her ne kadar Avrupa’da “aydın” olununca “halkçı” olmak ve “demokrat” olmak gerektiğini öğrenmişse de gerçeğiyle bu öğrendikleri arasındaki müthiş paradoks onu halk karşısında bir timsah haline getirmiştir. Türk aydınının Türk halkının yapabildiği tek şeyin duygusal sözler edip ağlamaklı olması İni nedenledir. Türk aydını gerçekte çok duygusaldır. Ve bu onun yaradılışındaki büyük boşluktan kaynaklanmaktadır. Bu aydını Türk halk hareketleriyle hiçbir alakası yoktur. Eylemi-n in başlangıç noktası devlet olan bu “aydın”, tarih bilincinden de yoksundur.
Resmi çerçeve onun için her şeydir. Onda, burjuva felsefesi de yoktur. Şüphesiz ki böyle bir aydın da demokrasi bilincinin kırıntısı bile olamaz. Nitekim ittihat ve Terakki’nin kısa iktidar dönemi, Abdülhamit’i bile aratacak ölçüde koyu baskı ve halklar üzerinde vahşi katliamlar süreci olmuştur. Şerif Mardin, “Jön Türklerin Siyasi Fikirleri” adlı kitabının önsözünde şöyle bir belirleme yapıyor: “Jön Türklerin bütün batı kültürlerine rağmen tarih bilinçlerindeki yüzeysellik, devleti bir bünyeye benzeten imgenin ağır basmış olmasına bağlanabilir. Böylece Jön Türkler ‘in felsefesizliklerine bir de tarihsizlik eklendiği söylenebilir. Bu iki eksiğin de birbirini pekiştirdiği açık: Tarihin “kendini açığa çıkarması” fikrini bilmeyen, daha da “felsefesiz” olacaktır. Felsefesiz olanın da (Vico’dan beri, tarihçiliğin Batı’da aldığı anlama göre) büsbütün güdük bir tarih görüşü olacaktır. Bundan dolayıdır ki, tarihçiliğimiz, yakın zamanlarda bile “övme-yerme” yaklaşımından arınamamış, açıklayıcı-çözümleyici yöntemler geliştirememiştir.” (age. sy: 17)
Türk aydınında yansıyan Türk egemen sınıflarının karakteridir. Önce de görüldü ki, Türk egemen sınıfları, Arap feodalizmiyle karşılaştıklarında kendilerine varlık olanı açabilmeyi Arap İslam ideolojisini benimsemekte buldular. Ve hatta Arapları Kavm-i Necip olarak yücelttiler. Öncesinde Çin uygarlığı karşısındaki durumları da böyleydi.
Türk egemen sınıflarının hiç bir zaman bir yurt ve tarih bilinci, bir ideolojik perspektifleri bile olmadı. Onlar için önemli olan fetih ve yağma alanıydı ve imparatorluk süreci boyunca da insanlığın yarattığı bütün değerleri yağmalama geleneğini sürdürdüler. Türk aydınında da aynı yağmacı gelenek görülmektedir.
Nitekim büyük devrimler pahasına ulaşılan burjuva değerler, Türk aydınına yansıdığında yağmanın aracı haline geldiği görülür. Türk aydını da her şeyi, kendisini yar eden devletin varlığı için yağmalamıştır. Bu nedenle de değerler üzerinde gerçek hakim güçler tarafından sonuna kadar kullanılmışlardır.
Onlar “Batılılaşın-uygarlaşın” dediğinde, smokin giymişler, kravat takmışlar, sofra kültürünü öğrenmişler, kadınları mümkün olduğu ölçüde sosyal hayata çekmişler onlar “demokratlasın1” dedikleri oranda sözde özgürlükler için darbeler bile yapmışlar onlar “milliyetçi-ırkçı” olun dediği oranda, Osmanlıcılık, İslamcılık ve Turancılık yapmışlardır. Almanya’nın Osmanlı İmparatorluğu için bir dönem “Enverland” demesi bu nedenledir. Enver Paşa’nın, Osmanlı Devleti’nin ordularının başkomutanı iken, aynı zamanda, Almanya’nın da en sadık adamı olduğu bilinmektedir.
Böyle bir aydın, tek tek kişilik düzeyinde nasıl olacaktır? Yalçın Küçük, “Aydın Üzerine Tezler” adlı değerli araştırmasında, bu aydın kişiliği üzerinde birçok örnek veriyor. Ortaya çıkan ortak özellikler, halk gerçekliğinden kopuk, onu aşağılayan, halklara düşman, anti-demokratik, hayalci, ya kendini ya da düşmanını abartarak cüceleşen, sürekli koltuk değneği arayan ya da hep kendisi koltuk değneği olan bir zavallı, ruhunda derin boşlukları ve depremleri yaşayan bir hasta, düşünce ve eylem gücünden yoksun bir yatalak ve her an herkesin kullanımına açık bir varlıktır.
Bu özellikler, adına “aydın” denilen her bireye tek tek indirgenebilir. Kısacası bu “aydın”, aydın olma gerçeğini yaşamadığı için, hiç bir zaman kendisi olmamıştır/olamamıştır. Hep başkası olduğu için de silik bir kopya olmaktan kurtulamamıştır. Bu zaafını dil gücüyle örtmeye çalışması ise çok daha büyük bir zaafı ortaya çıkarmış demagog bir kişilik, dili boyundan uzun ve girdiği her ortama göre biçim-renk değiştiren bir bukalemun şekillenmiştir.
4- CUMHURİYET DÖNEMÎ VE KEMALÎST KİŞİLİK
Kişiliği belirleyen temel etmenleri ve tarih içinde Türk kişiliğinin gelişmesini ana çizgileriyle ortaya koymaya çalıştık. Günümüz Türkiye’sini ve bu topraklar üzerinde şekillenen kişiliği doğru belirlemek açısından, Türklerin tarihe girişinden bugüne ılık oluşan yaşam çizgilerini belirlemek önem taşıyordu. En kışta da koyduğumuz gibi, günümüzde bir tip var bu tip: devlete “tapınan” devlet karşısında bir hiç olan, en ağır sömürü ve şiddete karşı bile insanca bir karşı koyusu kendinde gerçekleştirme gücünü bulamayan köle bir kişiliği ifade ediyor. Türkiye’de devrim, en kısa tanımıyla, gerçekte bu kişiliği aşmak olacaktır ve bu kişilik aşılmaksızın da devrimin gerçekleşmesi hayaldir.
Cumhuriyet, Türk kişiliğinin tarih çizgisinin yeni bir boyut kazanması, ya da vardığı son noktadır. Bu açıdan Cumhuriyet kişiliğini çözümlemek, tarihi çözümlemektir, bu kişiliği aşmak devrim yapmaktır.
Kemalist kişiliği çözümlemek için, öncelikle Kemalizm nedir sorusuna yanıt bulmak gerekir. Kemalistler kendilerini, yıkılmış bu imparatorluğun enkazları üzerinden bir ulusu yaratan kurtuluş önderleri olarak tanımlarlar. Kurtuluş sözcüğünü tırnak içine almak kaydıyla, büyük anlamda doğrudur. Kemalizm’in uluslaşma sürecine önderlik ettiği bir gerçektir, ancak bu nasıl bir önderliktir ve nasıl bir uluslaşma getirmiştir, önemli olan bu noktadır. Türkiye’de burjuvazinin gelişmesinin 18. yy.’a dayandığını belirtmiştik. Fakat bu burjuvalaşma, feodalizme karşı bir sınıf kimliği kazanma ve kendi önderliğinde bir uluslaşmayı gerçekleştirme biçiminde değildir. Devlet fideliğinde doğan ve temel üyesi devleti yaşatmak olan Türk burjuvazisi (ki, bunlar, asker ve sivil aydınlar, bürokratlar ve çoğu paşalardan dönüşme kompradorlardır.), toplumun ezilen sınıflarına önderlik etme gibi bir perspektife sahip olmamıştır. Çünkü onun için toplumun ezilen kesimleri devletin tebaasıdır ve onlara herhangi bir kişilik atfetmeye gerek yoktur. Ancak imparatorluk emperyalist güçlerin işgali altına girdiğinde ve bu işgale karşı direnen tek güç Anadolu olunca, ittihat ve Terakki artığı paşalar, daha düne kadar selam verme gereğini bile duymadıkları Anadolu insanının direnişi üzerinde kendi devletlerini yükseltmenin hesabını yaptılar, işte Kemalizm bu hesabın başarılmasının ürünüdür. Kemalizm, halk hareketine dayanarak, halk hareketlerini tasfiye eden asker ve sivil bürokrat, komprador ve toprak ağalarının ittifakıdır. Onun esas tehlikesi ise, halk hareketlerine dayanıyormuş gibi görünüp, esasta onu tasfiye hareketi olmasındadır. Bu özelliği, Kemalizm’in bütün sınıflara ve olgulara yaklaşımında görmek mümkündür.
Cumhuriyeti kurarken Kemalizm, en çok Osmanlı imparatorluğuna karşıt bir görünüm sergiledi, ancak en çok sahip çıktığı da onun mirası oldu. Sahip çıktığı görüntüsünü verdiklerini ise, en kısa zamanda reddetti ye hatta imha sürecine aldı. Kemalizm’in egemenliği altında her şey ters-yüz edildi. Yalanla-gerçek, olanla-olmayan, vd. her şey birbirine karıştı, yer değiştirdi. Kemalizm zaten işe, gerçekleri ters-yüz ederek başladı. Başlangıçta önlerinde bir “cumhuriyet” perspektifi bile olmayan Kemalistler, şüphe yok ki, feodal Osmanlı İmparatorluğu’nun kalıntılarına karşı bir mücadele anlayışından hareket etmediler. Ancak, imparatorluğun dağılması nedeniyle ve işgal koşullarında halkın direnişi üzerinde Türk egemenlik sistemini yaşatma mücadelesini verdiler. Eğer güçleri yetse idi, bu egemenlik, alanını dağılan imparatorluğun egemenlik sahasına kadar yayabilirlerdi. Hatta” Enver Paşa’nın Turan hayaliyle Orta Asya bozkırlarına doğru at koşturması dikkate alınırsa, imparatorluğun yetiştirmesi Kemalistler ‘in de aynı hülyanın ortağı olmaları doğaldır. Ne var ki, bunu gerçekleştirmeye ne uluslararası durum ne de kendi güçleri elveriyordu. Osmanlıcılık ideolojisinden bu yana savunulan ideolojiler dikkate alınırsa, Kemalizm aslında Türklüğün köşeye sıkıştığı noktada ortaya çıktı bir anlamda da Turancılığın çaresizliği oldu. Çaresizlik saldırganlığı birlikte getirir Kemalizm saldırgandır ve aynı zamanda Batı değerleri karşısında siliktir.
Böyle bir çözümlemede cumhuriyetin karşısında Türk ordu gerçeğinin bütün ağırlığını hissettirdiğinden bahsetmek özellikle gerekli olmaktadır. Kemalizm esas olarak imparatorluk artığı orduya dayandı ve diğer tüm güçleri bu temelde yanına çekip ardından da tasfiye etti. Her şeyden önce Mustafa Kemal’in kendisi bir Osmanlı paşasıydı. Edindiği kişilik ve felsefesi Osmanlı sarayında ve ordusunda şekillenmişti. Cumhuriyetin ilan edildiği güne kadar da, eskiye yönelik bir eleştirisi söz konusu değildi. İlişkiyi kendi kişiliğinde aşmayan bir önderin, yeninin gelişimine önderlik edemeyeceği son derece açıktır. Cumhuriyetin kuruluşuna ve bütün politikalarına damgasını vuran M. Kemal’in kişili-ı de bu açıdan son derece önem taşımaktadır.
Türk burjuva uluslaşması topluma üstten dayatıldı ve bunda temel araç ordunun gücü oldu. Her şey Kemalistler ‘in elinde devlet içerisinde şekillendirildi. Yani devlet ve ordu, bütün siyasal ve sosyal yaşamın belirleyici gücü oldu. Batılı kapitalist ülkelerde burjuvazi burjuva demokrasisinin çerçevesini çizerek ve bu çerçeve içerisinde bütün sınıflara bir yer ayırarak iktidar olurken, Kemalizm, toplumu, oluşturulan resmi ideolojinin içerisine hapsetti, sınıfların düşünce ve eylem gücünü gasp etti. Bu, daha iktidar olma sürecinde başarıyla yürüttüğü bir politikaydı. Bir yandan komünistleri, diğer yandan Çerkez Ethem önderliğindeki köylü hareketini ikili bir politikayla etkisizleştiren Kemalizm, bunları hem kendi iktidar mücadelesinin yedeği haline getirdi, hem de her ikisini de entrikacı bir biçimde imha etti. Aynı politikanın Kürt gerçeğine karşı da uygulandığını görmekteyiz. Başlangıçta Kürt gerçeğini yanında görmeye çalışma sonraları büyük bir imha hareketine ve inkara dönüştü. İktidar oluncaya kadar yedeğinde tuttuğu Türk halk hareketi ve Kürt hareketini iktidarını güvenceye aldığı noktada reddetme politikası, Kemalizm’in önderlik ettiği “ulusal” hareketin karakterini de belirlemiştir. Bilindiği gibi, ulusal harekete damgasını vuran Kemalist burjuvazidir. Kemalizm’in dayandığı sınıf temeli ise, adına layık bir burjuva sınıf olmaktan son derece uzaktır. Kemalizm dayandığı temelin zayıflığını bilerek, burjuva anlamda sınıflaşma ve uluslaşma hareketini üstten alta doğru ve zora dayanarak geliştirmeye çalışmıştır. Bu nedenle de, bütün siyasal, toplumsal ve kültürel hayatı kendi yönlendirmesi altına almış, ne Batı, ne de Doğu uygarlığının İçinde yer alan, ama ikisinin ilginç karışımından oluşmuş ucube bir ulusal-toplumsal kişilik yaratmıştır. Kemalizm’in gerçekte cumhuriyetle birlikte topluma kazandırdığı bir yenilik de yoktur. O, ittihat ve Terakki’nin bir uzantısı, yeni koşullara uyarlanmasıdır. Hatta bazı konularda daha da geriye çekiş vardır. Örneğin imparatorluk sürecinde egemenlik sınırları İçindeki halkların kimlikleri kabul edilirken, Cumhuriyet tek egemenlik sahası olan Kürdistan’ı ve Kürt halk kimliğini inkar etmiş, bu zemini Türk uluslaşmasının alanı olarak görmüş, kanlı ya da kansız imha hareketleriyle bir ulusu tarihten silmeyi kendi varlığının temeli haline getirmiştir, işçi sınıfı hareketi açısından da durum aynıdır. Cumhuriyetle birlikte işçi sınıfı, aslında düne göre çok daha geri bir konuma sürüklenmiştir, “imtiyazsız, zümresiz birleşik bir kütleyiz” sloganında ifadesini bulduğu gibi Kemalizm bütün sınıf çelişkileri ve mücadelelerini reddederek, işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimlerin çıkarlarını burjuvazinin çıkarlarına tabi kılmıştır. Ama onların bütününü de devlete tabi kılmıştır. Çünkü devlete, bütün sınıf çelişkilerinin üstünde, bir hami rolü yüklemiş, “devlet baba” felsefesi esas olarak Kemalist devlette vücut bulmuştur. Kemalizm’e göre “köylü milletin efendisidir. İşçi sınıfı devletin koruması altındadır. Burjuvazi devletten aldığı güçle varlık bulma ve gelişme şansına sahiptir. Kadınlar, devlet güvencesi altında sosyal yaşama girebilmektedir. Yani, her şey devletle birlikte var olabilmekte ve kendini şartsız bir biçimde devlete bağımlı hissetmektedir. Bu durumda, gerçekte ortada ne burjuvazi, ne işçi sınıfı, ne köylülük vd. vardır. Var olan sadece devlettir. Ve bu devlet, kendisinde şekillenen bir yığın üzerinde oturmaktadır.
Bu karakter belirtildiği gibi, ordu-millet oluşumuna kadar dayanmaktadır. Ancak imparatorluk süreci, yani Türkler ‘in devletleşme ve yükselme dönemi sınıf çelişkisinin derinleşmesi ve devletle halkın koptuğu bir süreç olmuştur. Yüzyıllar süren köylü isyanları bu kopuşmanın hem nedeni, hem de sonucudur. Kemalizm, tarihsel açıdan, gerçekleşen bu kopuşmayı devlet lehine gideren bir güç olarak işlev görmüştür, işgale karşı mücadele yıllarında halk şuralarını ve Çerkez Ethem kuvvetlerini yanma çekip, ikiyüzlü bir politikayla tasfiyeye girmesi ve ardından kurduğu Cumhuriyet’te bütün sınıf çelişki ve ilişkilerini kendinde düğümlemesi, devleti toplumda içselleştirme eyleminin bir gereğidir, imparatorluk sürecinde halk, devleti karşısında görür ve ancak korktuğu için boyun eğmek zorunda kalır. Ama Kemalist aşamada, devleti, önce aydınlardan başlayarak köylülüğe kadar uzanan halkalarla zincirleme bir biçimde toplumda içselleştirdiği görülmektedir.
Kemalizm’in kendisini topluma nasıl yansıttığı konusunda bazı noktalara değinmek gerekiyor. Kemalizm, ulusal kurtuluşçuluktan bahsetmiş daha işgale karşı savaş yıllarında emperyalist güçlerle flörte başlamış ve Kürt halkını imha seferlerine girişmiştir. Uygarlıktan bahsetmiş ancak uygar olmanın en vazgeçilmez şartı olan toplumun demokratik hak ve özgürlüklerini ilk anda boğazlamıştır. Kemalizm sadece eski Osmanlı barbar geleneğinin üzerine çekilmiş bir cila olmuştur. Bu cilanın altında her türlü despotik ve katliamcı gelenek diş göstermektedir. Nitekim M. Kemal, en yakın çalışma arkadaşlarını en iğrenç entrikalarla tasfiye etmekten çekinmemiştir. M. Kemal, önüne koyduğu amaca varışta her yolu mubah sayan, çıkarları için hiçbir şeyi yapmaktan çekinmeyen bir pragmatisttir. Kendi kişiliğini toplumda gerçekleştirmiş bir şahsiyet olarak, M. Kemal, özenle anlaşılması gereken biridir. Onun yaşam ve ilişkilerine bakıldığında, nasıl bir toplum yaratmak istediği açıkça görülür. M. Kemal sözde bir batılıdır. Ama Batılı olmak onun için hangi anlamdadır? Siyasal sosyal, kültürel ve ekonomik alanda Batıya ne ölçüde ulaşmıştır? Bu sorunun cevabı, Türkiye’yi medeni bir toplum haline getirme sloganı ile giriştiği sözde “devrimlerde mevcuttur. Üstten alta doğru topluma bir değişiklik dayatılmaktadır ve bu uygarlaşma adına yapılmaktadır. “Kılık-kıyafet” devrimi “Şapka devrimi” vs. buna örnektir. M. Kemal, Şapka devrimini mecliste savunurken şu tezleri ileri sürüyor:
“Uygarım diyen Türkiye’nin gerçekten uygar halkı, baştan aşağıya dış görünüşü ile de uygar ve ileri insanlar olduğunu göstermek zorundadır. (…) Soruyorum: Bizim kıyafetimiz milli midir? (hayır, sesleri) Bizim kıyafetimiz uygarca ve uluslararası nitelikte midir? (hayır, hayır sesleri) size katılıyorum. Deyimimi hoş karşılayın. Altı kaval üstü şişhane denilebilecek kılık ne ulusaldır, ne de uluslararasıdır. (…) Bunun için, Turan kılığını araştırıp canlandırmanın da yeri yoktur. Uygarca ve uluslararası kılık sizin için çok cevherli, milletimiz için layık bir kılıktır. Onu giyineceğiz.” (M. Goloğlu, Devrimler ve Tepkileri, s.14)
Ancak M. Kemal’in yaptığı da “altı kaval üstü şişhane” bir toplum yaratmaktır. Y. Kadri Karaosmanoğlu “Ankara” adlı kitabında, bu konuya ilişkin olarak şu belirlemeleri yapıyor: ” Eski milli mücadelecilerden bazıları gibi Hakkı bey için de kıyafet değişiminden sonra milli dava bir modernlik iddiası haline gelmişti. Bir Avrupalı gibi giyinmek… Dansetmek… Yaşayıp eğlenmek… Bunlara bir zafer kazanmak kadar mühim görünüyordu” (aktaran Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik sy:104)
Oysa toplumsal sorunlar had safhadadır. Ekonomik çöküntü içindeki toplumlar, halk kitleleri aç ve perişandır. Üstten dayatılan bu gibi biçimsel “devrimlerle” kimsenin bir ilgisi yoktur. Kendini ifade edebilme olanaklarından bile yoksun olan halk ne yazık ki “Batılı” olmaya mecbur edilmiştir. Yollara özel inzibatlar dikilmiş ve devletin kolluk kuvvetleri yoksul Türk köylüsüne Batılı olmayı öğretmiştir. (!) Başta “aydın” olmak üzere Türk toplumu Batı dünyasına böyle bir giriş yapmıştır. Nasıl ki önce İslamiyet bir sarık gibi kafanın üzerine oturtulduysa, bu kez de Batılı değerler bir şapka olarak eski kafanın üzerine oturtturuvermiştir. Batı dünyasının ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal, felsefi varlığı özümsenmeden iltica edilen Batı, elbette ki bu durumuyla Türkiye’yi hiçbir zaman bir batılı olarak değerlendirmemiştir.
Kaldı ki, bu sözde devrimler, M. Kemal’le başlayan bir olay da değildir. Daha ittihat ve Terakki döneminde Avrupa emperyalist güçlerinin baskılarına bağlı olarak “uygarlık”, “laiklik” vb. alanlarında atılan adımlar vardır. Şeriyye mahkemelerinin Meşihattan (Şeyhülislamlık) ayrılarak Adliye nezaretine bağlanması (1916) Hukuk-u Aile kararnamesi (1917), Rumeli takvimiyle Miladi takvim arasındaki 13 günlük farkın kaldırılması (1917) vb. kanun ve kararnameler gerçekte M. Kemal’in Cumhuriyet’te tamamladığı girişimler olmuştur üstelik bu adımlar atılırken temel amaç da aynıdır. Latin alfabesi için tartışmalar da yine ittihat ve Terakki dönemine uzanmaktadır. Aynı dönemde (1917), eğitim kurumlan üzerinde de bazı değişiklikler vardır buna göre, medreselerin çağdaş din kurumlan haline dönüşmesi, ders programlarına müspet ve doğal bilimler, yabancı dil eğitimlerinin alınması gibi değişmeler öngörülmektedir. Kadınların toplumsal hayata Katılması konusunda da benzeri adımlar vardır.
“Kadınların hayatında da önemli değişiklikler oldu. Bakınca, aradaki ilişkinin ‘günah’ olup olmadığı saptanamayacağı için kadınla erkeğin sokakta birlikte gezemedikleri bir ülkede, savaşın getirdiği zorunluluklar yüzünden kadın iş hayatına girdi. Kadın fabrikalarda, dairelerde, sokakta (mesela İstanbul’da çöpçülük yaparak), tarlalarda ister istemez çalışma durumundaydı. Ayrıca TC’ninde bunu teşvik ettiğini söylemeye gerek bile yok. Ordunun himayesi altında kadınları çalıştırma cemiyetleri kuruldu. Cemiyet, ordu için üniformalar, çamaşır, kum torbalan dikiyorlardı. Atölyelerinde 6-7 bin kadın günde on kuruş yevmiye alıyor ve yemek yiyorlardı. Zaman zaman 7-8 bin kadın da evlerde cemiyet için çalışıyorlardı. Cemiyet, para kazanır durumdaydı. Dahası var, birinci orduda bir kadın taburu kuruldu. Bunlar tamamen asker gibi yaşıyorlardı. Yalnız evli olanlar haftanın dört akşamını evlerinde geçirebiliyorlardı. Cemiyet 1917’nin sonunda bekar işçilerin evlenmesini zorunlu yaptı ve bunların münasip kocalar bulabilmeleri için bir sistem geliştirdi. Kadınların bu yıllarda birçok okullara ve Darülfünun’a (üniversite) girdiklerini biliyoruz. İstanbul gibi büyük bir merkezde, çarşaf ve peçe devam etmekle birlikte, kadınlar çok kez artık peçelerini örtmüyorlardı. Bir süre sonra Darülbedayi sahnelerinde ilk Müslüman kadın tiyatro oyuncuları rol almaya başladılar, (aktaran, Doç. Dr. Sina Akşîn, 100 Soruda Jön Türkler ve Ittihad ve Terakki)
Görüldüğü üzere savaş, kafes ve peçe ardına itilen kadının sosyal ve hatta askeri yaşama çekilmesini zorunlu kıldığından, sıkı sıkıya bağlı olunduğu söylenen her türlü kural kendiliğinden işlemez hale gelmiştir. Üstelik bu, Kemalizm’in yaptığından biraz farklı biçimde yaşamın bir dayatması olarak gelişmiştir. Kemalizm de kadını sosyal hayata çekme iddiasındadır. Ancak, bunu da yine en tepeden inmeci yöntemlerle gerçekleştirmeye çalışmıştır. Nasıl ki, erkeğin kafasındaki püsküllü fes yerine şapka geçirilmişse, kadın da kafesle peçeden kurtarılarak açık tuvaletler içinde dans salonlarına çekilmiştir. Elbette ki bu burjuva kadındır emekçi halk kadınları için yaşam olduğu gibi sürüp gitmiş, sözde kanunlarla güvenceye bağlanan haklar, bütün kanunlardan daha güçlü bir yaptırım gücüne sahip olan geleneklerin karşısında fazla bir rol oynayamamıştır. Ama Kemalizm hiçbir hak mücadelesi vermeden kadına, tepeden inmeci yöntemlerle birtakım hukuki haklar bahşederek, aslında toplumun yarısını devlete bağlamış ve kadına sözde “demokratik haklar” vererek anti demokratik bir yaşama ve bu yaşamın yuvası olmaya mahkum etmiştir, işçi sınıfının durumu da böyledir, işçi sınıfına da kendi ekonomik ve demokratik hakları için mücadele etmeden, bu haklar üstten bahşedilmiştir. Dolayısıyla işçi sınıfının önüne atılan birtakım kırıntılarla demokrasi mücadelesinin önü kesilmiş, hak veren konumundaki devlet, bu hakları istediği zaman almasını da bilmiştir. Dikkat edilirse, Kemalizm, gerçekte en çok karşısında olduğu güçleri bu politikayla bir hiç derecesine indirgemektedir.
Kemalizm’in toplumda içselleştirilmesi esas olarak 1930’lar sonrasıdır. Kemalizm kendisini bu süreç içerisinde formüle etmiştir. Yoksa iktidarın ilk yıllarında İttihat ve Terakkinin bir uzantısıdır. Kemalizm ideoloji ve politikası önceden oluşturulup, planlanmış bir hareket olarak gelişmemiştir. M. Kemal imparatorluk müfettişi olarak Anadolu’ya gelirken görevi halk hareketlerini bastırmak iken sultanlığın hiçbir gelecek vadetmediğini gördüğü noktada halkın gücü üzerinde oynamaya yönelmiştir. Hatta Erzurum Kongresi’nde bile, henüz sultanlıkla bağlarını kesmiş değildir, üzerinde imparatorluk ordusunun üniforması vardır. Kendisi de İttihat ve Terakkinin diğer paşaları gibi Turancıdır. Tarih anlayışı bu temel üzerinedir.
Uluslaşmak bir tarihsel bellek edinmektir. Türk uluslaşmasının önderliğine soyunduğunda Kemalizm, bu “ulusa bir tarihsel temel yaratmak zorunda olduğunu da gördü. Ş. Süreyya Aydemir, M. Kemal’in “Türk Tarihi ve Türklerin Medeni Geçmişi” üzerine 1930’ların sonlarında ilgi duymaya ve kafa yormaya başladığını belirterek bu konuda şöyle demektedir: “Onun neslinin tarih anlayışına damgasını vuran bu iki büyük ve temel hatanın biri şuydu ki, resmi kitaplara göre bir Türk tarihi yoktu. Ve Türk tarihi ancak Osmanlı tarihinden ibaretti. Osmanlı Devleti’nin kurucuları da Söğüt’ün kışlığı Domaniç yaylasına yerleşmiş 300 çadır halkından ibaretti, ikinci hata da şuydu ki, tarihte bir Türk medeniyeti yoktu. Kitaplarda böyle bir şey yazılı değildi. Orta Asya en sert kelimelerle sıfatlandırılan Cengizler ‘in, Timurların yurduydu. Hem zaten ortada bir Türk soyu da yoktu. Ya Osmanlılar ya da Müslümanlar vardı, İslam tarihinin ulusları Araplardı. Osmanlı camiası içinde Araplar, Kürtler hep övgü sözleriyle yer alırlardı. Fakat Türkler adı geçmeyen bir garip topluluktu, işte hem Atatürk, hem nesli bu hava içinde gelişti ve Tanzimat’tan beri de inanılan şuydu ki, hem medeniyet, hem medeniyetin kaynakları garptaydı.” (Ş. S. Aydemir. Tek Adam s:. 431-432)
Kemalizm’in, Türk uluslaşmasını yaratırken, kendisine bir tarihi kök aradığı ortadadır. Ş. S. Aydemir, M. Kemal’in, “insanlığın ilk vatanı neresidir? Kendilerine insan denebilecek ilk yara^ tık grupları hangi topraklarda meydana gelmiştir? İlk insan göçleri hangi ülkelerden, hangi yönlere dağıldı? İlk dil gruplarının ana kökü hangi seslerdir?” gibi sorular üzerinde günlerce kafa yorduğunu belirtmektedir. Şu bir gerçek ki, M. Kemal bu sorulara cevap ararken, esasta önderliğine soyunduğu ulusun köklerini bulmaya ve Anadolu’daki varlığına anlam kazandırmaya çalışmaktaydı.
Bu durum Kemalistler ‘in Orta Asya bozkırlarına kadar uzanmalarına yol açıyordu. Bununla da kalmıyor, Türk Tarih Tezi-Güneş Dil Teorisi ile Türk dili bütün dillerin temeli, Türkler Uygarlığın yaratıcısı ve dünyaya yayıcısı oluveriyordu. Bütün uygarlıkların temelinde Türk gerçeği olduğuna göre, Anadolu’da binlerce yıllık geçmişi içinde hangi halkları barındırmış olursa olsun, esas olarak Türk vatanıydı. Açık ki, burada burjuva uluslaşmasının gereği olarak bir burjuva milliyetçiliği değil, bilim dışı temellere dayandırılmış ırkçı bir ulus anlayışı ortaya çıkmaktadır. Bunun çok derin bir aşağılık duygusunun ürünü olduğuna dikkat edilmelidir.
Mademki Türkler köksüzdür ve mademki Anadolu’yu fethettikleri günden itibaren Roma uygarlık kurumlarının zaptına uğramıştır ve mademki Iran edebiyatı ile Arap bilimsel yazımının boyunduruğunu yaşamıştır, bunu reddetmenin bir yolu olabilir. Türkler ‘in bu uygarlıkların da başlatıcısı olduğu ileri sürülebilir. Eğer ileri sürülebilirse Türkler, fethettikleri toprakların uygarlığı tarafından fethedilmenin, yönettikleri halkların bilimiyle yetinmenin ve tarihsel gelişmeye ayak uyduramayan, perspektiften yoksun bir edebiyatın kötü taklitçileri olmanın, ağır yükünden kurtulabilir. Eğer ileri sürülenler en azından Türk bilim kürsülerini fethederlerse, ileri sürülebilir:
“Ne Mutlu Türküm Diyene” (Y. Küçük, Aydın Üzerine Tezler II. sy: 108-109)
Osmanlılardaki tarihsizlik, Cumhuriyet’te tarihi Türklerle başlatmaya dönüşüyor. Ama dayandırılacak herhangi bir temel de yok. Böyle olunca, bu, “büyük” sözlerle Türklüğü “yüceltmeye” dönüşüyor. “Bir Türk Dünyaya Bedeldir”. “Türk Öğün Çalış, Güven” vs. sloganlarla “Türkün Türk’ten Başka Dostu Yoktur” gibi yalnızlık duygusu içeren sloganlar yan yana söyleniyor. Aşağılık duygusu güvensizliği, güvensizlik ise saldırganlığı derinleştiriyor. Kemalist burjuvazi, Türk egemen sınıflarının tarihsel gelişim çizgisinde var olan saldırganlığı son noktaya kadar çıkarıyor kafatasları üzerine kurulmuş bir “Cumhuriyet” yaratıyor.
Irkçı, söven tarih anlayışı pratikte de karşılığını buluyor ve 1930’lu yıllar boyunca Kürdistan tam bir mezbahaneye dönüştürülüyor. Kürt isyanları acımasız imha seferleri ile bastırılıyor. Bir halkın fiziki tasfiyesi üzerinde bir başka ulusun “yükselişi” gerçekleştirilmek isteniyor. Anadolu’nun binlerce yıllık kültürlerine karşı yaklaşımında da aynı talana mantık görülüyor. Tarihin gerçeklerini kabul ederek, kültürlerle kaynaşma değil, gasp temel alındığından her değerin üzerine “Türk” damgası vuruluyor. Kürdistan diye bir ülke, Kürt diye bir halk yokmuş, Anadolu uygarlıkları sanki tarihte hiç yaşamamışçasına hiçlik noktasına sürülüyor. Türk burjuvazisi sahte temeller üzerindeki uluslaşma hareketini güncel tarihi de ters yüz ederek tamamlamak istiyor.
Dünyanın hiç bir ülkesinde, böyle bir uluslaşma görülmemiştir. Birleşik Devletlerin kuruluş sürecinde Kızılderililer üzerindeki acımasız katliamlar bile, Kemalist burjuvazinin katliam seferleriyle karşılaştırılamaz. Çünkü orada katledilenlerin kimliği ve katliam en azından inkar edilmemiştir. Burada ise, bir halkın katliamdan geçirildiği bile inkar edilmiş ve daha yaşandığı anda belleklerden silinmek istenmiştir. Katliamların adına “Doğuya Uygarlık Seferleri” denilmiş ve bu, Türk toplumunun sözde en ileri olması gereken komünistleri tarafından bile alkışla karşılanmıştır.
Burada ‘Türk burjuvazisinin şahsında (politikalarında) bir ulusun (Türk) tümünün bir suça ortak edilmesi olayı vardır. Çünkü bütün sınıf ve katmanlarıyla bir ulusun varlığı başka bir ulusun imhası üzerine inşa edilmiştir. Adına “Misak-ı Milli” denilen olgu, bu gerçeğin itirafıdır. Türk ulusuna bulaştırılan ırkçı, şoven felsefe ve ruhun milli temeli bu gerçeklerde yatmaktadır. Bu öyle bir ulusal karakterdir ki, sonuna kadar şişirme bir övünmeyi yaşar zayıfı ezer ve onun üstünde yükselmek ister güçlü karşısında sonuna kadar boyun eğer ve bu özellikler egemen sınıftan en sıradan bir yoksula kadar yansımasını bulur.
Bir diğer nokta da şudur: Bir uluslaşma hareketinin temel kuvveti ordu olduğuna göre, kuruluşun öncüsü olan ordu, Türkiye’deki bütün siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel ve felsefi yapılanmanın da ana yatağı, kumanda merkezi oluyor. Bütün toplumsal ilişkiler ordunun emir ve talimatlarına göre biçimleniyor toplumsal haklar aynı güç tarafından bahşedilip geri alınabiliyor. Ordunun toplum üzerindeki bu tahakkümü, elbette ki müthiş bir şiddet üzerinde sağlanmıştır. Ancak, Kemalizm, bu zayıflığı güce dönüştürmenin yollarını da arıyor ve 1930’lu yıllar boyunca Kemalist ideolojiyi toplumda içselleştirmenin yoğun çabasına girişiyor, işlevi bu ideolojiyi kıra taşırmak olan Köy Enstitüleri kuruluyor ve “köylü aydın” tiplemesi ortaya çıkarılarak, bunlar Kemalizm’in ajanlığı biçiminde köylere dağılıyorlar. Ulusal kurtuluşçuluk, uygarlık, çağdaşlık vs. gibi kavramlar, köylünün devlete karşı olan yüzlerce yıllık güvensizlik ve düşmanlığını tersine çevirmeye çalışıyorlar. Köy Enstitüleri, Kemalist devleti kıra götürüyor, kırı resmi ideolojinin çerçevesi içine alıyor.
Türk burjuvazisinin durumunu anlamak açısından, bu politikayı kavramak önem taşıyor. Türk köylüsünün Kemalizm’in etki sahasına alınması, yüzlerce yıllık isyanların katliamlarla ezilmesi, en son olarak da Çerkez Ethem önderliğindeki köylü hareketinin tasfiyesi üzerinde, yani köylülük öndersiz ve zayıf düşürülerek gerçekleştiriliyor. Yani yıllar önce, müthiş bir sopa politikası uygulanıyor ve Kemalizm politikayı sonuca götürüyor, “Köylü milletin efendisidir” sloganını atıyor. Türk köylüsünün ideolojik olarak devlete bağlanması, ona ulusal ruh adına ırkçı-şovenizmin, her türden gerici anlayışın enjekte edilmesi anlamına geliyor. Eski isyancı ruh bütünüyle ölüm uykusuna yatıyor ve köylü emir-komuta zincirine bağlanıyor, işte çıkarcı, bencil, dünya gelişmelerinden kopuk, bir robot gibi devletin emirlerine uyan, Kore’ye kadar savaşmaya giden alık köylü tipi böyle doğuyor. Açık ki bu, Türk köylüsünün gerçek özelliği değildir. Şovenizm gerçekte Türk köylüsüne yabancı olan bir ruhtur. Baba-İshak ve Şeyh Bedrettin destanlarını yaratan Türk köylüsü, Anadolu uygarlıklarıyla en sıkı kucaklaşan kesimdir. O, toprağa verdiği emek ölçüsünde Anadolu toprağını en çok seven ve ona ait olandır. Emir-komuta zinciri içinde “asker Memed” rolü biçilen “köylü Memed” bu topraklar üzerindeki değerini anladığı noktada, tarihin derinliklerindeki gerçek ruhuna da yaklaşmayı bilecek, Anadolu halkların kucaklaşmasının temel öğelerinden biri olacaktır.
İşçi sınıfı açısından da durum böyledir. Önceden de belirtildiği gibi, Kemalizm en başta işçi sınıfı hareketini kendi kanalına çekmenin çabasını verdi. Devlet eliyle kurulan sendikalar ve tanınan ekonomik, sendikal haklar böyle bir politikanın gereğidir. Kaldı ki, Türk işçisi, batılı kapitalist ülkelerde olduğu gibi sanayi proletaryası olarak doğmadı, bir ayağı daima köyde oldu. Üstelik devletin orduya ait işletme ve fabrikalarından işçileşti. Yani, “köylü Memed”, “işçi Memed” haline geldi. Köyde yaşam olanakları kalmayan yoksul köylülük, İstanbul gibi “taşı toprağı altın” olan büyük kentlere koşarak geldiğinde, yaşayabilmek için işgücünü satmaktan başka yolu kalmıyordu ama o hala “köylü Memed” idi. Tepesine vurulmuş, direnişleri teslim alınmış, çağdan ve dünyadan koparılmış, “köylü Memed”, bir sınıf değişikliğini yaşadı, ama işgücünü satarak yaşayan bir “proleter” haline gelirken bunu bilincine yediremedi. Bu bilince kısmen de olsa ulaşabilmesi için birkaç kuşağın değişmesi gerekti. Ama “köylü Memed” kuşaklar sonra bile “işçi Memed’in ruhunda sinmiş olarak yaşadı. Köylülükten çok daha ileri olması gereken proletarya, üzerinde yükseldiği temelin geriye çeken tutsaklığını hep duydu ve proleter ataklığa, örgütlenme yeteneğine ulaşamadı.
Bu durumu 1970’lerde aşmaya çalıştıysa da, işçi sınıfı adına hareket eden sözde önderlerin Kemalist zırhı parçalamamış olmaları nedeniyle/ zincirlerini parçalama gücüne ulaşamadı ve hatta 12 Eylül’le birlikte çok geri noktalara savruldu.
Kemalizm, en yaygın olarak küçük burjuva tabana oturdu. Zaten, Kemalizm için küçük burjuva ideolojisi olduğu belirlemeleri de sıkça yapıldı. Ara tabakaların her ülkede düzenle ve devletle olan bağı bilinmektedir. Ama Türkiye’de küçük burjuvazi bir adım daha ötededir devlete, tapınma ölçüsünde bağlıdır. Küçük burjuva günü yaşar, onun bütün yönelimlerini günlük çıkarlar belirler ne geçmiş ve ne de gelecekle bir bağı vardır. Kemalizm’in uyguladığı devlet kapitalizmi onun günlük çıkarlarına denk geldiğinden, ekonomik olarak ve ruhen temelsiz olan bu sınıf, “ulusallık” adına yapılan her ajitasyonla da etki altına alınarak tam bir devlet kulu haline getirilmiştir. Bir devlet partisi olan CHP, en çok bu kesime dayanmıştır. Özellikle kent küçük burjuvazisi üzerinde devletin hakimiyeti hala güçlüdür. Kent, Kemalizm’in egemenlik alanıdır. Kent, uygarlık adına kırın aşağılanmışlığı, işçi sınıfı ile köylülük arasındaki bağların koparıldığı bir merkezdir. Türk küçük burjuvazisi, Kemalizm’in egemenliği altında biçimlendirilen bütün sınıf ve katmanların karakter çizgilerinin kesiştiği bir yapılanmayı ifade eder. Bu açıdan hepsinin özelliklerini taşır ama hiçbirisi de olamaz. Silikliği, barbarlığı, duygusallığı, çıkarcılığı sahte böbürlenmesi vd. özellikleri kaynağını buradan alır… O, asla devlete karşı tek söz etmeyi aklına bile getirmez veya muhalefeti en fazlasıyla hükümetler düzeyindedir. O da korkakça bir iki söz etmekten öteye gitmez. Bu sınıfın diğer hiçbir sınıfla uyumu yoktur ama özellikle 1970’lerde sahte pehlivan olarak ortaya çıkışında da görüldüğü gibi, kendisini işçi sınıfı ve köylülüğe önderlik katına yükseltme “becerisine” de sahiptir. Her türlü ideoloji bu sınıf içinde yer bulabilir. Bu sınıf, devleti karşısına almamak şartıyla, “sosyalist” de olabilir, faşist de, İslamcı da. Ancak bunlardan hangisi olursa olsun, şovendir. Aslında bu sınıf ve bireyi, yurt ve tarih bilincinden yoksundur. Çoğunlukla memur, küçük işletmeci vs. olduğundan toprakla ve toplumsal üretim ile bir bağı yoktur. Onda ne yurt sevgisi ve ne de yurttaşlık bilinci vardır. Köksüz Türk esas olarak bu sınıfta anlamını bulur. Ulus adına sahte naraları, böbürlenmeleri, devlete sarılması, ruhunda yaşadığı büyük aşağılık kompleksi bu nedenledir. Bu sınıfa ait birey, öylesine yalnızlaştırılmıştır ki, kendi yalnızlığında bile büyük boşlukları yaşar, hiç bir zeminle, hiçbir kesimle, hiçbir kimseyle uyum sağlayamaz. Daima çatışmalıdır. O nedenle, özellikle devrim adına hareket ettiğinde, iddiasının tersine dağıtıcı ve bozguncu bir rol oynar. Uzaydaki göktaşları gibi boşluktadır ama devletin çekim kuvveti altındadır. Devlet hepsini tek tek kendine bağlamıştır. Kendi aralarında ve başka sınıflar içinde her ne kadar dağıtıcı, itici ve bozguncu bir rol oynarlarsa, devletin bir çağrısıyla da o ölçüde bir araya gelir, daha doğrusu devlet tarafından örgütlenirler. Buna, çobanın kavalıyla toplanan sürü örneği verilebilir. Ama burada çoban, yani devlet, çoğu kez sopayı kullanır, çağrısına uyulan ses ordunun sesidir. Bu sınıfın “yurtseverliği”, “duygusallığı”, “hümanizmi” vs. yalandır, baştanbaşa sertlikle örülmüştür kişiliği tersinden bir yansımadır. Gerçekte çıkarları için satamayacağı hiçbir değer olmadığı gibi, yapamayacağı hiçbir despotluk ve katılık yoktur.
“Aydınlan” bu kategori 4çine almak mümkün, ancak Türk aydınının Kemalist kişiliğin topluma hakim kılınmasında unutulmaması gereken bir öncülük rolü vardır. Ve “aydın” bu role sahip çıktığı oranda daha da sığlaşmış, körleşmiştir. Tabii ki topluma taşırdığı da kendi körlüğü olmuştur. Türk aydınını tanımlarken devlet fideliğinde yetiştiğini ve halkla hiçbir bağının olmadığını belirtmiştik. Bu “aydın” en halkçı olduğu zamanda bile, ruhunda asla halkla bağı duyamayan ve ondan hep kaçan bir tiptir. Zaten Türk aydınının en karakteristik özelliği de sürekli bir kaçağı oynaması, fakat en çok da kendisinden kaçmasıdır. Kaldı ki, bu “aydın” halktan koptuğu oranda kendisini “uygar” ve “ileri” sanır. Halk onun gözünde her zaman terbiyeye muhtaç ve kendisini (yani aydını) asla anlayamayacak bir zavallılar sürüşüdür. O, halktan korkar ve halkı aşağılar. Türk “aydını”™ tanımlamak açısından onun Türkiye toplumuna ne kazandırdığını sorgulamak gerekir.
Aydın, bilimsel cesaretin ifadesi olan insandır. O, bilime dayanır ve toplumsal dinamiklere dayanarak bilimin ışığı ile gelişmenin yönünü gösterir, hatta ölümü pahasına buna öncülük eder.
Aydın ulusal ve dünya tarihinin ortak değeridir. Onun çağdaşlığı evrenselliğinde ve ulusallığı ise tarihten süzülen birikimlerin ortaya çıkardığı bir değer olmasındandır.
Sadece bu kısa belirlemelere vurulduğunda bile, genel olarak Türk “aydını” ve özellikle de Cumhuriyet aydınının tam tersi özellikler sergilediği görülür. Cumhuriyet aydını sadece ve sadece Kemalizm’in bir yansıması olmuştur. Bilim, edebiyat, sanat, devletin resmi kurumlarının içinde üretildiğinden, aydına düşen memurluktan öte bir rol değildir. Türkiye’de “aydın” devletin bir memurudur. Fakat bu memurluk, sıradan devlet memurluğunun ötesinde bir rolle yükümlüdür. Bu nedenle de/tehlikeli bir konumu vardır. Türk aydını bilimin taşıyıcısı ve üreticisi, edebiyat ve sanatın üreticisi değil, Kemalizm’in ajanı •rolünü üstlenmiştir. Resmi ideolojiyi “aydın” kadar kendi ruhunda ve eyleminde içselleştiren bir kesim daha yoktur. Bu bakımdan “aydın” sahibinin sesidir. Kemalizm’in resmi tarih anlayışı, onun da bakış açısı çağa, güncele, dünya halklarına ve halka yaklaşımı Kemalizm’in yansımasıdır. Bütün bunlara bakıldığında, ortada “aydın” diye bir şey kalmamaktadır. Kemalizm’in kişiliksizleştirme politikasının en yoğunlaşmış biçimi olarak vücut bulmuştur Cumhuriyet “aydını”. Kör ve sağır “aydın”, elbette ki üretici olamaz. O, her zaman halk denizinin kenarında dolaştığından, ürün diye ortaya çıkardığı roman, şiir vb. edebiyat eserleri de aynı sığlık içindedir. Sadece uzaktan bir bakıştır, halkın ruhunun derinliklerinin yakalanması, orada bir buluşma yoktur. Güzel sanatlar alanında da bu böyledir.
Halkla bağları olmayan, ruhen ondan çok uzak “aydın”, bilim üretme ihtiyacını duymaz. Bilim ne için üretilir? Eğer halk için üretiliyorsa ilerici bir rol oynar ve tarihsel ataklığı ortaya çıkarır eğer egemen sınıf içinse burada memurluk ortaya çıkar ve o noktada “aydın” cesaret değil, korku üretir. Türk aydını korkunun esiri ve üreticisidir.
Burjuva aydınlarını “sağ” ve “sol” aydın kategorilerine ayırdığımızda, “sol” aydının biçimlenişinde Kemalizm’le birlikte reel sosyalizmin de önemli etkileri olduğu görülür. “Sol” aydın, Kemalizm’in “solu olarak sosyalizme yöneldiğinde, doğal olarak reel sosyalizmle buluşuyor. Reel sosyalizm Türk “aydınının ruhu ve eylemiyle tam bir uyum gösteriyor. Bu sol için bu kez de Moskova, Çin veya Arnavutluk gibi merkezler Kabe haline geliyor. “Sağ aydın” özellikle ABD’yi Kabe seçerken, “sol aydın” sosyalizmi seviyor ama onu hiç anlamıyor. Bu kez de sosyalizm, “aydının kafasındaki kasket oluyor. “Sol aydın” halkçı olmak istiyor. Bu istek onun sosyalist olmasını gerektiriyor. Ama daha düne kadar nasıl ki Kemalizm’in memurluğunu yaptı ise, bu kez de sosyalizmin memuru olmaktan öteye geçemiyor. Türk aydını ister “sağ”, ister “sol” yelpazede yer alsın, ideoloji komprador karakterini aşamıyor. Kompradorluk, üretmeden, aracı rol oynayarak pazarlamak demektir. Türk “aydını sosyalizmi pazarlıyor, faşizmi pazarlıyor, emperyalizmin kültürel ajanı olarak yine pazarlamacı rol oynuyor. 1945’ler sonrası ABD hayranlığı Türk “aydınımın dili ve kalemiyle topluma yayılıyor. Ve bu “aydın” ister “sağ”, ister “sol” olsun sonuçta yine devletle buluşuyor. Ordunun emir-talimat düzenine en başta uyan kesim oluyor.
Elbette ki, bu tanımla az çok çatışma içerisinde olan, kendisini ve bu noktada da Kemalizm’i aşma çabasına yönelen namuslu aydınlar her zaman olmuştur. Bunlar çeşitli dönemlerde bireylerde de temsilini bulmuş olsa, önemi asla küçümsenemez.
Düşüncede, yaşamda, örgütlenmede ve eylemde toplumun en ileri kesimi olması gereken “aydın”, Türkiye’de bu halde olunca, en devrimci ideolojilerin bile Türkiye toplumuna yansıması elbette ki çok çarpık olacaktır. Türkiye’de siyasal akımlarda yaşanan dogmatizm, tarihsel kökleri çok derin bir olaydır. Dogmatizm, Türk egemen sınıfları ve onların izdüşümü olan “aydının kendisinde vardır. Çağı, tarihi, gelişmeyi kendilerinde donduran bu yapılar bütün toplumsal gelişmenin de önünü tıkamaktadırlar. Türkiye’de egemen sınıflarla birlikte, bu “aydın” da aşılmak-sızın, ileriye dönük hiçbir gelişmenin olması mümkün değildir.
Örgüt ve eylemde bir hiç olan Türk “aydını” esasta ideolojisizdir. Dili çok laf etmesine, ideolojiler adına çok konuşmasına rağmen, gerçek budur. Türk “aydını kendi beynini yaratmamıştır ve Türkiye toplumu için beyin olmamıştır. Hiç bir alanda hiç bir perspektifi olmayan bu “aydını bir adim ötesini görmesi ve çözüm olması mümkün değildir. O, ancak, kulluk yapabilir, başkalarının düşüncelerinin pazarlayıcısı olabilir.
Türk “aydınının bu özelliği en belirgin biçimde askeri darbeler sırasında ortaya çıkmaktadır. Kemalist diktatörlük süresince, M. Kemal’in emir ve talimatlarına göre işlev gören, birkaç kişi dışında tümü feslim alman “komünistler” Kemalizm’in kadrosu olarak çalışan sözde “aydın”, uydu kişiliğini 1960, 71 ve 80 askeri müdahalelerinde de göstermiştir. Ordunun ayak sesleri duyulur duyulmaz kendisini tutukluluk koşullarına göre bavuluna kadar hazırlayan ve teslim olma kuyruğuna giren bir “aydın” tipi, dünyanın hiçbir yerinde görülmemiştir. Burjuva politikacısından, sendika temsilcisine, üniversite profesöründen solcu geçinene kadar tümünün sergilediği karakter bu oldu. V. Nedim Tör, 1930’lu yıllarda korkusuna teslim olunca, örgüt arşiviyle birlikte devlete teslim olması adeta zorunlu olmuştu. Görülüyor ki, bu salt V. Nedim Tör’ün büyük korkusunun sonucu değil. Türk “aydını ve özelde de “sol aydın” korkuyu yüreğinde bekliyor, korkuyu yaşıyor, korkuyu üretiyor. Korkunun kaynağı ise, ne olursa olsun “aydının kendisi olmamasıdır. Bu nedenle, savunuyor göründüğü düşünceye ve sınırlı eylemine bile sahip çıkamıyor. Siyasete soyunduğu zaman ise, aslında yenik olarak başlıyor ve yenilgiyi her gün biraz daha büyütüyor. Ordunun ilk düdük sesinde, adeta oynadığı oyunu bırakarak sahibine koşuyor. Bu “aydın” kendisinden her zaman memnun oluyor, pişman olduğu zaman bile memnunluk gösteriyor. Hangi konuma girerse girsin “doğru yolu” bulduğunu iddia ediyor. Cumhuriyet tarihi boyunca yazılmış “pişmanlık dilekçeleri” buna örnektir. “Aydın” bu özellikleri gösterirken, kendisini kandırıyor. Bütün dünyaya, herkese, her şeye “eleştirel” bakıyor. Ama kendisine asla bakamıyor. Bu aydının kendi içine dönük gözü yok. İçini göremediği, dünyaya kendi karanlığından baktığı için ruh zenginliğine, halk sevgisine, insanlık sevgisine her zaman yabancı kalmaya mahkum oluyor. Aydının esas mahkumiyeti kendi iç karanlığıdır.
12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi, Türkiye toplumuna adeta bir turnusol kağıdı oldu. Bütün sınıflar ve kesimler tarihi sınava tabi tutuldu ve görüldü ki, Türkiye, Türk ordusu tarafından teslim alınmış bir mahkumun konumunu yaşıyor. En güçlü görünen sosyal ve siyasal örgütler bile, aslında bir hiç, bir yanılgıdan ibaret. Hiçbir sınıf kendisini yaşamıyor, kendi çıkarlarını formüle etme, onlar uğruna güç olma yeteneğine sahip olamıyor. DİSK sözde en güçlü nitelikte işçi sendikasıydı, 12 Eylül sabahı tabelası da dahil ortada hiçbir şeyi kalmadı. Askeri faşist darbeye karşı tek bir işçi eylemi bile görülmedi. Dev-Yol ,”sol” içinde kitlesel tabam en yoğun olanıydı ve daha birçok devrimci örgüt vardı. 12 Eylül sabahı cuntaya karşı tek bir kurşun sıkılmadı. Örgütlülüğü geliştirmek bir yana, örgütsel tasfiyecilik egemen oldu. Avrupa’ya ve yurtdışındaki diğer alanlara çıkanlar kısa sürede amaçlarından vazgeçtiler, sıradan insanların bile gerisine düşerek cuntanın affını bekler oldular. Direnmede kararlı olduklarını söyleyenler ise, bunu pratiklerinde kanıtlamada yeterince başarı sağlayamadılar. En solcusundan en sağcısına kadar basın mensupları ise, 12 Eylül sabahı cuntaya övgü dizdiler, kalemlerini bunun için kullandılar. “Sol aydın” cunta karşısında “sağ aydın” kadar bile olamadı. Çok daha yenik, korkak ve teslimiyetçi bir ruhu sergiledi. Bilim ve aydın yuvası olması gereken üniversiteler, 12 Eylül sabahı cuntanın hizmetine girdiler. Profesörler cüppeleriyle Evren’i kutlamaya koşup, Evren’e “fahri profesörlük” unvanları vererek, gerçekte sırtlarındaki cüppenin de kime ait olduğunu gösterdiler. Basını, üniversitesi, sendikaları, demokratik örgütleri ve partileriyle Türkiye’nin gerçek söz sahibinin ordu olduğu, her şeyin ona tabi olmak zorunda olduğu artık en uç noktada gözler önüne seriliyordu. Ortada hiçbir örgüt, hiçbir kuruluş, hiçbir sınıf, hiçbir birey yoktu, yok olmuştu. Sadece emir ve komuta zincirine bağlanmış bir toplum vardı. Korku toplumu öylesine teslim aldı ki, düzenin sahipleri bile toplumun psikolojik çözümlemesine ihtiyaç duydular. Psikologlar tarafından sokaktaki vatandaşın ruh hali incelendi. Resmi kıyafet giyinmiş herkes karşısında esas duruşa geçen bir toplum ve birey gerçeği itiraf edildi. 12 Eylül rejimi, bu toplum ve birey üzerinde her türlü oyunu oynadı. Döviz için dünyanın dört bir tarafına sattı, ağzındaki lokmasına kadar sömürdü. Okulları, devlet dairelerini, fabrikaları birer askeri kışlaya çevirdi. Basını, üniversiteleri faşizmin propaganda papağanları olarak kullandı. Partiler kurdu, partiler kapattı. Cezaevlerini mezbahaneye çevirdi, Kürdistan’da en vahşi saldırıları düzenledi. Hak verdi, hak aldı. Anayasa yaptı onaylattı. Şarkıcılara özel besteler yaptırdı, yazarlara romanlar yazdırdı. TV’de pişmanlık dilekçeleri okuttu, 18 yaşını doldurmamış gençleri astı. Miting alanlarında Kur’an’dan sureler okuyup liberalizmi bunun yanına koydu, laiklikten söz edip tarikatlar örgütledi. Zam üstüne zam yaptı. İşsiz sayısı milyonları buldu. Ailenin kutsallığı ve ahlak üzerine nutuklar atılırken sokaklarda sadece kadınlar değil erkekler de pazarlandı. İslam ülkelerinin liderliğine oynamaktan batı değerlerinin temsilcisi ve doğuya karşı savunucusu kesilmeye kadar her yol denendi. Orta Asya kapıları aralanmaya çalışıldı. MHP’liler cezaevine konulup Turancılık hülyası devlet politikası haline getirildi-Hem imam olup, hem ayyaş olmak resmi bir politika oldu. Özal ailesi bunun en somut örneği idi.
Bir kimlik bunalımından sıkça bahsedilmeye başlandı. Türkiye nasıl bir ülkeydi? Doğu da mı batıda mı? Türk bireyi var mıydı? Nasıl bir tipti?
İşçi sınıfı ancak 1980’li yılların sonlarına doğru aç olduğunu söylemeye başladı, söyleyiş tarzı ise dünyada görülmemiş bir biçimdeydi. Bıyığının yarısını keserek, saç kazıtarak, yalınayak yürüyerek, viziteye çıkarak yaptığı pasif protesto eylemleriyle ancak aç olduğunu söyleyebiliyor, formalite boşanma davaları açarak, çocuklarını satılığa çıkararak “kutsal ailenin sefaletini göstermeye çalışıyordu. Ama gerçekte bu “eylem biçimleri” konuşan bir işçi sınıfının değil, konuşma gücü kalmamış bir işçi sınıfının bazı el kol hareketleriyle derdini anlatmaya çalışmasından öteye gitmedi. Yani adına işçi eylemleri denilen hareketler, sağır ve dilsiz hale getirilmiş bir toplumda en devrimci sınıfın hiç de iç açıcı olmayan durumunu kanıtlıyordu.
Ne var ki, sınıf adına yapılan bu bir takım “mimik” hareketleri bile, rejimi ürküttü. Özellikle Kürdistan’daki gelişmelerin boyutlandığı 1984’ten sonra, Türkiye işçi sınıfının bir kimlik kazanma mücadelesine yönelmemesi için, başta işçi sınıfı olmak üzere toplumsal muhalefeti devlet kanalına akıtmaya devam etmek için “soldan kanallar oluşturulmaya hız verildi. Yenik ve teslim alınmış “sola bir kez daha devleti güçlendirme görevi verildi. Toplumda iki şey körüklendi: Birincisi şovenizm, ikincisi cinsellik. Edebiyat, sanat, spor, basın, vs. her şey bu iki şeyi körükleme işlevini gördü. Bu, toplumun ve bireyin düşürülebileceği son noktadır. Artık bundan öte bir düşürme noktası kalmamıştır. Toplumdaki intiharların hızla artması, toplumsal bunalımın ulaşmış olduğu boyutu, bireyin varlık amacını sorgulayışını ortaya koyan bir durumdur. En uç noktadaki bu örneklemeler bile bir çözüm arayışını ortaya koymaktadır. Mevcut yaşam biçiminin ölümden bin beter olduğunu gören birey, kesinlikle bir yol ayırımındadır. O artık ya bir çözüm gücü olacaktır, ya da yaşamını kendi eliyle sonuçlandıracaktır. Bir toplum topyekun intihar yoluna gidemeyeceğine göre, bu nokta artık çözüm üretme noktası eski ölü yapının aşılması ve yeni bir doğuşun başlangıç noktasıdır.
a) Türkiye Tarihi
1- Tarih Anlayışımız
İçinde yaşanılan sorunlar yumağını çözebilmek Türk egemenlik sisteminden-siyasete, ideolojiden örgütlenmeye, kültürden sanata, felsefeden mücadele anlayışına kadar her alanda bir kopuşu sağlayarak geleceğe emin adımlarla yürüyebilmek ve toplumumuzu devrimci bir alt üst oluşla demokratikleşme sürecine sokabilmek için temelinde demagoji, amansız bir karşı-devrimci şiddet olan tüm çarpıklıkları bir bir gözler önüne seren doğru devrimci bir bakış açısına sahip olmak en temel görev olarak karşımıza çıkmaktadır.
Soruna bu diyalektik ve tarihsel materyalist bakış açısıyla yaklaşıldığında, Türk toplumu açısından, mevcut ulusal gerçekliğe biçim veren tüm faktörleri ortaya koymak ve tarihsel-toplumsal gelişim içinde halkımızla uzaktan yakından hiçbir ilişkisi olmayan ne varsa açığa çıkarıp mahkum etmek esas olmalıdır.
Bunun için de en başta, bugün toplumumuzun üzerinde hakim kılınan ve ona yabancı bir ruh veren, bir anlamda da onu alıklaştırarak geçmişini karartan ve geleceğe yönelik bir bakış açısı edinmesini engelleyen egemen tarih anlayışını, beslenerek semirdiği geçmişin karanlığına gömmek gerekir.
Bu yaklaşım, toplumumuzun belleğini, gerçek dışı bilgilerle doldurarak yabancılaşmayı egemen kılan hakim sınıfın ve onların etkisi altında kalan veya onlardan tam kopuşu sağlayamayan “sol” ya da “aydın” kesimlerin yanlış anlayışlarını eleştirmek, mahkum etmek demektir. Bu, aynı zamanda bunlara karşı -tarih anlayışlarını da esas alarak- konulması gereken devrimci tavrı ideolojik-politik düzeyde koyma anlamına da gelmektedir.
“İnsanlığın belleği” diye de nitelendirilen tarih, halklara gelişim süreci içinde yaratılan değerler üzerinde yükselen bir ruh kazandırır. Bu anlamda da, tarihe karşı yanılgılı yaklaşım, çarpıtmalara yalan ve demagojiye dayanan bir bakış açısı halkların belleğini kazımak, onları ruhsuz bırakmak demektir.
Bellek, tarihsel gelişim içerisinde şekillenen doğal ve toplumsal bilgilerin birikiminin üzerinde edinilen bilinçle, geleceğe yürümenin ön koşulu veya temelidir.
Bu da gösteriyor ki, tarihe karşı doğru yaklaşım sadece, birtakım yanlış, yanılgılı, çarpık anlayışları mahkum etmekle sınırlı kalmamakta aynı zamanda bir halkı, gerçek kimliğine kavuşturmak, ona yeni bir ruh kazandırmak ve belleğini kendi gerçekliği ile doldurmak anlamına da gelmektedir.
Gerek doğanın ve gerekse sınıfların, birbirleri üzerinde egemenlik kurma mücadelesi içinde yazılan insanlık tarihine, ruh verme ve bellek kazandırma gibi çarpıcı yanlarıyla yaklaşım, aynı zamanda Türk ulusal kimlik sorununu da gündeme getirmektedir. Çünkü bir halkın belleği ve ruhu aynı zamanda onun kimliğidir.
Egemen sınıflarca, adına destanlar yazılan, sözde bilimsel inceleme adı altında ciltler dolusu kitaplarla tarihsel geçmişi ele alınan bir ulusun, halen bir kimlik sorununun olduğu şeklindeki bir iddia, biraz garip ve aykırı gibi görülebilir. Ama bugünkü Türk ulus gerçekliğinin temelinde bir kimliksizliğin yattığı da somut bir olgudur.
‘ Eğer egemen sınıfların her döneme uygun olarak geliştirdiği ve topluma enjekte ettiği tarih anlayışı tek tek incelenirse, bu durum çok açık şekilde görülür.
Bu anlamda bir olgu olarak karşımızda duran ve mutlaka ilk elden çözümlenerek sonuca bağlanması gereken kimlik sorununa açıklık getirmek için şu sorulara yanıt vermek gerekir. -Türkler ‘in ülke kavramına bakışı nasıldır? -Hangi sınıf mücadelesi üzerinde ve hangi toprak bütünlüğü içinde tarih bilinci edinilmiştir?
-Türk egemenleri egemenlikleri süresince hangi toplumsal gelişmenin bilinciyle halka yaklaşmış ve halkta nasıl bir bilinç geliştirmiştir?
-Toplumsal gelişimi içerisinde Türkler ‘in uygarlık karşısındaki yeri nedir?
-Türk emekçi yığınlarında sınıf bilincini geliştirecek düzeyde bir sınıf mücadelesi yaşanmış mıdır?
Gerek egemenlerin tarih anlayışı ve gerekse devrimci bakış açısından bu sorulara verilecek yanıt, aynı zamanda tarih anlayışını da netleştirecektir.
Türk tarihsel gelişiminin anlatımı içinde de görülebileceği gibi, egemenlerin tarihi, daha sınıflaşmanın ilk topluluk ilişkilerinin belirtilerini içinde taşıdığı günden bu yana, önceleri topluluğa, sonraları da giderek halka karşı yabancılaşma, ondan uzaklaşma ve toplumsal gelişmeye öz dinamikler açısından hiçbir şey katmama aksine halkı da kendileri gibi toplumun öz değerlerine yabancılaştırma tarihidir.
Eğer dikkat edilirse, iç dinamiklerin gelişimi sonucu tarihsel süreci bugüne ulaştıran halklarda oluşan sınıf egemenlikleri, bir yandan yoğun bir baskı ve sömürü gerçekleştirirken diğer yandan da toplumsal gelişmeye önemli katkılarda bulunmuşlardır. Örneğin, dilin, sanatın, bilimin, felsefenin bir bütün olarak da öz toplumsal kültürün gelişmesinde sınıflı toplumların egemenlik sistemi önemli bir rol oynamış, hatta denilebilir ki bir ulusu tüm ulusal faktörleriyle tarihten günümüze taşıran temel öğe sınıf mücadelesi çerçevesinde devletin kuruluşuyla birlikte su yüzüne çıkmıştır.
Ama bu genel belirleme ne yazık ki toplumumuzun egemenlik sisteminde tersinden işlemiş, halkımızın adeta isminden başka bir özgün özelliği kalmamıştır. Özgünlük olayı toplumumuzda evrensel gelişim yasalarının iç dinamiklerinin gelişim seyrine bağlı olarak işlemesinin bir ifadesidir. Bu anlamda elbette yukarıda bahsedilen tersten işleyiş toplumsal gelişim yasalarına ters bir olay olarak değerlendirilemez. Ve bu tersliğin yorumu, tarihsel materyalizm ışığında yapılabilir.
Bu anlamda Türkler ‘de oluşan ülke bilinci nasıldır, sorusuna dönebiliriz.
Ülke, yani toprak bütünlüğü son biçimiyle ulusal yayılma alanı veya ulusal sınır, esas olarak kaynağını toprağa yerleşiklik temelinde güçlenen sınıf ayrılığında bulur. Ülke olgusu için bir bakıma toplulukların halklaşmasının temelidir de diyebiliriz.
Türklerde böyle bir olgu gerçekleşmiş midir? Eğer gerçekleş-tiyse bu nasıl olmuştur? Bu anlamda da Türk egemenleri ülke kavramına nasıl yaklaşmıştır?
Ülke, sınıflı toplumla ortaya çıkan bir halkın doğal yayılma alanı olduğu için egemenlik, yani baskı ve sömürü ilk önce bu topraklar üzerinde oluşan ezilen sınıflara karşıdır. Ve tabii ilk sınıf mücadeleleri de ülke toprakları üzerinde var olan sınıflar arasında geçer. Bu sınıf mücadelesi gerek egemen ve gerekse ezilen sınıflar arasında, egemenliği ya da çıkarları koruma, sürdürme veya egemenlikten kurtulma ve özgürlüğe ulaşma anlamında verilir, işte bu durum aynı zamanda ülke bilincinin gelişmesi anlamına gelir ki, yabancı saldırı ya da egemenliklere karşı direnişlerin temelinde de bu bilinç yatar. Tarihi gelişim içinde Türkler her ne kadar Orta Asya çıkışlı olarak değerlendirilirse de, o topraklan daha yurt bilinciyle sahiplenmeden, yani sınıflı toplumu yasayamadan, göçebeliği sürdürürken, avcılık, çobanlık ve savaşlar nedeniyle geniş topraklar üzerinde hareket ederlerken terk etmek zorunda kalmışlardır. Belki de bin yılı aşkın bir süre devam eden bu hareket Anadolu’da son bulmuştur. Bu son durağa geliş aşaması da bir başkalaşım sürecine tekabül etmektedir.
Bu başkalaşımın temelinde ürerimden kopukluğun, İslamiyet’le bütünleşmenin yarattığı ağır etki ve Anadolu’da yaşanan uygarlıkların gelişmişlik düzeyi aranmalıdır. Bu üç faktör ilk etkisini egemen sınıflarda göstererek bugün var olan tarih anlayışının temelini atmıştır. Bu temelde bir bütün olarak üretimden kopukluğun yarattığı gerilik, uygarlık tarihini sürekli olarak geriden takip etme ve bu geriliği talanla kapatma ruhundan ortaya çıkan asker-halk ya da millet olma gerçekliği, gerek Türk egemenlerinde gerekse halkında kendisine yabancılaşmayı koşullandırmıştır.
İşte bu olgular başta Türk egemenleri olmak üzere Türk halkında da yurt edinme ve ülke bilincine yaklaşımda bugüne kadar ulaşan çarpıp bir anlayışı geliştirmiştir. Bu anlayışa göre oluşan ruhsal yapı, üzerinde yaşanılan topraklarda bir değer yaratma ve bir kültür birikimi üzerinde uluslaşma sürecine girme yerine, uğranılan her alana yerleşilerek, sahiplenilen toprağı da bir talan, yağma alanı olarak görmeyi getirmiştir.
Eğer bugün Türkler ‘de ülke bilinci, yurtseverlik yerine sürekli olarak yayılmayı esas alan şovenizm gelişmişse, bu anlayışın kökleri anlatılan bu olgulara dayanır.
Ülke bilinci olmayan, buna bağlı olarak yurtseverliği hiç yaşamayan bir toplum objektif olarak ulus örgütlenmesinin tüm faktörlerine sahip olsa da ruhta ulusu, ulusal bilinci yaşayamaz. Eğer dikkat edilirse, bu tarihsel gerçeklik, kendi kendisini en açık bir biçimde egemen sınıfların tarih anlayışında dışa vurmaktadır.
Daha Tanzimat dönemine kadar, kendilerine özgü bir tarih anlayışından yoksun olarak yaşayan Türk egemen sınıfları, imparatorluk içinde yer alan Hıristiyan halkların kopma sürecine girmesi ye Batılı kapitalist toplumlarla geliştirilen (bağımlılık temelinde de olsa) ilişkiler nedeniyle, ulus gerçekliğimizle hiç de ilişkisi olmayan bir bakış açısıyla tamamen demagojik bir tarih anlayışı geliştirmeye çalışmışlardır.
İslamiyet’in kabulüyle birlikte kendilerini adeta birer Arap olarak gören, bunun için de “Kavm-i Necip” diye değerlendirdiği Araplığı adeta ruhunda yaşayan Türk egemen sınıfları, koşulların dayatması sonucu kendisindeki bu ruhu, bilinçli ve sistemli faaliyetlerle kitlelere mal etmeye, ülke bilincinden yoksun halkı yoğurmaya başlamıştır.
Böylesine etkinlik içine giriş, yani ilk resmi tarih anlayışının ortaya çıkışı “Osmanlıcılık” şeklinde kendisini göstermiştir. Ülke denilince Osmanlı egemenliği altındaki tüm topraklan, “halk” ya da ” millet” denilince aynı topraklar üzerinde yaşayan halkların tümünü anlayan Osmanlıcılık için Hıristiyan halkların kopuşu, kendi egemenlik alanlarının daralmasını engellemeye yönelik bir çıkıştan başka bir anlam ifade etmezken aynı zamanda da Türk egemenlerinin niteliğini ortaya koyuyordu.
Hakimiyet kurulan alanların, Hıristiyan halkların kopması nedeniyle daralması, gerçekten bir yurt bilincinden yoksun olan Türk egemenlerinde Müslüman halkları ve onların topraklarını elde tutmak için yeni bir akımın ortaya çıkmasına neden oldu. “Panislamizm” denilen bu akımla, “millet”, “halk” kavramları “Ümmet’le yer değiştirdi. Ülke tanımı da Müslüman halkların topraklarının tümünü kapsar hale getirildi.
Sınırlar daraldıkça ve her kopuş kendisiyle birlikte eski “ülke” ye “millet” bilincinin tüm temellerini yıkıp götürdükçe yeni bir tarih anlayışı yaratma ihtiyacı, Türk egemenlerini, bu sefer de göçebelik dönemlerinin yaşandığı topraklara ve göç yollan üzerinde oluşan ama tarih içerisinde kendilerine özgü bir gelişme göstererek farklılaşan Türk topluluklarına yöneltmiştir. Adına Turancılık da denilen Pantürkizm işte bu koşulların ürünü olmuştur.
Bölgeye geldiği andan itibaren var olan değerleri de kullanarak kendi dinamiklerinden kaynaklanan toplumsal özelliklerle Türk toplumunu geliştirip güçlendirme yerine, kendisine ve halkına yabancılaşmayı yaşamaya başlayan Türk hakim sınıfları için Turancılık dönemi, bir anlamda da olsa, içinde yayılmacılık, talan olgusunu da taşısa, bir bitişi ve kaçışı ifade eder.
“Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur!”, “Ne mutlu Türküm diyene” gibi sözlerde de somutlaşan bu kaçış, yeni bir anayurt ve millet anlayışına kaynaklık etmiştir. Ülke, Turan millet de Turan. Turancılık, aynı zamanda Türk yayılmacı anlayışının ilk kez uyduruk bir biçimde ve gerçekleşmesi hayal de olsa açık olarak ırk temeli üzerine oturtulması anlamına gelir. Diğer bir yorumuyla Turancılık, Anadolu Türk egemenlerinin diğer halklar üzerinde, talan, yağma yapma olanağını yitirmesinin sonucu olarak, akraba halkların üzerinde oluşturmak istediği egemenlik ideolojisinin adıdır.
En son olarak, fiili yayılma alanlarının Misak-ı Milli ile sınırlandığı dönemle birlikte Kemalizm, ülke ve ulus anlayışına yeni boyut getirerek, “tek ulus, tek pazar” esprisi altında Kürdistan’ı kesin bir biçimde ülke ve halk olarak tarihten silmeye yönelerek yeni bir ulus, yani Türk uluslaşması yaratmak istemiştir. Türkler ‘de ülke bilincinde ve millet anlayışında yeni bir dönemi başlatan Misak-ı Millicilik, bugünkü Türk ulusal gerçekliğinin temelini oluşturmuştur.
Cumhuriyet, aynı zamanda verilmek istenen tarih bilincinin tüm yönleriyle topluma bombardıman edilerek, gerçek tarihten kesin kopuşun yaşatılmak istendiği dönemin adıdır.
Bu dönemin tarihi, Türk anayurdunu, Anadolu ve Kürdistan bütünlüğü ile birlikte ele aldığı için, bu topraklar üzerinde tarihten bu yana yaşayan tüm uygarlıklara Türk sıfatı takılmıştır. “Güneş-Dil Teorisi”nde en özlü ifadesini bulan bu tarih anlayışına göre, Mezopotamya uygarlıklarının bir kısmı da Türk’tür. Bu tarih anlayışının çarpıttığı temel konu sadece ülke anlayışına yaklaşım değildir.- Bir bütün olarak Türk ulusal şekillenmesinin temel karakterlerini de çarpıtma esas alınmıştır. Buna göre Türkler ‘in ulusal şekillenmesinde önemli bir role sahip olan talan olgusu sıradan bir özelliğe indirgenmiş bunun yerine değer üretme ve geliştirme sahte bir biçimde öne çıkarılmıştır. Yine Türk toplumsal gelişmesinin ve bu gelişmenin çağla olan ilişkisinin zorunlu bir sonucu olan asker-ulus olma özelliğinin, gerek Türk toplumu gerekse genel uygarlık açısından oynamış olduğu gerici rol reddedilerek bu özelliğin Türkler ve uygarlıklar açısından ilerletici, güçlendirici bir role sahip olduğu tezi demagojik bir biçimde öne çıkarılmıştır. Diğer yandan, bu tezle kaynağını talan ve yağmadan alan ve korkunç bir yayılmacılıkla bütünleşerek beslenen halklar düşmanlığı, şovenizm gibi temel ulusal özellik gerçeği yok sayılarak, bunun yerine “Mazlum halklara kardeşlik, hoşgörü, dostluk” gibi gerçekle hiçbir ilişkisi olmayan özellikler öne çıkarılmıştır. Bununla da yetinilmeyerek devlet tanımına sınıflar üstü bir içerik kazandırılmış ve sözde “milli” bir nitelik verilmiştir.
Tarihe böylesine çarpık ve uyduruk görüşler çerçevesinde bakan Türk egemenlik sistemi, bu özelliğini sadece emekçi halklara taşırmakla kalmamış, toplumsal dönüşüm süreçlerini, üstlendikleri ideolojik bayraktarlıkla ya da bilinç taşıyıcılık görevleriyle zorlayan veya zorlaması gereken aydınlara da yedirtip sindirtmiştir.
Bu anlamda da, başlangıçta Türk aydını, sonradan Türk “solu”, egemen tarih anlayışını eleştirmek ve yerine yeni bir tarih” anlayışını koymak şöyle dursun, adeta onun bir kopyası, toplumu alıklaştırmak için kullandığı önemli bir aracı haline getirmiştir.
Feodal devlet egemenliğinin karşıtı olarak, onu ret temelinde bağımsız bir gelişme göstermeyen, aksine, devletin sunduğu olanaklar çerçevesinde ve onun kurumları içinde yabancı kapitalizmle işbirlikçilik temelinde ortaya çıkan burjuva gelişme, kendisine uygun işbirlikçi, devlet egemenliğinin sürdürülmesini güvence altına alan bir aydın tipi ortaya çıkaracaktı. Zaten, Türk aydın gelişmesinin temeli de bu koşullarda oluşmuştur. Eğer dikkat edilirse, Osmanlı egemenliğinin resmi tarih anlayışını geliştirme süreci ile aydının ortaya çıkış süreci çakışmaktadır.
Bu şekilde bir çıkış temeline sahip olan aydın, konuştuğu dilinden olay ve olgulara bakış açısına, tarihe yaklaşım konusuna kadar tamamen halktan, emekten, üretimden kopuk bir karakterde geliştiği için, kulluğuna soyunduğu devlete yaranma temelinde bir yaşam felsefesi oluşturmuştur.
Bunun için de, gerek Osmanlıcılık gerek İslamcılık ve gerekse Turancılık Türk aydınında tarihe, topluma ve diğer halklara bakış açısı olmuştur. Türk aydını, Osmanlı egemenliğinden hiçbir şekilde ayırıcı bir özellik taşımamıştır.
İttihat ve Terakki sürecinin sonlan ve imparatorluğun fiilen dağılma dönemi, Türk solculuğunun da sahneye çıktığı bir dönem olmuştur.
Daha ilk çıkışında kendisine “sosyalist”, “komünist” diyen bu yeni oluşum, yani Türk sol hareketi, teorik düzeyde doğa ve toplum olaylarına bakış açısı olan diyalektik tarihsel materyalizmi kendisine “rehber” edindiğini söylerken ve örgütsel düzeyde oluşturulan programında geleceğe yönelik tespitleri soyut genel kuramlar düzeyinde dile getirirken somuta ilişkin olarak, tarihsel gelişim içinde Türk egemenleri ve “aydınlarının şekillendiği ruhsal yapılan, hayatın her alanına hükmeden bakış açılarının çerçevesini bir türlü aşamamıştır. Bu çevrelerin “sol” bir görüntüsü olmaktan öteye gidememiştir. Gerek tarihe bakış ve gerekse geleceğe yürüyüş konusunda Türk emekçi sınıflarına yeni bir perspektif sunamamıştır.
Eğer dikkat edilirse, Türkiye “sol” hareketinin ortaya çıkış koşulları Turancılığın iflas ettiği, yani uygulanabilirlik olasılığının ortadan kalktığı ve yayılma alanı olarak elde yalnızca Kürdistan’ın kaldığı dönemde Kemalist iktidarın maddi zeminini yaratan olguların bir arada olduğu dönemde ortaya çıkmıştır. İşte bu koşullarda ortaya çıkan ve egemen sınıf anlayışlarından bir kopuşu yaşayamayan Türk solu, Kemalizm’in sol kolu olarak ülke ve tarih bilincini Misak-ı Milli temeline oturtmuştur. “Sol” daha ilk çıkışında ne bir ülke ve ne de bir ulus bilincine sahiptir. Sınıf bakış açısı yoktur ve bunu bir yaşam tarzı olarak içselleştirmiştir. Kemalizm’in sınıflara bakış açısıyla da çakışan bu yapısıyla “sol”, esas olarak Türk toplumunun belleğinin silinmesi ve geleceğinin kararmasına hizmet etmekten başka bir işleve sahip olmamıştır.
Gelişim seyri içinde, devletten en çok koptuğu dönemde bile geleneksel Türk solu, yaşamının her alanında farklı düzeylerde de olsa, halkın değil devletin umut kapısı olmaktan kendisini kurtaramamıştır. Gerek aydın ve gerekse sol açısından utanılacak bir durum olan bu gerçeklik, ne yazık ki bugün Türkiye’de “aydın”, “sol” çevreler içinde egemen bir kültür oluşturmuştur. Elbette durum böyle olunca, yani sadece egemen sınıfların değil, .aydınların ve solun da tarih bilinci bu şekilde ortaya çıkınca bugün Türk toplumu için mutlaka edinilmesi gereken ülke ve ulus bilinci, bununla koşullandırarak devrimci bir zemine oturtacak tek bakış açısı olan bilimsel sosyalist ideolojiye her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Bu ideoloji, sadece tarihe bakış bilincinin değil, aynı zamanda ulusal değerlere karşı yaklaşımın ila bir ölçütü olacaktır.
Bundan dolayı da, gerek Türk egemenleri ve gerekse onların egemenliklerinin payandası olan “aydın” ve geleneksel “sol”un halkımızı -bilinçli veya bilinçsiz- tarihsiz bırakma çabalarına ortak olmamak için, sınıfsal bakış açımızın projektörlerini tarihsel gelişime çevirmemiz gerekmektedir.
Her halkın ya da ulusun tarihini, o tarihin nasıl yazıldığını iril elemek için mutlaka her döneme denk düşen üretim biçimini, hu temel üzerinde yükselen sınıflaşma ve aralarındaki mücadeleleri her döneme karakteristik özelliğini veren çevre koşullarını tüm yönleriyle açığa çıkarmak ve büyük bir dikkatle incelemek gerekiyor.
Doğru devrimci bir bakış açısıyla incelenecek olan bu özellikler, sadece dünü tüm çıplaklığıyla gözler önüne serip bugünü anlamak için değil, aynı zamanda geleceğe yönelmenin sağlam bir temelinin atılması için de ele alınmalıdır.
İşte bütün bu anlatılanların ışığında, bilimsel tarih anlayışıyla Türk toplumunun gelişim özellikleri, bugünü aydınlatan yanları öne çıkarılarak incelenecektir.
T.D.Y.G
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info