24 Temmuz 2010 Cumartesi Saat 06:43
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
Devlet yetkilileri yıllarca Kürt sorununun nedenlerini
ekonomik ve sosyal geri kalmışlıkla ilişkilendirdiler. Hala da ilişkilendirmeye
çalışıyorlar. Bu iddiayla, Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde, 1925 ila 1937 arası
dönemde, doğu ve batı illeri veya Kürtler ile Türkiye’nin geri kalanı arasında
ciddi bir ekonomik ve sosyal farkın olduğunu da ima ediliyor. Oysa gerçeklik
öyle değil.
Yıkılan İmparatorluğun kalıntıları ve uzun süren savaşlardan
dolayı tüm Türkiye ciddi bir yokluk içindeydi ve feodalizmden kapitalist
sisteme geçişin sancılarını çekiyordu. Kısacası Türkü, Kürdü, Arabı, Çerkezi,
Ermenisi ve Süryanisiyle hiç kimsenin bir diğerinden ekonomik ve sosyal alanda
ciddi bir farkı yoktu. Ama yine de Kürt sorunu vardı ve bir ayaklanma
halindeydi.
Sosyal bir olgu olarak anlaşılması güç olan, kısa bir süre
öncesine kadar Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Maraş’ta, Urfa’da, Sakarya’da
emperyalist saldırılara karşı omuz omuza çarpışan, duygudaş iki toplum nasıl
oldu da emperyalist saldırılar bertaraf edilip, Cumhuriyet kurulduktan sonra bu
şekilde karşı karşıya gelebildiler? Sorunun kökeninin sosyal ve ekonomik geri
kalmışlıkla izahı mümkün görünmüyor. O zaman soruna bir de siyasal açıdan
bakmak gerekiyor.
Türkler, Anadolu’ya girdikleri ve devletleştikleri her
dönemde Kürt aşiretlerinin özerk yapılarını tanıma suretiyle, Selçuklulardan
başlayıp Osmanlı İmparatorluğuna kadar her dönemde Kürtlerin desteğini almayı
başardılar. Bin yılı aşkın devam eden bu ilişki ve dayanışma Osmanlı
İmparatorluğunun son dönemlerine, 1800’lü yılların ortalarına kadar devam etti.
Bu dönem tam da Fransız devriminin tüm dünyada ulusal kurtuluş rüzgarlarını
estirdiği dönemdi. Feodalizmin en önemli mevzilerinden biri olan Osmanlının
bundan etkilenmemesi beklenemezdi. Osmanlı dış saldırılardan daha çok içerdeki
ayaklanmalar karşısında zorlanmaya ve her geçen gün gerilemeye başladı. Fakat
en önemlisi savaş ganimetine dayalı şekillendirilen İmparatorluk ekonomisi,
artan iç savaşlar yüzünden dış fetihler ve istilalar yapamamaktan, kendini
finanse edememeye başlamıştı. Bundan dolayı da savaşın faturası Kürtler başta
olmak üzere tüm halka kesildi. Fakat sorun Kürtlerden veya diğer halklardan
vergi alımıyla sınırlı değildi.
Merkezi idareyle mahalli idareler arasında özerklik
temelinde bir devlet yapılanmasını esas alan Osmanlı İmparatorluğu, merkezi
idareyi güçlendirmek için Sened-i İttifak (1808), Tanzimat Fermanı (1839) ve
Islahat Fermanı’yla (1856) mahalli idarelerin özerkliklerini sınırlandırmaya
başladı. Bu fermanlarla birlikte mahalli idarelere vergi ve asker vermenin yanı
sıra, merkezi idarenin istemi doğrultusunda savaşa girme zorunluluğu
getiriliyordu. Merkezi otoriteyi daha da katı bir hale getiren bu fermanlar ilk
Kürt aşiret ayaklanmalarının doğmasına ve bugün Kürt sorunu diye tabir
ettiğimiz sorunun da başlamasına neden oldu.
Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı döneminde Kürt-Türk
ittifakı yeniden gelişti. Kurtuluş Savaşını da Mustafa Kemal bu ittifaka
dayanarak geliştirdi. Hatta Erzurum ve Sivas kongrelerinde Mustafa Kemal’in
Kürtlere ‘muhtariyet’ sözünü verdiği tarihi belgelerden biliniyor. Ki
Cumhuriyet’in ilanından hemen sonra bile Mustafa Kemal’in mahalli idarelere
‘muhtariyet’ verme fikrinde olduğu, Cizre komutanı Nihat paşaya yazdığı
talimatnamede ve İzmit’teki basın toplantısında gazeteci Ahmet Hamdi beye
verdiği beyanda mevcuttu. Fakat her ne olduysa Kürt sorunu veya etnik sorunlar
Fransız devriminin etkisi altında şekillenen Cumhuriyet döneminde de
çözülemedi.
Sorunun sürmesinin temel nedeni, ulus-devlet olma adına
Fransız merkezi üniter devlet modelinin şablonik bir şekilde Türkiye halklarına
dayatılmasından ileri geliyordu. Tekçiliği temel bayarak edinen üniter devlet
anlayışı, devlet organlarının tekliğinin haricinde siyasal ve sosyal açıdan da
topluma tekçiliği dayatıyor. Tek devlet, tek bayrak, tek vatan, tek dil, tek
kültür vb yaklaşımlar bellenen tek politika oldu. Oysa böylesi tekçi bir
siyasal yapı veya devlet şekillenmesi Türkiye gibi kültürler ve halklar mozaiği
olan bir ülkenin toplumsal dokusuna uygun düşmüyor. Tekçi ve redçi politikaya
en büyük direnişin Kürtlerden yana gelişeceği açık bir gerçektir. Bunun
aşiretsel yapının hala kendini koruyor olmasıyla yakından bağı var. Çünkü
aşiret gerçekliğinde değil bir halkın başka bir halka benzeşmesi, bir aşiretin
dahi bir başka aşirete benzeşmesi pek benimsenen bir durum değildir. Aşiret
gerçeğindeki bu direnişçi yön Kürtlerin yıllarca ayakta kalmalarının, hatta şu
an bile direniş halinde olmalarının temel nedenlerinden biridir.
Türk devletinin Kürt sorunun siyasal boyutlarını inkar edip
ısrarla sosyal bir sorun demesinin altında da aşiret kültürünü sosyal bir yapı
olarak şehir kültürü içinde eritmek ve bu sayede toplumdaki devlet alternatifli
siyasal boyutunun da ayaklarını yerden kesmek yatıyor. İşte bundan dolayı,
Kürtlerin köyden şehre göçüyle, obeze dönen şehirleşmeye bile devlet kayıtsız
kalabilmektedir.
Tarihsel ve sosyolojik gerçeklikler Türkiye’de tekçi bir
siyasal yapının mümkün olmadığını gösteriyor. Bunun ismi ister üniter devlet
olsun, ister ülke bütünlüğü olsun farketmiyor. Yapılanlar da ister
kırmızıçizgiler adına, ister hassasiyetler adına yapılsın sonucu değiştirmiyor.
Hiç önemli değil. Sonuçta şimdiye kadar ortaya çıkan realite, topluma tek
tipleşmeyi dayatan merkezi üniter devlet yapılanmasının Türkiye toplumsal
gerçekliğiyle uyumlu olmadığı ve şu ana kadarki toplumsal huzursuzlukların da
esas nedeni olduğu açıktır.
Bunun yerine tüm Türkiye halklarını kucaklayacak olan ortak
devlet, ortak cumhuriyet, ortak vatan ile yine üniter, ama herkesin kendi dil,
kültür, din gibi farklılıklarını da koruyabilmesine imkan sunacak başka bir
devlet yapılanması mümkün değil midir?
Ali Gündoğdu
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info