Kenan Evren liderliğindeki askeri faşist cuntanın, 12 Eylül 1980 yılında işbaşına gelmesinin 43. yıl dönümünde bulunuyoruz. Ortadoğu’da, Kürdistan ve Türkiye’de önemli siyasal gelişmelerin yaşandığı bir dönemde, 12 Eylül askeri faşist cunta rejimini doğru anlayıp, yorumlamaksızın meydana gelen bu gelişmeleri doğru tanımlayıp, buna göre kendini dayatan görevleri layıkıyla yerine getirmek mümkün değildir. Bu açıdan 12 Eylül askeri faşist rejimini birkaç temel noktada ele alıp değerlendirmekte yarar vardır.
Bu değerlendirmeye geçmeden önce işkencehanelerde, darağaçlarında ve zindanlarda, 12 Eylül askeri rejiminin topluma ve halklarımıza dayatmış olduğu karanlığa karşı, birer kıvılcım gibi çakan devrim şehitlerini saygıyla ve minnetle anıyor, bu değerli yoldaşları katledenleri ise nefretle lanetliyoruz. Onlar her zaman yolumuzu ve bilincimizi aydınlatan birer meşale oldular ve sonsuza dek hep böyle kalmaya devam edeceklerdir.
Bilindiği gibi 1970’lerde Önder Apo’nun liderliğinde gelişen Kürdistan Ulusal Kurtuluş Mücadelesi ve Türkiye’de 12 Mart cuntasından sonra gelişen Türkiye devrimci demokratik muhalefeti, Türkiye oligarşik rejimini birçok bakımdan zorlamaktaydı. Birçok yetersizliğine rağmen temel noktalarda zorlamaktaydı. Türkiye oligarşik rejiminin II. Dünya Savaşı’ndan sonra, ABD ile geliştirmiş olduğu çok yönlü ilişkiler bağlamı içerisinde bulunmaktaydı. Böylelikle hem ABD’nin Sovyetler Birliği karşısındaki ileri karakol rolünü oynama, hem de burjuvazinin çıkarlarını korumak için Demirel önderliğinde tam bir özel savaş geliştiriliyordu. Ancak bu özel savaş bilinçleri bulandırmaktan tutalım kapitalist kültürü geliştirme, toplumsallığı çözme, devrimci demokrat aydın ve sanatçıları katletme, işkenceyi geliştirme temelinde halklar üzerinde tam bir terör havası estiriyordu. Bu dönemde Türkiye’de birçok aydın, demokrat, devrimci bizzat kontr-gerilla tarafından katledildi ya da sakat bırakıldı. Birçok işçi grevi eylemi kırılmak istendi. Ancak buna rağmen ne Türkiye’deki devrimci demokratik muhalefet bastırılabilindi, ne de PKK hareketinin yükselişi durdurulabilindi.
PKK Önder Apo’nun önderliğinde 1970’li yılların başında bir ideolojik grup olarak ortaya çıktı, kısa süren ideolojik grup aşamasını tamamlayıp politikleşerek parti kimliği kazandı. Henüz ideolojik grup aşamasında iken Haki KARER yoldaş şahsında geliştirilen saldırı, PKK’yi daha erkenden kendisini savunmak zorunda bıraktı. Bununla birlikte Kürdistan’da gençlik, işçi, emekçi ve köylüler içinde yayılarak halklaştı. Bir taraftan örgütlenme çalışmalarını yürütürken, öte yandan sivil faşistlere, ajan şebekelere, aşiretçi feodal komprador güçlere karşı mücadele geliştirdi. Bir diğer taraftan da sosyal şoven güçlere karşı kendisini savunma mücadelesini yürüttü. Sözü ve pratiğiyle halk içerisinde taraftar bulan ve kadro gücüne ulaşan PKK, bir süre sonra Türk oligarşisinin dikkatini fazlasıyla çekmeye başlamıştı. Haki KARER, Aydın GÜL, Mahir CAN, Mehmet ECE, Hasan AYDIN gibi yoldaşlar katledilmesine rağmen, partileşme kararlılığında ilerleyen PKK’nin ilerlemesini durdurmak için bu kez 1978 Aralığında Maraş’ta, Kürt halkına karşı bir katliam geliştirildi ve bu çeşitli alanlarda da yaygınlaştırılmak istendi. Daha sonra da ajanlaştırılmış feodal komprador güçler, MHP, sivil faşistler ve reformist milliyetçi Kürt küçük burjuva güçleri bizzat özel savaş yönetiminin yönlendirilmesi ile partimize karşı harekete geçmişlerdir. Partimiz tüm bu saldırılara rağmen direnmesini ve kendisini savunmasını bilmiştir. Türkiye’de ise devrimci demokratik muhalefet çeşitli alanlarda darbelenmesine rağmen( Karadeniz, Ege, Akdeniz) genel olarak kendisini koruyabilmiştir.
12 Eylül askeri faşist rejimini sadece iç nedenlerle açıklamak şüphesiz ki yetersiz kalacaktır. 12 Eylül askeri faşist cuntasının işbaşına gelmesinin bir de bölgesel ve uluslararası nedenleri vardır. Bilindiği gibi 1980’li yıllara gelindiğinde artık kapitalist sistemde ciddi yapısal sorun ve bunalımlar baş göstermişti. Artık ithal ikameci politikaya dayalı sisteme son verilmek isteniyordu. Bunun yerine ihracata dayalı ekonomi politikası geliştirilmek isteniyordu. Meşhur 24 Ocak kararları alınmıştı. 24 Ocak kararları tümüyle uluslararası sermayenin çıkarlarının gerektirdiği bir programı ifade ediyordu. Bu programın özü; zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yapmaya dayanıyordu. Bunun için işçi örgütlenmelerinin dağıtılması gerekiyordu. Bu da baskıyı, tutuklamayı ve işkenceyi gerekli kılıyordu. Öyleki 12 Eylül darbesinden sonra dönemin TİSK Başkanı Halit Narin, işçi-emekçileri kastederek; “şimdiye kadar bizim anamız ağladı, bundan sonra onların anaları ağlasın” diyecekti.
Bir de, Reagen- Theacher ikilisinin hem Sovyetler Birliği’ni, hem de ‘79 Şubatı’nda gelişen İran İslam Devrimi’nin yayılmasını engellemek için Türkiye’de toplumsal muhalefetin hızla bastırılarak etkisizleştirilmesi ve bölgenin tümüyle ABD çıkarlarına göre biçimlendirilmesi için de 12 Eylül askeri faşist cuntası uluslararası güçler tarafından desteklendi, geliştirildi. Öteden beri Ortadoğu’da her türlü gericiliği besleyen Türk ordusunun gelinen aşamada daha aktifleştirilmesi gerekiyordu.
12 Eylül askeri faşist cuntası iş başına gelir gelmez 1978 yılından itibaren Kürdistan’da ve Türkiye’nin belli başlı şehirlerinde geliştirdiği sıkıyönetim sürecinde yaptığı operasyonlarla birlikte başlattığı toplu tutuklamaları daha da yoğunlaştırılarak sürdürüldü. Türkiye metropollerinde devrimcilere karşı sürek avları düzenlendi, fazla zaman geçirilmeden darağaçları kuruldu ve devrimcilerin idamlarına başlandı. Gözü dönmüş cunta rejimi, 17 yaşındaki Erdal EREN’İ bile, halklarımızı sindirmek ve korkutmak için idam etmiştir. Bu saldırılar Kürdistan’da daha vahşi bir biçimde sürdürülmüştür. Okullar, kapalı spor salonları birer gözaltı merkezi ve işkence hanelere çevrilmiştir. PKK kadrolarının yanı sıra, ne kadar yurtsever, demokrat hatta kim ki kendisine Kürdüm diyorsa bunlar gözaltına alınıp, yoğun işkencelerden geçirildikten sonra tutuklanarak zindanlara atılmışlardır. Öte yandan ne kadar -burjuva da dâhil- parti, dernek, sendika vb. örgütlenme var ise bunların hepsi kapatıldı ve yöneticileri gözaltına alındı. Bunlar da toplumu apolitik bir konuma getirip, örgütsüzleştirme için geliştirilen saldırılar olmuştur. Kürdistan’da okullar tam bir kışla düzeni içerisine alınarak gençlik bir taraftan korkutulup sindirilirken, 1970’larda devrimci hareketlerin topluma kazandırdığı devrim, sosyalizm, eşitlik, özgürlük, Kürt ulusal bilinci vb. kavramları toplumun bilincinden söküp atmak için ellerinden gelen her şeyi bin bir yöntemle geliştirdiler. Adeta gerek hareketimizin gerekse Türkiye devrimci hareketlerinin topluma verdikleri ve sınırlıda olsa oluşan toplumsal hafızayı silmek için ve onun yerine kapitalist kültürü ve devletin resmi ideoloji ve kültürünü yerleştirmek için ellerinden geleni yapmışlardır.
Bunu yeterli görmeyen ve toplumu tümüyle teslim alabilmek için halklarımızın neolitik dönemden beri korumaya çalıştığı komünal demokratik kültürü, adeta kökünü de kazırcasına toplumun ruhundan, bilincinden söküp alabilmek için bireyciliği tarihte eşine ender rastlanır tarzda allayıp pullayarak, kışkırttıkça kışkırtmışlardır. Artık toplumsallığı düşünmek ahmaklık ve enayilik; gemisini kurtarmak ve köşeyi dönmek ise ayıplanan bir durum değil, yükselen değerler içerisine alınmışlardır. “Köşe dönücülük” bir kavram olmaktan çıkıp, toplumsal kültürü çözen bir virüse dönüşmüştür.
Zengini daha zengin, yoksulu daha yoksul yapan, orta kesimi önemli oranda çözen ekonomi politikasının sonucu olarak alınıp-satılma konusu yapılmayan, özcesi metalaşmayan hiçbir şey bırakılmamıştır. İşsizlik hızla artmış, enflasyon yükselmiş, yoksulluk artmıştır. Bu toplumsallığı çözebilmek için kadını var olan toplumsal değerlerinden kopartarak, kapitalist kültürün tamamlayıcı öğesi haline getirmiştir. Bunun sonucu olarak hızla, özellikle Kürdistan şehirlerinde bir özel savaş politikası olarak fuhuş yükseltilmiş, “beyaz kadın tüccarları” yerden mantar biter gibi ortaya çıkmaya başlamışlardır. Yine Kürdistan’daki toplumsal ahlakı ve Kürt toplumundaki geleneksel toplumsal öğeleri çözmek, özellikle de erkeği düşürmek ve kadını da Kürt toplumsal değerlerinden uzaklaştırmak için özel bir politika uygulamıştır. Çok özel olarak eğitilmiş bayan öğretmenler ve hemşireler, Kürdistan’ın en ücra köşelerine kadar gönderilmişlerdir. Bunlar hem bir taraftan gençliği yozlaştırmak, hem de toplumu düşürmek için ellerinden geleni yapmışlardır.
Matilt Manukyan’ın birden bire Türkiye’nin vergi rekortmeni olması işte böylesi kültürel yozlaşma ve ahlaki çöküşün sonucudur. Sabancı, Koç ve Eczacıbaşıların Türkiyesi’nde, bir kadın tüccarının vergi rekortmeni olması bu çöküşün düzeyini göstermesi bakımından ibret vericidir.
Tabii ki tüm bu pratik uygulamalar kültür sanat cephesinde de sürdürülmüştür. Henüz tek kanal olan TRT, yoğun bir biçimde bir taraftan Kenan Evren’in nutuklarını verirken, öte yandan da sol, demokrat, aydın, yazar ve sanatçıların film, kaset, oyun ve kitapları yasaklanıyordu. Önemli oranda film ve kitaplarda yakılmıştır. Toplumu tümden eşitlik, özgürlük ve sosyalizm ideallerinden kopartıp teslim almak için bireyciliği işleyen, yoz kültür geliştiren, gençliği sorgulamasız her şeyi kabul etmeye zorlayan arabesk bir sanat ve kültür anlayışı geliştirdiler. Öyle ki, Amerikan dizileri ve oyuncu isimleri bir anda toplumun günlük yaşamı içerisine karışmış, birçok iş yeri tabelasının adı olmuş, insanlar birbirlerini o isimlerle çağırır hale gelmişlerdir. Bu dizilerin oynandığı zamanlar neredeyse sokakların bomboş olduğu sahneler ortaya çıkmıştır.
Spor özellikle de futbol, gençliği uyuşturan önemli bir araç olarak devreye sokulmuştur. Çok daha fazla yabancı oyuncu transferiyle futbola ilgi arttırılmış, Kürdistan’da bizzat Türk ordu subaylarının teşviki ve yönlendirilmesiyle neredeyse futbol takımının olmadığı köy ve mahalle bırakılmamıştır. Yani Salazar ve Franko’nun, Portekiz ve İspanya’da yaptıkları “üç f” uygulaması (yani Futbol, Fado, Fiesta) Kürdistan ve Türkiye’de, spor, sex, sanat biçiminde geliştirilmiştir. Her zaman devrimci kalmış olan sanat, belki de ilk kez bu denli egemenlerin elinde karşı-devrimci bir rol oynamıştır.
Öte yandan devrim ve sosyalizm adına olan ne varsa tümden ortadan kaldırabilmek için 1970’li yıllarda önü açılmaya başlanan tarikatlar, kuran kursları ve imam hatip liseleri, Türkiye ve Kürdistan’ın her yerinde hızla çoğalmışlardır. Bir taraftan Kürt dili ve kültürü kanunla yasaklanırken, yoğun bir asimilasyon geliştirilirken, öte yandan İslamiyetçiliğin bu denli siyasal amaçlar için kullanılması, Türkiye’de 1970’li yıllarda akademik düzeyde tartışılan Türk-İslam sentezini resmi devlet ideolojisi haline getirmiştir.
Tüm bu uygulamalar Türkiye ve Kürdistan’ın tam bir cezaevi haline getirilip, yoğun işkencelerin geliştirildiği, devrimci demokratik muhalefet adına ne varsa dağıtılıp, ezildiği bir ortamda geliştirilmiştir. Özü faşizmin yasallaşması, faşizmin anayasal güvenceye kavuşması, Kürt halkının inkarının ve yok edilmesinin kararlaştığı 1982 Anayasası tam da böyle bir ortamda yoğun bir baskı, demagoji eşliğinde topluma zorla kabul ettirilmiştir.
Parti literatürümüze 12 Eylül kişiliği olarak da geçen kişilik özellikleri işte böyle bir ortamda şekillenmiştir. Bunun topluma, halka, mücadeleye yaklaşımı son derece zorlayıcı olmuştur. Hareketimizi önemli oranda zorlayan, Türkiye’de devrimci hareketleri bitiren, bu özelliklerle yetişmiş kişiliktir.
Özellikle iki, üç yıl içerisinde Türkiye’deki devrimci hareketi tümüyle tasfiye ettikten sonra ve hareketimizin örgütsel çalışmalarını da önemli oranda darbeledikten sonra, 1982 anayasası zemininde seçimlere gitmiş, 1983 yılında tam da 12 Eylül projesini ve uluslararası sermayenin ve Türk burjuvazisinin ekonomik ve siyasi programını uygulayacak olan, Turgut ÖZAL yönetimindeki ANAP’ın iş başına gelmesiyle Türkiye’de yeni bir dönem başlatılmış oldu.
12 Eylül askeri faşist cuntasına karşı mücadelede Önder Apo’nun öncülük ettiği partimiz tarihsel bir direniş mücadelesi örgütleyip yürütmüşlerdir. Halklarımızın başına bela olan cuntaya karşı ilk derli toplu mücadeleyi de hareketimiz başlatmış ve zafer kazanmıştır.
Maraş katliamının hemen ardından, Kürdistan’da ve Türkiye’nin belli başlı yerlerinde sıkıyönetimin ilanından sonra hareketimiz askeri faşist bir darbenin ayak seslerinin geldiği tespitinde bulunmuş, bunun 1980 yılında ise kesin bir biçimde “eğer devrimciler inisiyatifi ele almazlarsa bir askeri faşist darbenin gündemde olduğunu” ve bundan hareketle tüm devrimci demokratik güçlere birlik ve cephe çağrısında bulunmuştu. Hareketimiz bir taraftan, artık kesinleşen askeri faşist rejime karşı direnişi daha uzun soluklu kılabilmek için eğitim amacıyla Ortadoğu’ya çekilmiş, öte yandan ülke içinde de hazırlıklarını yürütmüştür. Ancak 12 Eylül askeri faşist darbesine, onun ideolojik, politik ve stratejik temellerine en büyük darbeyi indiren ve Kürdistan’da militanlığın, devrimciliğin kanunlarını ve ölçülerini ortaya koyan, Amed Zindanında ki PKK’nin önder kadroları olan Mazlum, Ferhat, Kemal, Hayri, Akif ve Ali ÇİÇEK yoldaşların temsil ettiği Apocu tavır olmuştur. Önder Apo Filistin’de yeniden ülkede direniş geliştirmenin hazırlıkları bakımından I. Konferans ve II. Kongreyi geliştirirken, öte yandan bu çizgiyle oynamak isteyen ve hareketi mültecileştirmek isteyen Avrupa sosyal demokrasisine ve onlarla iş birliği halinde bulunan Türk solu ve içteki tasfiyeciliğe karşı yoğun bir mücadele yürütmüştür. Önder Apo’nun yürütmüş olduğu bu hazırlıkların tarihe, halka ve geleceğimize karşı duymuş olduğu sorumluluğun yanı sıra, büyük yoldaş sevgisi, yoldaş bağlılığı, yoldaşa sadakat, söze bağlılık, zorda olan yoldaşını unutmama, anıya bağlılık gibi insani erdemlerin zirvesini teşkil edecek denli bir yoğunlukla bu hazırlıkları yürüttüğünü vurgulamamak büyük bir yetersizlik olacağı gibi sonraki gelişmeleri anlatmakta da yetersizliğe yol açacaktır. Bu nedenle bizzat önder Apo’yu böylesine harekete geçiren düşünce ve duyguyu anlamak için kendimizi şu kısa alıntıyı yapmaya mecbur hissediyoruz. “Gelinen aşama mülteci bir hareket olmayla çağdaş bir ulusal kurtuluş veya halk özgürlük hareketi olmanın ayrışma noktasıydı. Özgürlük Hareketinin uzun süreli suskunluğunun tarihi sorumluluğu ağırdı. Özellikle zindan şehitleri ve işkenceli ortam mutlaka bir şeyler yapılmasını gerektiriyordu. Aksi halde ihanetle damgalanmak kaçınılmazdı.” ( Bir Halkı Savunmak)
Âdeta bir karabasan gibi toplumun üzerine çöken 12 Eylül askeri faşist cuntası, PKK önder kadroları şahsında yeniden dirilmeye başlayan özgürlük umutlarını yerle bir etmek için, Diyarbakır zindanlarında uygulanan vahşetin anlaşılması gerekir. Bu uygulama öylesine bir düzeye varmıştır ki, insanın yaşamı, insanın inançlarına karşı kullanılmaya başlanmıştır. Yaşamın kendisi 24 saatiyle ağır bir işkencedir, her şeyiyle bir işkencedir. Bireyi Kürtlüğünden vazgeçirebilmek için her şey yapılmıştır. Yapılmadık hiçbir şey bırakılmamıştır. Nasıl ki Ağrı direnişinin tasfiye edilmesinden sonra gazetelerde yayınlanan “Kürdistan hayali burada gömülüdür” alt yazısıyla bir mezar karikatürü yapıldıysa, Diyarbakır zindanı şahsında yapılmak istenen de buydu. Zindanda Kürt halkının direniş umutları gömülmeli ve yok edilmeliydi. Dışarıya direnişin sesi değil teslimiyetin, ihanetin ve pişmanlığın sesi yansımalıydı. Tabii ki öyle olması bir noktada gerçekleştirilmiş darbenin bir amacıydı. Fakat Apocu militanlık gerçekliğinin Mazlumların, Kemal ve Hayrilerin direnişinde pratik olarak somutluğa dönüşmesi, en amansız koşullarda bile olsa bir direniş manifestosu olarak, Kürdistan Devrimi’nin kanunu ve Kürdistan özgürlük militanının ölçülerini ortaya koymuştur. İşte 12 Eylül darbesinin ardından zindanları dolduran, darağaçları kuran 12 Eylül generallerini kendi kalelerinde dize getirip, yenilgiye uğratan bu ruh, duruş, ideoloji ve kişiliktir.
Ama ne yazık ki, Türk Solu kendisini mültecilikten kurtaramadı. Mustafa ÖZENÇ, Necdet ADALI, Veysel GÜNEY ve Serdar SOYERGİNLER’ine sahip çıkamadı. Onların en amansız koşullarda haykırdıkları ve her birisi bir vasiyet olan sloganlarına karşılık vermediler. Bugün Türkiye’de bir türlü demokratik mücadelenin rayına girmemesinin temelinde, Türk Solu’nun bu gerçekliği bulunmaktadır.
PKK 12 Eylül faşizmine karşı sadece Kürdistan’da değil, Türkiye’de demokratik bilinç, direniş ve buna cesareti geliştirerek demokratikleşmenin önünü açmıştır. Bu süreçte Türkiye’deki birçok devrimci örgütle, anti-faşist ve Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi gibi oluşumlar geliştirerek, direnişi Türkiye’ye de yaymak istemiştir, ancak faşist cuntanın saldırıları karşısında; Erdal EREN, Necdet ADALI, Serdar SOYERGİN, Veysel GÜNEY, Mustafa ÖZENÇ ve isimleri daha da sayılabilecek direniş kahramanlarının idam sehpalarındaki devrimci duruşlarının tersine iradesi kırılan, cesaretini yitiren, can derdine düşen ve bireysel kurtuluşu Avrupa kapılarında arayan dönekler nedeniyle, adeta Türkiye Devrimi ve Türk halkı, PKK’ye kapatılmak istendi ve bu durumda olan elbette ki sadece bunlar değildi. Onların Kürt versiyonları da onlardan daha iyi bir konumda değildiler. 12 Eylül’e karşı direniş hazırlığı yapan hareketimizi maceracı grup, halkı katliama götürmekle suçlayarak 12 Eylül generallerini rahatlatmaya, Avrupa sosyal demokrasisine yaranmaya çalışmışlardır. Ancak tüm bunlara karşı durularak, 12 Eylül faşizmine karşı halkların umudu olduğunun bilinciyle hazırlıklar sürdürülmüş ve 15 Ağustos 1984 yılında devrimci bir atılımla, 12 Eylül faşizmine karşı gerilla mücadelesi başlatılarak, “anlı şanlı” Türk ordusu ve onun generallerinin halk direnişi karşısında nasıl birer zavallı olarak acizlik içerisinde yaşadıklarını ortaya koymuştur. Yine Türk ordusunun siyasetteki vesayeti ve ağırlığını önemli oranda darbelemiş ve tartışılmaz, dokunulmaz, erişilmez olarak kabul edilen Türk ordusunun her kükreyişi karşısında şapkasını alıp kaçan Demirel’i “benden ne istiyorsunuz, gücünüz yetiyorsa Cudi’ye gidin” diyecek kadar cesaretlendiren de bu mücadele olmuştur. Turgut Özal’ın şortla Türk ordusunu teftiş etmesi de yine bu zeminden beslenmiştir.
Bugün her ne kadar Yaşar Büyükanıt arada bir esip gürlese de, aslında fiiliyatta yönelme yerine basın toplantıları yapma ve internet dünyasında muhtıra yayınlamaya gerilemişse, bunda Türk ordusunun PKK karşısında içine düşmüş olduğu acizlik bulunmaktadır. Türk ordusunun ve generallerinin, PKK’ye karşı düşmanlığının yanı sıra büyük bir öfke içinde olmasının temelinde, halk nezdinde PKK karşısında yaşadıkları acizlik bulunmaktadır.
Yine bugün Türk ordusu toplumsal hafızanın zayıflığına güvense gerek, kendilerini laikliğin bir numaralı savunucusu olarak görmektedirler. Oysaki yukarıda da kısaca izah ettiğimiz gibi Türk ordusu sırf sol, sosyalizm gelişmesin diye, toplumun bu görüşlere yönelmesini engellemek için İslam’ı politik bir kalkan olarak kullanmışlardır. İmam hatiplerin ve kuran kurslarının yaygınlaşması daha çok 12 Eylül sürecinde olmuştur. Bugün AKP’nin iktidar olması ve cumhurbaşkanlığını ele geçirmesi karşısında göstermiş olduğu tepkiler son derece aldatıcıdır. Oysa bu zemin öncelikle Türk ordusunun 12 Eylül paşaları başta olmak üzere, diğer generaller tarafından hazırlanmıştır.
Bugün yeni bir anayasanın tartışılması gündemdedir. Bu yeni anayasanın sivil olduğu iddia edilmektedir. Bunun ne kadar sivil olup olmadığı, siviller tarafından yapılıp yapılmadığıyla belirlenemez. Önemli olan Kürdistan ve Türkiye gerçekliğini ifade ediyor mu, etmiyor mu? 12 Eylülde dili, kültürü yasaklanan Kürt halkının varlığı, dili, kültürü üzerindeki yasak kalkıyor mu, siyasal, sosyal ve kültürel hakları önündeki tüm engeller kalkıyor mu? Düşünce, örgütlenme önündeki engeller ortadan kalkıyor mu? Türkiye’de demokrasinin turnusol kâğıdı Kürt sorunudur. Bu nedenle yürütülen anayasa tartışmalarının özünde, 12 Eylül anayasasını tasfiye etme değil de, restore etme yönü ön planda olan bir anayasa tartışması olduğu kesindir. Eğer bir demokrasi olacaksa bu Kürtsüz demokrasi olacaktır. İçinde özgür kürdün kimliğinin ve bu kimliğin bütün doğal haklarının bir kez daha göz ardı edilerek oluşturulacak bir anayasanın ne kadar demokratik ve sivil bir anayasa olacağı açıktır. Çok açık olarak bir şey belirtmek gerekirse, anayasanın ilk üç maddesi ile 66. madde başta olmak üzere dokunulmaz maddeler var olduğu sürece, bu anayasanın da Kürt halkına karşı inkârı ve imhayı yasallaştıran bir ferman niteliğinde olduğu açıktır. Kim ne derse dersin, Kürt inkârı devam ettiği müddetçe, Türkiye’de yapılacak hiçbir anayasa sivil olamaz, 12 Eylül anayasasını aştığını da iddia edemez. Edebilirler, tarih ve insanlık önünde vicdanını ve bilim ahlakını yitirmiş birer Orhan ALDIKAÇTI müsveddesi olmaktan kurtulamazlar.
12 Eylül’e karşı mücadele bugün 12 Eylül anayasasının temel esaslarına karşı ve yine onun yaratmış olduğu kültür ve kişiliğe karşı mücadele anlamına gelmektedir. Bu en başta, tekmeleriyle sehpaları deviren, işkencehanelerde sonuna kadar direnen, devrimci değerleri canı pahasına zindanlarda açlık grevlerinde ve ölüm oruçlarında koruyan yoldaşların anısına doğru sahiplenmeyi gerekli kılmaktadır. Ve o işkenceleri asla ve asla unutmamayı… Sistemin geliştirmeye çalıştığı bireyciliğe karşı komün kültürünü tüm topluma yaymayı ve toplumsallaşmayı, pasifleştirme ve sindirilmeye karşı direniş konumuna geçmeyi, yozlaştırılan kültüre karşı, toplumsal değerlerimize dönmeyi ve bu temelde hayatın her alanında örgütlenmeyi gerekli kılmaktadır. Bunun için toplumsal hafızayı canlı tutmak büyük önem taşımaktadır. 12 Eylül’ü unutturmamak ve bunu mücadeleyle tazelemek gerekmektedir.
Kürt halkı açısından 12 Eylül’ün kapsamlı bir inkâr ve imha hareketi olduğunu belirmiştik. Bunun en başında yoğun baskı eşliğinde ana kucağından alınan bebeler asimilasyon yuvaları haline getirilen okullarda yoğun bir Türkleşmeye tabi tutulmuşlardır. 30’lu yıllarda isyanların vahşi bir biçimde bastırılmasından sonra nasıl ki Kürdistan baştanbaşa askeri olarak işgal edilmiş, dil-kültür alanında asimilasyonu geliştirmek için askeri kışla benzeri okullar açılmışsa, 12 Eylül’ün ardından gelişen kuşaklarda da bu durum benzeri bir şekilde yaşanmıştır. Ve “vazifemiz bu vatan içinde bulunanları behemehâl Türk yapmaktır.” şiarı temelinde nasıl bir yönelim olduysa, 12 Eylül’den sonra da benzer bir yönelim geliştirilmişti.
Kürt toplumunu bitirmek için Kürt kültürü, Türk kültürünün tam bir hammaddesi haline getirilerek, stranlarımız birer özel savaş elemanı haline getirilen sanatçılar vasıtasıyla türküleştirildi, oyunlarımız, “modernize” etme adı altında Türk kültürüne katıldı. Yaşam tarzında da şehir kültürü yaygınlaştırılarak, halkımız kendisine yabancılaştırılmak istendi. Öte yandan yaygınlaştırılan ve alımı teşvik edilen TV’ler vasıtasıyla en pespaye dizilerde öğütlenen yaşam tarzına özenti geliştirilmeye çalışıldı. Giderek kendi halk gerçekliğine yabancılaşan, toplumsallıktan kaçan ucube bir tip ortaya çıkarıldı.
12 Eylül’ün 43. yılında Kürt halkı kendisinin ölüm fermanı olan bu uygulamaya karşı mücadelesini “asimilasyon ve oto asimilasyona karşı hayır” diyerek, kendi dilini hayatın her alanında kullanarak, hem kendi kimliğini koruma, hem de onu görmezden gelenlerin farkına varmasını sağlamayı geliştirmelidir. Özellikle özgürlük mücadelesi saflarında bulunanlar, kendi dilini kullanmaya özel bir önem vermeli, teşvik etmeli, herkes bunu günlük refleks haline getirebilmelidir. Bu Türk sömürgeciliğine karşı var olmanın ve direnmenin bir biçimidir. Bunu “kendini bil” şiarının temel bir ölçüsü olarak kabul etmek gerekmektedir. Bunu bir de şunun için söylüyoruz; Türk toplumu içinde geliştirilen yoğun şoven-ırkçı eğitim ve propaganda ile önemli oranda gerçeklikten kopartılarak aslında kimsenin Kürt olma gibi bir derdinin olmadığını, bunun suni bir biçimde üretildiği biçiminde, inkâr siyaseti yeniden üretilemeye çalışılmaktadır. Eğer Kürt halkı ve bireyi, özellikle genci ve kadını evde, sokakta, kahvede, otobüste, okulda, işyerinde vb. yaşamın her alanında kendi dilini konuşursa, bunun Türk halkı içinde de bir kabule götüreceğini, özellikle şoven kesimlerin geriletilmesinde önemli bir rol oynayacağı görülmelidir.
Bugün aslında 12 Eylül’ün zihniyeti ve uygulamaları kendisini halkımız ve hareketimiz üzerinde sürdürmektedir. Önder Apo’nun zehirlenmesi, süren yoğun operasyonlar, halka ve demokratik kurumlar üzerinde estirilen devlet terörü, Kürt halkının direniş iradesini kırma, örgütlülüğünü dağıtma, özgürlük umudunu yok etme, kültürel soykırımı gerçekleştirme ve bu temelde “Tek devlet, tek ulus, tek dil, tek bayrak” hedefine varmak için geliştirilmektedir. Bütün bu uygulamalar da AKP eliyle yapılmaktadır. CHP-MHP gibi partilerin Kürdistan’a ayak basmaya dahi korktuğu bir dönemde, sömürgeci sistem kendisini bu kez Kürt toplumunun İslami yönünü de görerek, AKP eliyle İslam kullanılmaktadır. Bu hem Türk ordusunun istemlerine denk düşmekte, hem de ABD’nin ılımlı İslam modelini karşılamaktadır. Bununla halkımız bir kez daha aldatılmak istenmektedir. Bu yönelimler karşısında halkımız kendisini köyde, mahallede, okulda, fabrikada hayatın her alanında öz savunma temelinde örgütlemeli, kendisini koruyarak, bu yönelimleri boşa çıkarmalıdır. Nasıl ki 12 Eylül boşa çıkarıldıysa onların müsveddeleri de boşa çıkarılabilir. Bunun için Kürdistan halkı her zamankinden bilinçli, örgütlü ve kararlıdır. Kendisini kolay kolay yem etmemelidir.
Unutulmamalı ki, ezilenin, iradesi kırılanın söyleyecek sözü olamaz. Haksızlığın egemen olduğu bu dünyada, haklı olmak yetmiyor, hakkını koruyabilecek örgütlülük ve güce sahip olmaksızın yaşamak mümkün değildir. Özgür ve onurlu yaşama hakkı, örgütlenebildiğimiz, mücadele edebildiğimiz ve düşmanı geriletebildiğimiz kadardır!
Yasin NAVDAR