10 Şubat 2016 Çarşamba Saat 10:44
“Arap Baharı” sona ermiştir. Ortada
“devrim” yoktur. “Arap Ayaklanmaları” bitmiş ya da
ezilmiştir. Bu durumda, “Yeni Sykes-Picot”dan ziyade, gelecek, bir
“Ortadoğu Westphalia”sına daha uygun gözüküyor.
Arap Baharı ifadesi Amerikan basını tarafından geliştirildi.
Amerikalılar, son yıllarda eski Sovyetler Birliği ve Ortadoğu’da ortaya çıkan
büyük çaplı kitlesel kalkışmalara nedense meyve, çiçek, vs. gibisinden doğayı
çağrıştıran sıfatlarla niteleme yoluna gittiler. Gürcistan’da ve Ukrayna’da
yasemin, portakal devrimlerinden, 2005’te Suriye askeri gücünün Lübnan’ı
terketmesine yol açan gelişmeler için Lübnan bayrağındaki sedir ağacına
gönderme yaparak, sedir devriminden söz etmiş olmaları gibi. Oysa, bu ülkelerin
hiçbirinde kendileri yaptıklarından böyle söz etmediler. Yani, aktörler,
gerçekleştirdiklerini Amerikan medyası gibi nitelemedi.
Örneğin, “Sedir Devrimi nitelemesinin her gün satır satır
yer aldığı günlerde, Lübnan’da tek bir Lübnanlının ağzından ülkelerinde cereyan
edenden “Sedir Devrimi diye söz edildiğini duymadım.
Aynı şekilde de, Tunus’ta bir seyyar satıcı, Muhammed
Buazizi’nin kendisini yaşadığı çaresizliğe isyan duygusu içinde yakmasıyla
ateşlenen 2010 Aralık ayında ateşlenen ve özellikle Ocak 2011’de Mısır’da
zirveye vuran gelişmeler için kullanılan “Arap Baharı nitelemesi, Araplar
tarafından kullanılmadı.
Amerikan medyası, özellikle, Libya’nın ardından Suriye’deki
çatışmalarla işin içine kan girince, “Arap Baharı ndan vazgeçip, sanki
mevsimler geriye doğru yol alabilirmiş gibi “Arap Kışı ndan söz etmeye girişti.
“Arap Baharı ndan hiçbir zaman söz etmemiş bulunan Araplar,
bunun yerine, “Devrim (Arapça Thawra) ya da “Arap Ayaklanmaları demeyi tercih
ettiler.
Tunus’taki katı ve çeyrek yüzyıldan fazla sürmüş, kimsenin
aklına bir-iki hafta içinde yıkılabileceği gelmemiş olan Zeynel Abidin Ali
rejiminin büyük kitle gösterilerinin patlak vermesi üzerine çökmesi ama en
önemlisi, Arap Dünyası’nın en büyük, en kalabalık, en önemlisi “trendsetter
sayılan etkili ülkesi Mısır’ın Tunus’u izleyerek, Ocak 2011’in son haftasında,
belkemiğini başkent Kahire’nin ortasındaki Tahrir (Kurtuluş) Meydanı’ndaki
büyük gösterilerin oluşturduğu sürecin sonucunda, nispeten, kansız biçimde
rejim değişikliği yaşamış olması “Devrim ve“Arap Ayaklanmaları nitelemelerini
doğrular nitelikte göründü.
Zaten, Libya’da sarsılmaktaydı ve 1969’dan beri ülkesine
hükmetmekte olan Muammer Kaddafi’nin koltuğu sallanıyordu. Bir yandan da rejimi
sarsan gelişmeler, Arabistan yarımadasının en uç noktasına, Yemen’e ulaşmış
diğer yandan da Körfez’de, uzun bir köprüyle Suudi Arabistan’a bağlı küçük bir
ada olan ve nüfus çoğunluğu İran etkisine açık Şii olmakla birlikte, Suudi
gölgesi altındaki bir Sünni hanedan yönetimindeki Bahreyn’e de uzanmıştı.
Ve, 15 Mart 2011 tarihinde Suriye’nin Ürdün sınırına bitişik
Deraa kentinde de gösteriler patlak verince ve hemen ardından başkent Şam’ın
merkezindeki Emevi Camii’nin çevresinde protestocu toplulukların ortaya çıktığı
işitilince,“devrim in, nihayet Kuzey Afrika’dan, yani “Magrip ten gelip, “Maşrık a,
Ortadoğu’nun kalbine de gelip dayandığı düşüncesi uyandı.
Bütün bunlar, bir “devrim yaşanmakta olduğu ya da Batı
tarihindeki 1848 devrimleri analojisine imkân veren türden, tarihin yönünü
değiştireceği düşüncesini uyandıran “Arap Ayaklanmaları na tanık olunduğu
algısını güçlendirdi.
Bununla birlikte, Arap dünyasının, sol-Arap milliyetçisi
düşünce akımlarına mensup kimileri, pan-Arabizm’in büyük ismi Nasır döneminin
etkilerini sürdüren unsurlar, olan biteni tam tersine, arkasında “Batı
emperyalizmi nin bulunduğu, “ikinci Sykes-Picot senaryoları yla açıklama yoluna
gittiler.
Bunların başında, 1960’lı yılların unutulmaz ismi,
El-Ahram’ın başyazarı, Nasır’ın sözcüsü, eski Enformasyon Bakanı, ünlü gazeteci
ve yazar Muhammed Hasaneyn Heykel geliyordu.
Geleneksel Arap düşünce kalıbına göre, Arap dünyasında büyük
altüst oluşları, Batılı dış unsurun senaryoları ve oyun planları dışında
anlamak ve yorumlamak mümkün değildi ve yanıltıcı olurdu.
Kendi payıma, esas olarak, 2011 Ocak ayında gelişen ve
Mısır’da zirvesine varan gelişmelerden büyük heyecan duydum ve yaşananları,
Birinci Dünya Savaşı’nda dönemin büyük güçleri, özellikle İngiltere ve Fransa
tarafından parçalanmış olan Arapların, kendi kaderlerine ellerine alarak tarih
sahnesine girmeleri olarak görmeyi seçtim.
Bölgenin ve halklarının ikinci bir büyük parçalanmayı
yaşayacakları anlamındaki “Yeni Sykes-Picot iddialarını doğru bulmadım ki,
bunların başına çekenler arasında, yakın dostum, Lübnanlı lider Velid Cunblat
da bulunuyordu ve Sykes-Picot’nun 100. yıldönümü olan 2016 yılında, Suriye’de
yaşananlara bakarak, daha da kuvvetli bir kanaatle bulunmaya devam ediyor.
Yani, 2011 ile birlikte “devrim ya da “Arap Ayaklanmaları
yaşandığı düşüncesindeydim.
2016’nın ilk ayını arkamızda bıraktığımız şu dönemde, yani “Arap
Baharı , “devrim ya da “Arap Ayaklanmaları , her ne sıfatla ifade edilecekse
edilsin, Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşananlar ile vardığımız nokta nedir?
Nereye doğru yol almaktayız?
Dünya dengelerini etkileyecek çapta bir uluslararası vekâlet
savaşının sahnesi haline gelmiş ve rejimi ayakta kalan Suriye’nin siyasi
manzarası, bu arada 2013’te Temmuz’unda Mısır’da askeri darbe sonucu General
Abdulfettah Sisi’nin iktidara el koyması ve sonrasında hileli olduğu
söylenemeyecek bir seçimle cumhurbaşkanı seçilerek iktidarını pekiştirmesi,
Libya’nın parçalanması, Yemen’in Suudi Arabistan-İran rekabetini yansıtacak bir
şekilde Suudi saldırganlığının hedefi olması ve bütün bunların yanısıra Irak
başta olmak üzere birçok ülkenin geleceğinin belirsizliğe sürüklenmesi, bana,
olanların bir “devrim ya da “Arap Ayaklanmaları olarak nitelenemeyeceği
hükmünü verdiriyor.
“Yeni Sykes-Picot nun isabetli bir niteleme ve değerlendirme
olacağına ilişkin itirazım sürüyor. Ortada bir “devrim in bulunmaması, “Arap
Ayaklanmaları ndan söz etmenin doğru olmadığı, “Yeni Sykes-Picot ihtimalinin
geçerli olduğunu bana söyletebilmiş değil.
“Arap Baharı değil, “devrim değil, “Arap Ayaklanmaları
değil öyleyse, olanlara nasıl bir isim bulmalıyız?
Galiba, en doğrusu bir isim bulmaktan bir süre için
vazgeçmeliyiz. Şurası oldukça kesin gözüküyor ki, Ortadoğu, olağanüstü bir
tarihi geçiş dönemini yaşıyor ve bu geçiş döneminin ne kadar süreceğini,
nerede, ne şekilde sonuçlanacağını kestirebilmek, şu gün itibarıyla mümkün
değil.
Bütün bölge adeta bir “tarih şantiyesi konumunda tarih,
bölgede yeniden inşa ediliyor. Ne var ki, bu inşaatın“mimari planı nı
göremiyoruz ve muhtemelen yok da. Bu olgu, başlı başına, yaşananları, son
derece kaotik kılıyor.
Her biri tek başına ve başlı başına bölge tarihinde yeni
sayfa açma potansiyeline sahip bir dizi gelişme, eş zamanlı olarak ya da
birbirinden kısa aralıklarla birbirlerine eklenerek, ortaya çıktılar. Ve, içiçe
geçerek bölgenin müthiş kaos manzarasını daha da karmaşık bir hale soktular.
“Arap Baharı diye nitelenmiş olan Kuzey Afrika’nın iki
ülkesinde önce Tunus’ta ve hemen sonrasında Mısır’da patlak veren ve Libya’nın
da üçüncü halka olarak izlediği gelişmelerin sonucundaki rejim
değişikliklerinin aslında “siyasal İslâm ın Sünnî versiyonu olan Müslüman
Kardeşler’i iktidara taşıdığına bakılırsa, Şii karakterli İran İslam
Devrimi’nin tam tersi yönden gelen ve ters karaktere sahip bir “Sünni İslâm
Devrimi yaşanmış olduğundan söz edilebilir.
Tunus’ta, Tunus’un Müslüman Kardeşler’ine tekabül eden an-Nahda’nın
(Rönesans-Yeniden Doğuş) iktidara gelmesi, Mısır’da Mübarek’in devrilmesinin
hemen ardından ordunun gözetimindeki gerçekleştirilen parlamento ve
cumhurbaşkanlığı seçimlerini Müslüman Kardeşler’in kazanmış olması, Libya’da
Kaddafi sonrası kurulan ilk hükümette Müslüman Kardeşler’in Libya kolunun
ağırlığı ve Suriye’de olayların patlak vermesinden birkaç ay sonra Türkiye’nin
himayesinde oluşturan muhalefet kuruluşu Suriye Ulusal Meclisi’nin belkemiğini
Suriye Müslüman Kardeşleri’nin oluşturmuş olması, yukarıdaki değerlendirmeye
doğruluyor.
Ne var ki, Müslüman Kardeşler, Mısır’da iktidarı
kaybettiler. Mısır’ın dramı, sadece 2013 Temmuz’unda General Sisi’nin askeri
darbesini yaşamış olması değildir. Müslüman Kardeşler, Mısır’ı yönetmeyi
beceremediler. 2011 Ocak ayında Tahrir’de görülen kitlelerin iki misli
büyüklüğünde kitleler, sokaklara ve Tahrir’e döküldü. Müslüman Kardeşler,
Mısır’da yenildi ve yıkıldı.
Libya parçalandı. Ülkenin bazı bölgelerinde, IŞİD paraleli
Selefi-Cihadî gruplar iktidarı ele geçirdi. Libya’da bir Müslüman Kardeşler
iktidarı söz konusu değil, zaten bütünlük içinde bir Libya söz konusu değil.
Suriye’de rejime karşı mücadelede Müslüman Kardeşler, “Sünni
muhalefet in bayrağını IŞİD, el-Kaide’nin Suriye kolu olan an-Nusra, ve çeşitli
farklı ilişki yapılarına sahip Ahrar eş-Şam, vs. gibi Selefi-Cihadi güçlere ve
örgütlere kaptırdılar.
Suriye, uluslararası büyük güçlerin –başta Rusya- doğrudan
dahil olduğu, bölgenin büyük güçlerinden İran’ın sahasında, yine doğrudan yer
aldığı amansız bir savaşla paramparça durumda. “Arap Baharı nı da, “devrim i
de, “Arap Ayaklanmaları nı hükümsüz kılan, Suriye’nin kendisi oldu.
Suriye ile birlikte, Suriye savaş alanı esas olmak üzere,
bölgede yaşanan Avrupa’nın 17. Yüzyılında, 1618-1648 yılları arasında yaşanan
ve Westphalia Düzeni ile noktalanan Otuz Yıl Savaşları’nın “Ortadoğu
versiyonu dur.
Mezhep savaşları en amansız haliyle ve uluslararası güçlerin
devreye girmesiyle dünya satranç tahtasında yeni uluslararası dengeyi ve güç
ilişkilerini belirleyecek cinsten bir mücadele, merkez alanı Suriye toprakları
olmak üzere, bölge ekseninde cereyan ediyor.
“Arap Baharı sona ermiştir. Ortada “devrim yoktur. “Arap
Ayaklanmaları bitmiş ya da ezilmiştir.
Bu durumda, “Yeni Sykes-Picot dan ziyade, gelecek, bir
“Ortadoğu Westphalia sına daha uygun gözüküyor. Tabii, sahnedeki uluslararası
güçlerin varlığı ve aktiviteleri nedeniyle, Ortadoğu, bir “Ortadoğu
Westphalia’sı ndan da öteye, genel anlamda bir “Yeni Westphalia ile
noktalanabilir.
Ne zaman, nasıl?
Bilmiyorum. Bunun cevabını ancak, belki on yıllar sonra,
gelişmeler yaşandıktan sonra tarihçiler tarafından net bir şekilde
verilebilecek.
Türkiye’yi yaptıklarını, yapmakta olduklarını ve yapması
gerekenleri bu geniş çerçeve içinden değerlendirmek isabetli ve doğru olur.
Türkiye, “Arap Baharı denilen 2011 başındaki gelişmelerin
başlamasına kadar “komşularla sıfır sorun politikası diye ifade edilen
formülasyona göre, Ortadoğu’ya “yumuşak güç projeksiyonu ile girmeye çalışan
ve bu yönde hayli başarılı yön kat etmekte olan bir ülkeydi.
Tarihi paylaştığı, eski coğrafyası ilişkileri yeniden
canlandırmakta ve etkili bir ağırlık ortaya koymaktaydı. AKP iktidarının 2011’e
kadar olan dönemine damgasını vuran bu politika, bölge ülkelerinde “rejim
değişiklikleri ni öngören yani uluslararası ilişkiler terminolojisiyle “revizyonist
bir politika değildi. Tersine, “statüko öncelikli bir politikaydı.
2011’de bölge statükosu bozulunca, statükonun sürdürülmesi
imkânı ortadan kalkınca, Türkiye’nin politikası da değişmek zorundaydı ve
değişti.
Tunus’ta ve Mısır’da “değişim i destekledi ve hatta
“sponsor oldu. Dolayısıyla, “revizyonist ülke konumuna kaydı. Bu nedenle,
Suriye konusunda –ki, Suriye, Türkiye’nin Ortadoğu kapısı ve en uzun sınırının
(911 kilometre) bulunduğu ülke- olaylar patlak verdikten sonra, o güne kadar çok
sıkı fıkı ilişkiler geliştirmiş olduğu Esad rejimini destekleyemezdi.
Bununla birlikte, Esad rejimini destekleyememe hali, rejimin
tahmin edilen kısa süre içinde devrilmeyeceği ortaya çıkmış olduktan sonra ve
en önemlisi ABD’nin Obama’nın yaklaşımı gereği, Suriye’de kesinlikle askeri rol
oynamayacağı besbelli hale geldikten itibaren, sanki bu unsurlar olmamış ve
yokmuş gibi devam ettirilmesi zorunlu bir hal de değildi.
Türkiye, Suriye’de “revizyonist olmanın da ötesine geçerek,
yanlışta ısrar eden ve dış politikada en büyük kozu olan“laik ülke konumunu
terkederek “mezhepçi davranışlara kayan ve dolayısıyla kendisini bölgesel ve
uluslararası alanda giderek zayıflatan ve yalnızlaştıran bir ülke görünümüne
girdi.
İngilizlerin dünyanın en önemli gücü oldukları sırada, bu
gücün projeksiyonu anlamında 19. Yüzyıl sonunda benimsedikleri “Splendid
Isolation yani “Muhteşem Tecrit politikası yanlış bir tercüme ve hatalı bir
algılama sonucunda, Türkiye’nin başarısız politikası “değerli yalnızlık diye
saçma sapan bir etiket ile anlamlandırılmaya çalışıldı.
Türkiye’nin en büyük hatası, iktidar sahiplerinin, “Arap
Baharı diye nitelenen gelişmeler dizisine bakıp, kendileriyle aynı ideolojik
dalga boyundaki Müslüman Kardeşler’in Kuzey Afrika Arap ülkelerinde iktidara gelmesini
kalıcı bir olgu olarak algılaması, Suriye’de de bunun mümkün olacağını
düşünerek, Suriye politikasına bu yanlış algının yön vermesine izin vermesi
yani “dar mezhepçi politika ya savrulmaları oldu.
AKP iktidarı, lider Tayyip Erdoğan ve dış politika ideologu
Ahmet Davutoğlu aracılığıyla, Müslüman Kardeşler iktidarları üzerinden Türkiye
için “güç projeksiyonu yapmaya, kendi anladıkları haliyle eski “Osmanlı
gücü nü Ortadoğu’da ihya etmeye kalktılar.
“Bölgesel güç olma iddiasındaki ve kendini öyle saymaya
devam eden bir ülkenin, İsrail’de, Mısır’da, Suriye’de büyükelçisiz kalması,
Bağdat ve Tahran üzerinde nüfuzunun bulunmaması ve geldiği noktayı “değerli
yalnızlık diye meşrulaştırmaya çalışması, bölgedeki Türkiye fotoğrafını
kendiliğinden net biçimde gösteriyor.
Değerinin ne ve ne kadar olduğu tartışmalı, ama “yalnızlık
hali tartışmasız bir Türkiye var Ortadoğu’da. İsmi, Suriye’de kazanma şansı
olmayan ve son günlerde kaybettikleri daha belirgin biçimde görülen bir dizi
Selefi/Cihadi örgütü Suudi Arabistan ve Kata rile desteklemeye sürüklenmiş,
bölge politikası söz konusu olduğunda ismi Suudi Arabistan ve Katar ile anılan
bir Türkiye, Ortadoğu’nun bugünlerinde görünen Türkiye.
Türkiye’nin bu duruma düşmesinin en önemli nedenlerinin
başında, Kürt olgusuyla bir türlü başedememiş olması geliyor. 2011’den sonra
Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan gelişmeler Suriye’ye gelip dayanınca,
Suriye’de merkezi otoritenin yani rejimin egemen gücünü ülkenin her köşesine
yayamayacağını kısa süre içinde görmek gerekiyordu.
Suriye’deki gelişmelerin yönü doğru okunsaydı, en önemli
bölümlerinin yerleşik bulunduğu Türkiye sınırına bitişik bölgelerde, Suriye
Kürtlerinin kendi kendilerini yönetme aşamasına geçecekleri ve bu aşamada
PYD’nin başı çekeceği görülebilirdi.
Türkiye’de iktidar,
PKK ile yürütmekte olduğu “çözüm süreci nin oluşturduğu ortamdan
özellikle yararlanarak, PYD ile özel ilişkiler geliştirebilir ve kendi güvenlik
kaygılarını bu şekilde giderme yolunu seçebilirdi.
Oysa, “Kürt fobisi ve ademi-merkeziyetçi her ihtimale
ilişkin bilinen devlet alerjisi ağır bastı ve iktidarın
“ümmetçi-İslamcı-mezhepçi ideolojik yanıyla birleşerek, Suriye Kürtlerine
karşı IŞİD’le üstü kapalı ilişkilere gidecek kadar yanlış politikaların içine
girildi.
Yani, Suriye’de 2011 sonbaharından başlayarak, -o tarihe
kadar rejim ile temas kanalları açık tutulmuştu- Türkiye, Suriye’de sadece
yanlış yaptı, yanlış üzerine yanlış yaptı.
Geldiğimiz noktada, Türkiye, kendi içinde PKK’ya karşı
tekrar savaşa tutuşmuş iken, PYD’yi de “terörist görmektedir ve öyle ilân
etmiştir ama o PYD, Türkiye’nin en büyük ve en önemli NATO müttefiki olan ABD
ile askeri işbirliği içindedir Rusya ile hem askeri ve hem de siyasi temaslara
sahiptir.
Türkiye’nin, hem rejimin kalbi sayılan Lazkiye’ye doğru
Hatay vilayetinin Yayladağ ilçesinin hemen güneyinde ve en önemli tarihi ve
jeopolitik bağlantısını ifada eden Halep’in kendi sınırlarına kadar olan
kuzeyinde etkisi ve lojistik bağlantıları hemen hemen sıfırlanmıştır ya da
sıfırlanmak üzeredir.
Suriye politikası, tek kelimeyle iflâstır. Suriye,
Türkiye’nin Ortadoğu kapısı olduğuna göre, tüm bölge politikasını da
Suriye’deki iflâs üzerinden okumak gerekir.
Eğer bir beyaz sayfa açmak mümkün olsaydı, Türkiye nasıl bir
politika izlemeliydi sorusu sorulabilir. Ama ne yazık ki, tarihi geriye
çevirmek mümkün değil. 2011’den bu yana yaşanmış olanları, Suriye başta olmak
üzere bölgede hareket halinde bulunan yeni dinamikleri, Suriye’de oluşmakta
olan yeni güç dengesini, Suriye’deki Rusya askeri varlığını, Türkiye ile Rusya
arasındaki ilişkilerin 24 Kasım 2015 günü bir Rus savaş uçağının
düşürülmesinden sonra izlediği seyri kaydetmeden bir beyaz sayfa açmak mümkün
değil.
Ama soruya illa cevap aranıyorsa, en kestirme ve en doğru
cevap, şu olabilir: Türkiye, 2011 yılının yaz sonundan itibaren, Suriye’de ne
yaptıysa, tam tersini yapmalıydı!
O takdirde, her şey, çok fark ederdi.
Öyle bir cevap, bundan sonra ne yapmalıdır diye bir soru
sorulduğu takdirde, bu sorunun da doğru cevabı olur.
Yani, şu sırada ne yapıyorsa, ne yapmaktaysa, tam tersini
yapması…
Cengiz Çandar-Radikal
Kürdistan Stratejik
Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.com –
www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info – www.navendalekolin.com
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
:” ”