19 Şubat 2014 Çarşamba Saat 08:05
ORTADOĞU’DA KOMÜNAL HAREKETLER
Neolitik kültürün ana kaynağı olan Mezopotamya topraklarının Sümer devlet sistemince tehdit edilmesi karşısında halkların direnişleri tarihin en temel çatallaşmasını yaratmıştır. Bir yandan devletli uygarlık tarihi, diğer yandan demokratik uygarlık tarihi!
Günümüz insanlığının en çok borçlu olduğu komünal değerler bu direnişlerde yaşatılmıştır. İbrani kabilelerinin direnişi, İbrahimi dinlerin çıkışı, Zerdüştilik, Karmatilik, Haricilik, Alevilik ve daha yüzlerce aşiretsel, kavimsel, mezhepsel, felsefik hareketler baskı ve zulüm karşısında özgürlük hareketleri olarak çıkış yapmışlardır.
Bu görkemli direniş tarihinin Nemrutlar karşısındaki adı Hz. İbrahim, Firavunlar karşısındaki adı Hz. Musa olmuştur. Sonrasında Doğu-Batı hattında Buda, Tao, Konfüçyüs, Zerdüşt, Sokrates şahsında iradi ve ahlaki yükselişi görmekteyiz. Ardından, gericileşen Yahudilik karşısında gizli tarikatların en etkilisi Esseniler Hareketinin etkilemesiyle yoksulların kurtuluş umudu olma yolunda Hz. İsa tarih sahnesine çıkar. Bu tarihsel akış Mani dönemine gelindiğinde Esseniler, Buda ve Zerdüşt düşüncelerinin bir karması halini alır. Bu gelişme seyri, dini-kültürel etkilenmelerin düzeyini ortaya çıkarır ki hiçbir hareketin tek başına, saf olarak düşünülmemesi gerektiğini de açıklar.
Zerdüştilik İran-Sasani imparatorluğunun resmi dini haline getirilip iktidarın aracı derekesine düşürülünce buna karşı reform hareketleri baş göstermiş ve isyanların sebebi olmuştur. Bu temelde Mezopotamya topraklarının Zerdüştilik ve Hıristiyanlıktan sonra ilk büyük dini-felsefik-mezhepsel çıkışlar dönemi Mani ve Mazdek ile başlamış, İslamiyet dönemindeyse Babek ve Hallac-ı Mansurlarla devam etmiştir.
MAZDEK, BABEK, HÜRREMİZM VE EBU MÜSLİM HORASANİ
Mazdek isyanı tarihin tanık olduğu ilk komünalist hareketlerden biri olarak önemli bir yere sahiptir. Doğum tarihi tam olarak bilinmeyen Mazdek, Hamedan’lı olup 499 tarihinde katledilen reformcu bir halk önderidir. Mazdek geliştirdiği felsefik anlayış ile Zerdüşt rahipleri ile Sasani aristokratlarının ortaklığıyla bozulan toplumsal düzene karşı eşitlikçi, ortakçı ve özgürlükçü bir düzeni savunmuştur.
1-Mal ve servetlerin paylaşılması anlamında ortakçılığı
2-Kadın-erkek arasında eşitliği
3-İnsanlar üzerinde iktidar ve tahakküm kurulamayacağını savunmuştur.
Toprak sahibi Dikhan’lar ve tapınak topraklarının sahibi din adamları buna karşı hemen tavır almıştır. Her çağda olduğu gibi egemenlerin karalamasına maruz kalan bu düşünceleri çarpıtarak “Mazdek, kadınların da aynen servetler gibi ortak olması gerektiğini savunuyor iftirasını ortaya atmışlardır.
Tüm saldırılara rağmen, Mazdek’in düşünceleri ve savunduğu toplumsal düzen anlayışının hızla toplum içinde kabul görüp yaygınlaşmasının en temel sebebi Mezopotamya topraklarında yaşayan halkların ortakçı yaşama aşinalığı ve o günkü koşullarda halen canlı olan köy komünlerinin varlığıdır.
Ne varki 499’da Mazdek tutuklanmış, taraftarları yenilgiye uğratılmıştır. İnanç kaynağı gereği şiddet karşıtlığını savunmuş -pasifist- olan ve devletin içine girerek reform çalışmalarına yönelen Mazdek ve taraftarları kendilerini korumayı başaramamış ve katliamdan geçirilmişlerdir.
Mazdek’in katledilmesinden sonra eşi Hürrem bu mücadeleyi yüklenmiştir. Mazdekizm Hürrem tarafından sürdürülmüş ve daha sonra Hürremizm adını alacak olan harekete de kaynaklık yapmıştır. Hürremizm, kökenleri Zerdüşti felsefeye dayanan özgürlükçü, eşitlikçi komünalist bir mücadele çizgisidir. Anadolu Aleviliğinin de temel çıkış kaynağıdır.
Mazdekilere karşı takibatlar Mazdek’in öldürüldüğü katliamla birlikte bitmemiştir. Bundan dolayı Hürremizm yayıldığı her yerde farklı adlar almış, bazen yer altına çekilmek zorunda kalmış ve kültürel olarak etkisini toplum içinde ve direnişlerde sürdürmüştür…
Mazdekten esinlemeli Hürremizm hareketinin gücünün zirvesine ulaşması Babek döneminde gerçekleşmiştir. 808 yılında Azerbaycan’ın Bezz bölgesinde bir isyan başlatmış olan Hürremi hareketin başında Cavidan bin Sehl bulunmaktadır. Cavidan’ın ölümünden sonra Babek Hürremi hareketin başına geçmiştir.
Babek hareketin güçlendirilmesi için gerekli tüm hazırlıkları yapar ve 816 yılında Bezz bölgesinde programının tebliğlerine başlar. Programı en sade haliyle eşitlikçi, ortakçı bir yaşam kurmaktır. Bu yaşamı korumak için bir nevi kurtarılmış alanlar yaratmanın mücadelesini başlatmıştır.
Babek genellikle Bezz karargâhından savaşları yönetse de birçok savaşa bizzat katılmıştır. Mücadeleyi yürüttüğü coğrafyanın niteliği ve kayıtlara düşen savaş sahnelerinden anlaşılmaktadır ki, özellikle dağlık araziyi iyi kullanarak yer yer pusu, sızma, baskın gibi gerilla tarzları ile başarılar elde etmiştir. Abbasi zulmünden bıkan Kürtler, Türkmenler, Farslar, Bedeviler, Ermeniler ve Gürcüler tarafından desteklenen Babek esas gücünü de buradan alarak savaşların galibi geliyordu.
Abbasiler 835’te Babek’e karşı saraydaki devşirme Türk komutan Afşin’i hazırlar ve Bezz üzerine gönderirler. Savaş birçok cephede yürür ve üç yıl boyunca sürer. Afşin orduları yenildikçe Halife destek gönderir ve en son Bezz kalesini kuşatmaya almayı başarırlar.
Kuşatma karşısında Babek kent halkının savaş bölgesi dışına çıkması için anlaşma önerir. Afşin bunu red edip üstelik Halifeden bir af belgesi isteyip ardından teslim olursa ancak o zaman bağışlanacağını söyler. Babek’in yanıtı kimsenin affına ihtiyacının olmadığı şeklinde olur ve bir yarma hareketiyle kuşatmayı aşıp Ermeni topraklarına doğru yol alır. Kaledeki halk-Müslümanlığı kabul edenler hariç-kılıçtan geçirilir.
Ermeni emirlerinden Sehl İbn-Sumbat, yanına sığınmış olan Babek’e ihanet eder. Babek Bizans topraklarına geçip gücünü toparlamak isterken onu oyalayıp bir komployla, yanındaki yoldaşlarıyla birlikte Abbasilere teslim eder.
Babek kendi döneminde kurduğu toplumsal düzenle eşitlikçi, ortakçı yaşamı hâkim kılmış ve ezilen bölge halklarının umudu haline gelerek 20 yıl sürecek olan isyanlara katılımını sağlamıştır. Fakat kimi yetmezlik ve hatalar bu büyük mücadeleyi kalıcı kılmanın önüne geçmiştir.
Birincisi Devlet ve iktidar dışı olan toplumsal alanda eşitlikçi-ortakçı bir yaşamı savunurken devlet ve iktidar ilişkilerinden tümden soyutlanamamış olması, ideolojik ve stratejik olarak sistem karşıtlığını uzun vadeli başarıya ulaştırma şansının olmadığını göstermektedir. Taktik olarak ise dağlara dayandıkça savaşlarda başarılar elde ederken kaleye girip de kuşatmada kalınca yenilgi ile karşılaşması neredeyse kaçınılmaz olmuştur.
İkincisi Diğer bölgelerdeki Hürremi hareket ve isyanları örgütleme ve birleştirme gücünü gösterememiş olmasıdır. Bunu başarmış olsa Abbasi zulmünü bertaraf etmesi mümkün olabilirdi.
Üçüncüsü İslam dininin ve feodalitenin yaygınca geliştiği ve henüz rolünü tam oynamadığı bir döneme denk gelmiş bir isyan olarak karşı hamlesi objektif olarak dezavantajlı durumdaydı.
Dördüncüsü İslam’ın yorumlanması, içtihat dönemi devam ediyor ve sistem kendini gerektiğinde düşünsel düzeyde esneterek sürdürme kabiliyetini gösterebiliyordu.
Beşincisi Buna karşı Babek’in toplumsal düzeninin teorik-felsefik temellerini çok kapsamlı ortaya koyabilmesi gerekmekteydi fakat daha çok eylemsel yönüyle öne çıkmıştı.
Abbasi orduları zulüm ve vahşette sınır tanımıyordu. Bu durumda Babek ve halkı seçeneklerini ‘YA ÖZGÜRLÜK YA ÖLÜM’ biçiminde belirlemişti. Onlarınki bir yenilgi değil tarihe sökülmemecesine yazılmış bir özgürlük destanıydı.
Sonuçta dost bildiğinden gelen ihanet Babek’i dönemin Abbasi başkenti olan Samarra meydanına kadar getirmiştir. Samarra’da ölüme giderken bile Babek’in sergilediği tutum tek başına insanlığa bahşedilmiş çok büyük bir onur ve direniş mirası olmuştur. Af dilerse kurtulacağını söyleyen Halifeye karşı ölürken de diz çökmemiştir. Said Nefisi Babek’i anlattığı kitabında bu son anları şöyle hicveder:
“Mutesim onun ellerinin ve ayaklarının kesilmesini emretti. Onun bir elini kestiklerinde, öteki elini kana batırıp yüzüne sürdü ve yüzünü gözünü kanlı kıpkırmızı yaptı. Mutesim, ‘ey it bu ne iştir?’ diye sordu. Babek şöyle dedi: ‘… İnsanların yüzü, bedenlerindeki kan nedeniyle kırmızı oluyor. Kan bedenden akıp gittiğinde, yüz sararır. Bedenimden kan akıp gittiği zaman halk, ‘yüzünün rengi korkudan sararmıştır’ demesin diye yüzümü kana boyadım.”
“Ona acı çektirmek amacıyla Mutesim, cellada kılıcı onun iki alt kaburgasının arasından yüreğine sokmasını emretti. Bunu yaptıktan sonra, Mutesim’in emri üzerine onun dilini kestiler, onun vücudunu darağacına astılar. Başını Bağdat’a götürüp, köprü üzerinde bir ağaca taktılar. Sonra aynı başı, Horasan’ın kent ve kasabalarında dolaştırdılar. Nedeni ise şuydu ki o, halkın yüreğinde kök salmış büyük bir nüfuza sahipti.
Babek’in son sözleri:
“… Bütün müstebidler (zalim hükümdarlar) gibi sen de yanılıyorsun. Çünkü benim destanım öyle bir destandır ki, ne Babek’le başlamıştır, ne de Babek’le bitecektir. Ey zavallılar, siz hiçbir zaman özgürlük yangısının ne demek olduğunu anlamayacaksınız. O dehşetli yangı ki, yüreği yakıp küle çeviriyor. Özgürlük, o ister tatlı olsun, isterse acı yalnız oydu benim secdegâhım! Ve müstebid ki beni öldürüyor, o da hiçbir zaman anlamayacak ki, ölümü ile özgürlük fedaisi büsbütün yok olmuyor…” ,
Hürremizmin eşitlikçi ve özgürlükçü yaşam anlayışı Babek’in ölümünden sonra da yok olmamış ve Ebu Müslim Horasani şahsında yeniden direnişe geçmiştir.
Ebu Müslim Horasani’nin asıl adı Abdurrahman’dır. Çeşitli kaynaklarca 718 yılında geçmişte İran-Horasan’a bağlı olan bugün Afganistan sınırlarında yer alan Belh kentinde dünyaya geldiği belirtilmektedir. Emevi egemenliğine son verip iktidarın Emevi Hanedanlığı’ndan Abbasi Hanedanlığı’na geçmesine yol açan büyük ayaklanma hareketine liderlik eden Ebu Müslim, Abbasi devletinin kuruluş sürecinde de önemli roller üstlenmiştir.
Ebu Müslim’in temel özelliği muazzam bir birleştirici olması, örgütçü özellikleriyle temel ve tali çelişkileri halklara göstermesidir. Bunu büyük bir ustalıkla gerçekleştirmiş, Emevi zulmünden rahatsızlık duyan tüm kesimleri, aralarındaki çelişki ve çatışmaları bir kenara koymaya ve birlik olmaya ikna edebilmiştir.
Önderlik ettiği isyan hareketiyle Abbasi devrinin açılmasına yol açan Ebu Müslim katledildiği 754 yılına kadar yönetimini yürüttüğü Horasan eyaletinde ilginç bir biçimde adaletli ve eşitlikçi bir yaklaşımı esas almış kendisini Arap kabilelerinden çok mevaliye yani şu ya da bu nedenle İslam’ı kabul etmiş kavimlere özelde de Kürt kabile ve aşiret yapılarına dayandırmıştır. Birliklerini Kürt, Acem ve Türkler başta olmak üzere bölgenin Arap olmayan diğer halklarından oluşturmuş, Zerdüşti ve diğer inançtan insanlara saflarında yoğun olarak yer vermiştir. Onlarla eşitlikçi, adil bir ilişki içinde olmuş aynı haklardan yararlandırmıştır.
Ebu Müslim’in eşitlikçi alternatif yönetimini ve bunun güçlenmesini kendileri için tehdit olarak gören Abbasiler 754’te Ebu Müslim’i davet ettikleri Bağdat’ta sinsice hazırladıkları komployla katlederler.
İSMAİLİLER HAREKETİ VE HASAN SABBAH
İsmâilîyye mezhebinin ortaya çıkışı Abbasi Hanedanlığının ilk dönemine denk gelmektedir. Çok geçmeden Abbasilerin iç yüzünün açığa çıkmış olması, buna karşın birçok halk kesiminde gelişen kandırılmış olmanın yarattığı hayal kırıklığı ortamında, İsmâilîler ortaya çıkmışlardır. Adını, Hz. Ali’nin katliamdan kurtulan tek torunu Zeynel Abidin’in soyundan gelen 6. İmam Cafer el Sadık’ın iki oğlundan biri olan İsmâil’den almıştır.
İsmâilîllik öğretisi esasen iki temel sacayağı üzerinden oluşmuştur. Birincisi hem manevi inanç hem somut siyasi yaşam boyutunu kapsayan bir imamlık öğretisi (doktrini) olmasıdır. ikincisi ise genelde bir yorumlama yöntemi olmakla birlikte, İsmâilîllikte daha geniş bir anlamı olan Bâtıniliğe dayanmasıdır.
İsmâilîler 12 İmamcı Şia’dan bir fırka olarak ayrıştıkları 760 dolaylarından 899 yılı politik ayrışma dönemine kadar, aradan geçen bu uzun tarihsel süreci “gizli davet dönemi olarak adlandırmışlardır.
“Gizli davet in ilk dönemlerinde daha çok Fars bölgesinde (Rey, Kerh, İsfahan ve Civar şehirlerde) davetlerini yayan İsmâilîler, Abbasilerin artan takip ve baskısı nedeniyle davet merkezini buradan bugünkü Suriye’nin Şam şehrine bitişik olan, o dönem ise Şam’a yakın bir kasaba olan Selemiye’ye kaydırmışlardır…
İsmâilîler davet’in başında duran bir imam ve bu imama bağlı Dai’ler öncülüğünde çoğu zaman gizli hareket eden bir örgüt yapısına sahip olmuşlardı. Daveti ya da mezhebi yöneten kişi/kurum olarak imam, babadan oğula geçen usul ile belirleniyordu. Yönetim olgusunda soy ve kabile kültürünün+hanedanlık anlayışının egemen olduğu bir ortaçağ tarihinde, İsmâilîler de bu nesebi kültürü yaşatmışlardı.
İsmâilîlerde Hz. Ali nesebinden gelmek davetin başına geçebilmenin değişmez bir şartı ve kuralıydı. Ayrışma dönemi sonrasında Karmati İsmâilîleri ile bu kural ilk defa bozulduysa da, Fatımi İsmâilîlerinde bu kural olduğu gibi devam etmiş, soy ağaçlarını Hz. Muhammed’in kızı Hz. Fatma’ya dayandırdıkları için de kendilerine Fatımiler denmiştir.
İmamdan sonra gelen kişiler ise Dai’lerdi. Dai’ler, mezhebin sıkı bir eğitiminden geçmiş, dönemine göre işin erbabı, bilgili ve işine vakıf kişiliklerdi. Dai mertebesine çıkabilmek birçok deneyim ve tecrübeden sonra mümkün olabilirdi. Dai’ler genelde bilgili, ilim-irfan bilen kişiler arasından tayin ediliyordu. Bu açıdan Dai’ler bugünün deyimi ile hareketin çekirdeği, profesyonel kadrolarıydı. Gittikleri her yerde etkili örgütlemeler yapabilen, davete taraftar ve kadro devşirebilen şahsiyetlerdi. Aynı zamanda halk hareketinin adım adım örülmesinde önemli katkıları olmuştur.
Selemiye’yi üs edinmiş olan İsmâilîler, 9. asrın başlarından itibaren merkeze yakın alanlarda Abbasilerin sıkı takibatı ve artan yönelimlerinden dolayı Dai’lerini daha çok çevre bölgelere kaydırmışlardır. Bu amaçla Yemen, Mısır, Kuzey Afrika, Fars bölgesi başta olmak üzere özellikle İslam dünyanın yayıldığı birçok bölgeye sürekli Dai’ler göndermiş ve buralarda davetlerini yaymışlardır. Diğer taraftan ise Kufe Sevadları denilen yerleşim birimlerinde, olabildiğince zor şartlarda yaşam mücadelesini veren yoksul köylüler arasında etkili olmuşlardır. Birçok önemli kadrolarını özellikle Kufe şehrinden devşirmişlerdir. Nitekim Kufe, İsmâilîyye mezhebine iki önemli şahsiyet (Dai) de katmıştır. Bunlardan biri 899 yılında bir kol olarak İsmâilîyye’den ayrışan Karmati hareketinin öncüsü Hamdan Karmat’tır. Diğeri ise yine aynı şekilde Fatımi devletinin bizzat mimarı olacak olan Ebu Abdullah eş-Şîî’dir. Böylece 9. asrın sonlarında İsmâilîler kendi içinde Karmatiler ile Fatımiler şeklinde iki farklı kola bölünmüşlerdir. Karmatiler demokratik uygarlığın eğilimi olurken, Fatimiler ise devletçi-iktidarcı uygarlığın eğilimi olmuştur. İsmâilîler hareketi daha çok da Hasan Sabbah direnişiyle adını dünyaya duyurmuştur.
Hassan Sabbah “Dağın Şeyhi” olarak da bilinir. 1054 tarihinde Kum kentinde doğduğu söylense de, doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Fakat 11. yüzyılın ortalarında yaşadığı bilinmektedir. İlk eğitimini babasından alan Hasan Sabbah 7 yaşından 17 yaşına kadar On iki İmam’cı Şii eğitimi alır. Yanı sıra kendisini matematik, felsefe ve dilbilim konusunda da yetiştirir.
17 yaşından sonra İsmâilîliği benimseyen Hasan Sabah, bölgenin İsmâilî önderlerinden de eğitim görmüştür. Bu tarikatın eğitimini tamamlayınca, 1078’de Fatımi İsmâilîlerin merkezi olan Fatımi (Mısır) devletinin başkentine gider. Üç yıl boyunca Kahire ve İskenderiye’de dönemin ünlü bilginlerinden dersler alır. 1081 yılında İsfahan’a dönerek yetkinleşmiş bir şekilde mücadeleye başlar. Yaklaşık 9 yıl çeşitli kentleri gezerek İsmâilîliği yaymaya çalışır. Bu çalışmaları sonucu var olan İsmâilî tabanını daha da genişletir. 1090 yılında Alamut Kalesi’nde eğitim ve örgütlenme mücadelesine yeni bir boyut kazandırarak Alamut Kalesi’ni merkezi üs olarak seçer.
Alamut Kalesi, Elbruz sıradağlarının en doruğunda olup çok korunaklı bir konumdadır. Nitekim yıllarca ordular Alamut’u kuşatmalarına rağmen fethedememişlerdir. Hasan Sabbah burayı bilinçli seçmiştir. Alamut’un bütün eksiklerini tamamlamak için önce su kanalları açıp, ambarlar kurar. Ardından çevredeki küçük kaleleri alıp onlara kuleler yapar. Yanı sıra yürüttüğü örgütlenme çalışmasının bir sonucu olarak da, çevrede bulunan yerleşim alanlarının çoğu İsmâilî olur. Bu arada bazı kurallar getirip reformlar yaparak İsmâilîleri kardeşlik bağlarıyla birleştirir. Böylece her birey kendisini topluluğun sorumlu bir üyesi ve onun ayrılmaz bir parçası olarak hissetmeye başlamıştır. Alamut Kalesi’nin Hasan Sabbah tarafından ele geçirildiğini öğrenen Selçuklu veziri Nizamülmülk, dört ay boyunca Alamut’u kuşatmasına rağmen sonuç alamaz. Bu dönemde Selçuklu devletinde süren taht kavgasını en iyi şekilde değerlendiren Hasan Sabbah, örgütlenme alanını günden güne genişletir. Öyle ki Selçuklu devletinin üst düzey memurları dahi İsmâilî olur.
Hasan Sabbah taraftarlarına sözde afyon içenler anlamında “haşhaşin ler dendiği söylenir. Oysaki o dönem onlara “Assasin” deniliyordu. Assasin kavramının anlamı ise, “bekçiler, sır bekçileri” dir. Öyle anlaşılıyor ki, “Assasin deyimi diğer dillere “haşhaşin olarak geçmiştir. Egemenler sırf karalamak için onların afyon-haşhaş kullandığını iddia etmişlerdir. Diğer bir karalama ise kadınları kullanarak fedailerini hazırladıkları iddiasıdır ki, tamamen özgür iradeleri ile fedaileşen Hasan Sabbah militanlarını ve öğretisini gözden düşürmeye dönük olup gerçeklikle hiçbir alakası yoktur.
Kendine bağladığı güçlerle devlet için tehlikeli olmaya başlayan Hasan Sabbah’ın faaliyetleri Selçuklular tarafından dikkatle izlenir. Hasan Sabbah’ın adamlarıyla mücadele Melikşah tarafından devlet politikası haline getirilir. Bunun bir sonucu olarak bir taraftan ilmi noktada mücadeleyi sağlamak için medreseler aracılığıyla Sünnilik takviye edilirken diğer taraftan da Alamut Kalesi’nin alınması için girişim başlatılır. Ancak bundan bir netice alınamadığı gibi meşhur Selçuklu veziri Nizamülmülk de Hasan Sabbah’ın bir fedaisi tarafından öldürülür.
Melikşah’ın ölümünden sonra da Selçuklularda taht kavgalarının çıkması, Haçlı Seferlerinin başlamasıyla birlikte Müslümanların yaşadığı bazı bölgelerin işgale uğraması Hasan Sabbah’ın işine yarar. Fırsatı değerlendirerek faaliyetlerine hız verir. Önemli bazı kaleleri ele geçirmek suretiyle konumunu güçlendirir. Bu arada propaganda faaliyetlerine de hız katar. Ardından Selçuklu ordusuna sızmak suretiyle taht kavgalarına fiili olarak kendisi de dahil olur. Tarihin bu döneminde Hasan Sabbah’ın adamlarının korkusundan (din ve devlet adamlarını herkesin gözü önünde suikastle öldürmelerinden dolayı) devlet ileri gelenleri elbiselerinin altına zırh giymeden sokağa çıkamaz olurlar.
Hasan Sabah 1124 yılına kadar Alamut Kalesi’ni elinde tutmaya ve faaliyetlerini sürdürmeye devam etmiştir. Birçok bilim dalında önemli birikime sahip olması, teşkilatçılığı, kurduğu düzenli örgütü ile önemli bir güç durumuna gelmiştir. 1124 yılında Alamut Kalesi’nde ölmüş, tarihe fediler örgütü mirasını bırakmıştır.
KARMATİLER HAREKETİ VE HALLAC–I MANSUR
Karmatiler, eğitim ve örgütlenme tarzlarıyla komün ve meclis çalışmalarımızda dikkatle incelenmesi gereken önemli bir harekettir.
Karmati hareketi 870’lerden başlayarak 1070’lere kadar, 200 yıla varan bir dönem içerisinde Ortadoğu’nun bütününe yayılmış olan en büyük toplumsal harekettir. Karmati ismi hakkında en yaygın kabul Karmati hareketin kurucusu olan Hamdan b. Eş’as El-Karmat’ın lakabı olan Karmat’tan geldiğidir.
Hareket mensuplarının bir birlerine Arapçada yoldaş, arkadaş anlamına gelen ‘Refiq’ hitabıyla seslenmeleri hareketin karakterine dair önemli bir veridir.
Hamdan Karmat Küfe bölgesinin Başdaî’si olarak atandıktan sonra bölgede kendi öğretisini yaymak amacıyla üç kişilik bir ekip kurar. Bunlardan ilki hareketin “filozofu ve beyni olarak tanınan Abdan’dı. Abdan Belagat-ül Safa (Kardeşliğin Hitabeti) adında yedi ciltten oluşan bir kitabı kaleme almıştı. Bu kitapta kurulmak istenen komünal toplum düzeninin nasıl olacağı, bu düzene ulaşmak için insanların nasıl bir kişiliğe sahip olması gerektiği, bu amaçla toplum ve bireylerin eğitiminin nasıl yapılacağı ve genel olarak Karmati hareketinin dünyaya bakış açısının ne olduğu anlatılmaktadır. Yani Abdan, hareketin ideolojik önderliğini yürütmektedir. Ekip içerisindeki ikinci isim olan El-Cenabi hareketin Hamdan Karmat’tan sonra gelen ikinci önderi düzeyindedir. Hareketin bir numaralı örgütleyicisi ve eylem adamı olarak tanınır. Tüm tarihçiler tarafından komünal toplum projesini hayata geçiren en cesur Karmati komutanı olarak tanıtılır. Üçüncüsü ise Hamdan Karmat’ın öğrencisi olan Zikreveyh El-Dendani’dir. Daha çok İran topraklarında hareketi tanıtmak ve yaymak için görevlendirilmiş ve bu alanlarda çalışma yürütmüş bir öncüdür.
Irak’tan Yemen, Mısır, Şam ve Afrika’daki halklara kadar Ortadoğu baştan başa bu komünal halk örgütlenmesi etrafında şekil almıştır.
Örgüt yapısı üçer kişilik komitelerden oluşan ve üstten alta doğru uzanan bir örgüt modeli olarak ortaya çıkıyordu. Örneğin Hamdan’a bağlı olan üç kişiden biri olan Abdan da kendine bağlı üç kişilik bir komite oluşturmuş ve bunları Küfe’nin değişik alanlarına öğretiyi yaymaları amacıyla göndermişti.
Hareket kendi içerisinde oldukça gizli bir yapıyı da ifade etmekteydi. Özellikle Daî’lik mertebesinden itibaren örgütsel yapı oldukça derin bir gizlilik içerisinde korunuyordu. Bölgenin her tarafına yayılmış olan Abbasi iktidarına ve onun ajan yapısına karşı alınan en büyük tedbir bu gizlilik olmaktaydı. Öyle ki hareketin kadroları arasında sıkça yer değiştirme, birden fazla kod isim kullanma, hücre yöntemine göre çalışma, her sorumlunun kendi yerine bir vekil tayin etmesi gibi pratik adımlar örgütün hareket tarzında olmazsa olmaz kurallar olmaktaydı. Kendi aralarındaki yazışmalarda bile Arapça Cifr adı verilen ve sayılarla kodlamalara dayalı bir şifre sistemi kullanılmaktaydı.
Hareketin kendisini yeterince geliştirdiği kanısına ulaşan Hamdan Karmat taraftarlarına Küfe yakınlarındaki Mühtemâbâz köyünü Dar’ül Hicre (hicret evleri) olarak inşa etmelerini salık verir. Bunun üzerine Karmatiler için günümüzün komün evleri ve akademilerine karşılık gelen mekânlar kurulmaya başlanır. Bu mekanlar hem toplumun hem de hareketin kadrolarının eğitilip örgütlendirildikleri temel mekanlar olarak dönemin “Devrim Ocakları dır.
Karmatiler eğitim sistemlerini çeşitli derecelere ayrıştırmışlardı. Dokuz aşamadan oluşan bu sistem içerisinde halk değişik aşamalarda çok farklı konular üzerinde tartışmalar yürütülerek eğitiliyordu. Her aşama için davet adı kullanılmaktaydı. Birinci davet olarak adlandırılan ilk eğitim hareketi yeni tanıyan ve Karmati sistemi içerisine yeni girmiş olanlara verilen eğitimdi. İnsanların akıllarına gelen hemen her türlü sorun üzerinde tartışmalar yürütülüyor ve bu tartışmalar içerisinde insanların yaşadıkları toplumsal çelişkiler üzerinde duruluyordu. Hareketin genel öğretileri hakkında çok fazla tartışmalar yürütülmüyordu. Bu eğitimler son aşama olan dokuzuncu aşamaya kadar yavaş yavaş ağırlaştırılarak ilerliyordu. Her aşamada yeni bir konu ve değişik bir sorun üzerinde tartışılıyordu. Sona doğru yaklaşıldığında ise artık daha geneli kapsayan toplumsal sorunlar, siyaset, ilahiyat konuları ele alınıyordu. Son olarak dokuzuncu mertebede ise tasavvuf konuları, felsefe, hakikat gibi sorunlar tartışma konusu oluyordu. Bu aşamayla beraber artık kişi bir ermiş düzeyine ulaşmış sayılıyordu. Bu eğitimler sadece hareket kadroları ile sınırlı eğitimler değildi. Toplumun tüm kesimleri bu eğitimlerden geçiriliyordu. Özellikle ‘Hicret Evleri’ne yerleşen tüm toplumsal kesimler bu eğitim prosedüründen geçirilerek temel bir bilinçlenme faaliyeti gerçekleştirilmiş oluyordu. Yine halk içerisinde Mecalis’ül Teğziye (Beslenme Meclisleri) ismiyle düzenledikleri tartışma platformlarında halkın çok değişik konular hakkındaki sorularına tartışma yöntemiyle cevaplar veriliyordu.
Örgütlenme konusunda Karmatiler halklar ve inançlar arasına hiçbir ayrım koymazken her etnik kökene ve dine göre bir propaganda faaliyeti yürütüyorlardı. Sabii, Mecusi, Yahudi, Hıristiyan, Maniheist ya da filozof olmasına bakmadan herkese ulaşmak ve onları bu öğreti çerçevesinde örgütlemek her Daî’nin önüne konulan en temel görev oluyordu. Bir alana gönderilen bir Daî’nin ilk görevi, gideceği alanın toplumsal özelliklerini çok iyi bilmek ve tanımak olmaktaydı. Eğer bir Daî Sünni Müslümanların bulunduğu bir alana gidiyorsa, önce o yörenin insanını iyi tanıyacak, çelişkilerini bilecek, sorunlarını anlayacak ve buna göre o yöre halkına yaklaşacaktır. Yine örneğin Mecusi ya da Maniheist bir alana gidiyorsa, o dini inanca sahip kesimlerin inançlarını iyi bilecek, onlarla onlar gibi ilişki kuracak ve onların devletlerle özellikle de Abbasi devleti ile olan çelişkisini anlayıp ona göre bir yaklaşım sergileyerek o kesimleri de Karmati davetine katacaktır.
Yine en temel bir toplumsal kesim olarak kadınların toplum içerisindeki etki düzeyleri hissedilir derecede artmıştı. Kadınlar her türlü toplumsal faaliyet içerisinde erkeklerin yanında yer alıyordu. Çocuklara da ayrı bir yer tanınmaktaydı. Özellikle çocukların eğitim konuları bizzat hareketin Daî’leri tarafından yerine getirilmesi gereken en önemli görevlerden birisiydi. Yemen Karmatilerinin Başdaî’si olan El-Cenabi bulunduğu yerde cins, sınıf, renk, ırk ayrımı yapmadan her yaştan çocuğu kendi yanında topluyordu. Bunlara Urefa (arifler-anlayanlar) adını vermişti. Onları özel olarak eğitiyordu. Hareketin temel öğretilerinin yanı sıra ata binmeyi, kılıç kullanmayı ve savaş taktiklerini de öğretiyordu. Hareketi geleceğe taşırmanın ancak yeni kuşaklar üzerinden gerçekleşeceğinin bilincinde olan Karmatiler, bunu da en yetkin bir biçimde gerçekleştiriyorlardı. Ayrıca çocukların üretim içerisinde de kendi güçleri oranında katılımları sağlanıyordu. Örneğin ekili tarlalara zarar vermek isteyen kuşları kovalayarak toplumsal üretime katılmış oluyorlardı.
Karmatiliğin gelecek perspektifini Yemenli bir Karmati Önderi olan Hasan Bin Mansur şu sözlerle dile getiriyordu:
“Gün gelip beklenen Mehdi zuhur ettiğinde (göründüğünde) aslan ile boğa aynı havuzdan su içecek, çoban koyunlarını kurtlara teslim edip gidebilecektir. Kötülüğün yerini iyilik alacak, sapıklıklar sona erecek, sahibine hakkı verilecek ve insan doğduğu günkü gibi eşit ve özgür olacaktır.
Karmatiler dayandıkları felsefi yaklaşım ve toplumsal zemine uygun bir ekonomi anlayışını da toplum içerisinde geliştiriyorlardı. Karmat Hamdan, örgütlülüğün belli bir güce ulaşmasından sonra hareketin hakim olduğu alanlardaki halklardan “fitre adını verdiği bir dirhemlik vergi ödemelerini ister. Bu alınan vergiler o dönemlerde daha çok da hareketin ihtiyaçları ve kadrolaşma çalışmaları için aktarılır. Ancak daha sonra belli bir toplumsal zemin oluştuktan ve hareket belli bir sistematiğe kavuştuktan sonra “hicret adı verilen kişi başına bir dinarlık vergiyi şart koşarlar. Bu ise hareketin hakim olmaya başladığı alanlarda sistemin kurumlaşma ihtiyaçları için harcanmaktaydı. İlk Dar’ül Hicre’nin kurulması bu sayede gerçekleşmiştir. Dar’ül Hicre kurulduktan sonra ise ilk önce halktan sahip oldukları mal ve giyeceklerinden beşte birini toplumsal ortaklığa sunmaları istenmiştir. Bu karar ortak mülkiyet sistemine geçişin bir ara aşaması oluyordu. Bir süre sonra da ülfet sistemi getirilmiştir.
Ülfet, insanların mallarını tek bir merkezde toplayarak bir birlerine karşı maddi üstünlük sağlamadıkları ve mallarını ortaklaştırdıkları sistemin adı olmaktaydı. Bununla toplumda özel mülkiyete son verilmiş oluyordu. Hamdan insanlara “yanlarındaki mallara ihtiyaçları olmayacağını, çünkü dünyanın tamamının kendilerinin olacağını bildiriyordu. Zaten Karmati hareketine komüncü özelliğini veren en temel anlayış, özel mülkiyete son verilerek toplumsal mülkiyetin gerçekleştirilmesidir. İnsanların kılıç, ok ve yay gibi silahları dışında hiçbir bireysel eşyası yoktu.
Üretim imece usulü gerçekleştiriliyordu. Herkes tarlaların ekim ve biçiminde ortak çalışıyor ürün ortak dağıtılıyordu. Besi hayvanları ortak bir biçimde besleniyor, ürünleri (süt, peynir, yağ, vb.) ortak kullanılıyordu. Toplumdaki her kesim, üretimin bir yerinde bir biçimde çalışmalara dâhil oluyordu. Toplumda herkes gücü kadar ve yeteneği çerçevesinde çalışıyor ve ihtiyacı kapsamında ve oranında üründen yararlanıyordu.
Üretimde ortaya çıkan ürünler halk evi de denilebilecek yerlerde toparlanıyordu. İlk başlarda Dar’ül Hicret’in kendisi ürünün toparlandığı alan olmaktaydı. Ancak sistem büyüdükçe buralar için daha geniş alanlar ayrılmaya başlandı. Her alan kendi özgülünde buraları isimlendirmişti. Örneğin Yemen’de Hasan Bin Mansur, La Aden bölgesindeki Reyp Kalesi’ndeki topluluklar için geliştirdiği model siteye ‘Barış Evi’ anlamına gelen Beyt Ribe/Beyt Selem adını verdi. Ortaya çıkan ortak hazineye ise Beyt’ül Mal denilmekteydi. Beyt’ül Mal tüm topluma aitti ve tüm topluluk üyeleri ihtiyaçlarını buralardan karşılamaktaydılar. Mağrip (Fas-Tunus) Karmatilerinde buralar Beyt-ül Teşriq (Aydınlanma Evi) Bahreyn Karmatilerinde ise El Meşhed-ül Azam denilmekteydi. İsimleri farklı olsa da buralar topluluğun mallarının ortaklaştırıldığı, kolektif bir faaliyetle yürütülen üretim sonucu elde edilen ürünlerin bir araya getirilerek yine topluma ihtiyaçları oranında dağıtıldıkları alanlar olmaktaydı.
Karmati hareketinin yarattığı özgürlük ortamında gelişen hakikat arayışçılığı kendinden sonraki dönemlere de ilham kaynağı olmuştur. Merkezi uygarlık güçlerinin topluma dayattıkları iktidar eksenli zihniyet yapılarının hakikat olamayacağını, gerçek hakikatin insanda, gerçek aşkın insana olan aşkta aranması gerektiğine inanan tasavvuf ehli bilginler topluma iktidar dışı bir zihniyet ve inanç alternatifi sunuyorlardı. Bununla toplumların devlete ve onun talan, sömürü ve kölelik dayatmaların mecbur olmadıkları insana dayalı bir özgürlük seçeneğinin halkların gerçek yaşam hakikati olduğu en büyük işkenceler ve ölümler pahasına savunuluyordu. Bu geleneğin en büyük temsilcisi olarak hakikati kendinde bulan ve ‘Ene-l Hak’ diyerek hakkın doğru yolunu inananlara gösteren Hallac-ı Mansur dönemin en büyük âlimi oluyordu.
Hallac-ı Mansur 858 yılında İran’ın Beyza kenti yakınlarındaki Tur kasabasında dünyaya gelir. Tam adı Hüseyin b. Mansur El-Hallac El-Beyzavi’dir. Baba mesleği olan pamuk eğirtme ve temizleme işi olarak bilinen hallac işini yaptığından Hallac lakabını aldığı rivayet edilir. Dedesinin Muhammed adında bir Zerdüşti olduğu bilinmektedir. Ancak kaynaklarda anne ve babasının Müslüman oldukları iletilmektedir. Daha çocuk yaşlarından itibaren dini konularla yakından alakadar olmuştur. Aile olarak yeni kabul ettikleri Müslümanlığı anlama çabası oldukça yoğundur. Bu durum özellikle de Kuran hakkında yaptığı yorumlar çevresinde büyük bir ilgi uyandırmaktadır.
Bu ilgisi onu dönemin dini âlimlerinin yanında ders almaya yönlendirir. 903 yılında ilk haccını gerçekleştirir. Mekke’deki geçirdiği bir yıllık dönem Hallac-ı Mansur için inziva dönemi olarak adlandırılmaktadır. Bir sene boyunca Kâbe’nin yanında bir taşın üzerinde kendisini yeme ve içmeden soyutlamış bir biçimde yoğunlaştığından bahsedilir. Bu dönem Hallac, riyazet (nefsin isteklerini kırma) ve itikâf (dünya işlerinden kendini soyutlama) yaşantısına önem vermeye başlar.
Mekke tavafından sonra 903-905 yılları arasında Tüsteri şehrinde kendisini dünya işlerinden soyutlamış bir şekilde yaşantısını devam ettirir. Basra’da klasik sufi anlayışından yaşadığı ayrışmanın ardından Mekke’de gerçekleştirdiği yoğunlaşmalar O’nu Hallac-ı Mansur yapan dönemi ifade etmektedir. Tüsteri kentinde her ne kadar dünyadan elini ayağını çekmiş bir yaşam sürdüğü görüntüsü ortaya çıksa da aslında Mansur’un burada tasavvufta ulaştığı sonuçlar üzerinden halkla tartışma meclisleri kurduğu ve buralarda insanlara, ulaştığı hakikatleri anlattığına dair veriler bulunmaktadır.
Hallac-ı Mansur’da insanı, tanrıyı ve evreni içeren varlığın birliği esastır. O’na göre gerçek olan, var olan, “Bir dir. “Çokluk bir görüştür. “Bir in değişik biçim ve nitelikte yansımasıdır. Bu “Bir de tanrıdır. Ancak, evren ve insan bu “Bir in dışında değil, içindedir, onunla özdeştir. Bu nedenle insanın “Ene-l Hak demesi doğrudur, gereklidir. İnsan konuşan, dolaşan, düşünen, sevinen, gülen, üzülen, öfkelenen bir tanrıdır. Tanrının bütün nitelikleri insanda, insanın bütün özellikleri tanrıda, evrende bir birlik, bütünlük içindedir. Ölüm gerçek değildir, bir değişmedir, bir görünüştür. Bundan dolayı kişinin ölümü yaşamında, yaşamı da ölümündedir. Hallac-ı Mansur bu düşüncesini, çevresinde toplanan büyük bir kalabalığa “Beni öldürün. Beni öldürün, yaşamım ölümümde, ölümüm yaşamımdadır. sözleriyle açıklamak istemiştir.
Hallac toplumsal ilişkilerinde insanlar arasında hiçbir fark gözetmemiştir. Bu onun birçok dini kesimlerle rahat bir biçimde alıp vermesine olanak sağlamıştır. Daha önce Karmati Daî’leri için söylediğimiz, gittikleri her toplumsal kesimle onların kültürlerini esas alarak ilişkilenme yaklaşımı Hallac’ta da karşımıza çıkmaktadır. Bir Hıristiyan ile Hıristiyan gibi, Yahudi ile Yahudi gibi, Mutezile ile onun gibi konuşup ilişkilenmiştir. Sabiler ile oldukça yakından ilişkilenmiştir. Hiçbir toplumsal kesim, dini inanç ya da kültür arasında fark koymamıştır.
907 yılında ise görüşlerini yaymak üzere kısa bir seyahate çıkar. Horasan, Fars ülkesi ile Irak şehirlerinde, Ahza’da ve Kum’da bulunur. Bu alanlarda kendi öğretileri çerçevesinde halklarla tartışmalar yürütür. Gezdiği alanların o tarihlerde Karmati merkezleri olması dikkat çekicidir. Özellikle Ahza ve Horasan’da Karmati örgütlenmelerinin yoğun olduğu bilinmektedir. Bu seyahatlerden sonra Hallac tekrar Kabeyi ziyarette bulunur. Hac dönüşünde Bağdat’a gelir ancak burada fazla kalmaz.
Hallac’ın yaşamında artık yeni bir dönem başlamıştır. Müslüman olmayan halkları İslamiyet’e davet etmek üzere Bağdat’ı terk ederek Hindistan ve Doğu Türkistan’a gider. Asker kıyafetleri içerisinde HaIlac Keşmir’deki Hinduları, Maçin’deki Türkleri İslam’a davet eder. Bu gidişinde Hoten ve Turfan’a kadar uzanır. Buralarda Hindu kast sınıflarından pek çok kişiyi Müslümanlaştırır. Bu gün bile o Müslümanlara “Mansuri” denir. Daha sonraları Hint mistik anlayışını kendi tasavvufi görüşlerine kattığı iddia edilir. Bilhassa ‘fena’ hali (erime hali-fenafillah Allah’ta erimek) ile Hint yoga’sındaki yok olma hali arasındaki benzerlik dolayısıyla da suçlanır.
Hallac, üçüncü hac ziyareti sırasında Mekke’de kendi öğretisi doğrultusunda örgütlenmesini geliştirmek ister. Ancak Hallac’a karşı tepkiler giderek artmaktadır. Bunun üzerine Hallac Ahza’ya kaçmak zorunda kalır. Bir süre sonra gittiği Sur şehrinde bir ihbar sonucu yakalanır. Rivayete göre Hallac adında bir kişinin evine sürekli yabancı insanların geldiği, gece geç saatlere kadar meclisler kurdukları ve sakıncalı şeyler konuştuklarına dair Abbasi güçlerine yapılan ihbar üzerine Hallac yakalanarak Bağdat’a getirilir.
Hallac yakalandıktan sonra bile bu faaliyetlerine son vermemiştir. Bağdat’ta zindanda kaldığı süre içerisinde bile ilişkide olduğu kişilerle irtibatını kesmemiş, gerek mektup yoluyla gerekse de ziyaretçileriylelerle kendi faaliyetlerine devam etmiştir. Bazı kaynaklara göre Hallac zindandayken Bağdat merkezde baş gösteren Hanbeli ayaklanmasına direkt etkide bulunmuştur. Bu durum karşısında Maliki kadısı Ebu Ömer Hammadi’nin fetvası ve Abbasi halifesi Muktedir’in buyruğu üzerine 26 Mart 922 tarihinde Bağdat’ta katledilir.
Önce derisi soyulana kadar kırbaçlandığı, daha sonra kitleye taşlatıldığı, ardından kolları ve bacaklarının kesildiği son olarak cenazesinin yakıldığı ve küllerinin Dicle nehrine savrulduğu şeklinde anlatılan idamı hikâyeleştirilerek günümüze kadar aktarılmıştır.
ŞEYH BEDREDDİN
Şeyh Bedreddin’in doğum tarihi tam olarak bilinmemekle birlikte 13. yüzyılın ikinci yarısından sonra, 1358 veya 1365 tarihlerinde Edirne yakınlarındaki Simavna Kalesi’nde doğduğu söylenmektedir. Asıl adı Mahmud’dur. Daha öğrenciyken bilime katkı sunacak biri olarak görülmüştür. Bu da kendisine saygınlık kazandırmıştır. Bursa’da eğitimini tamamlayıp yola çıkacağı sırada Emin Buhari kendisine Bedreddin ismini vermiştir. ‘Bedr’ ‘ay ışığı’ anlamına gelir. Bedreddin ise, ‘dinin ayı, dinin ışığı’ demektir.
Bedrettin “Yârin yanağından gayrı hemen her şeyin insanlar arasında ortak, paylaşılabilir ve mubah olmasını bir eşitlik ilkesi olarak görmüştür. Osmanlı toprağında yaşayan halklar arasında, din farkının kaldırılmasını ve Müslüman olmayanların da ülke topraklarından yararlanması gerektiğini ileri sürmüştür. Bu çerçevede “bir toprak reformu ve buna koşut olarak dinsel bir reform” yapılmasını savunmuştur. Bu nedenle de Şeyh Bedrettin ve müritleri halkın arasına karışarak, toprakların onu işleyen, ona alın terini karıştıranların olduğunu söylemişler ve insanların kardeşliğini öğütlemişlerdir.
Bedreddin birçok bölgeyi gezer, Filistin, Şam ve Halep üzerinden Konya’ya gelir. Ardından Tire’ye giderek orada Börklüce Mustafa ve oradan da İzmir’e giderek Torlak Kemal ile tanışır. Börklüce Mustafa Bedreddin’den etkilenerek dervişlik yolunu seçen eski bir Osmanlı akıncısıdır. Torlak Kemal ise Orta Asya kökeninden yeni kopmuş olan Torlaklar olarak tanınan Türkmen kesiminden gelmektedir. Torlaklar yerleşik ve merkezi otoriteye karşıdırlar. Böylece Börklüce ve Torlak Kemal Şeyh Bedreddin’in en yakın takipçisi ve pratikçisi olurlar.
Bedreddin her geçtiği yerde yoğun ilgi ile karşılaşır. Din, dil ve kültür farkı gözetmeksizin herkesle tartışmalar yürütür ve tartıştığı kişiler üzerinde etkiler bırakır. Yalnız Anadolu topraklarında değil, Ortadoğu genelinde tanınan ünlü bir bilgin ve halk önderi haline gelir. Bu yüzden Osmanlı sultanı Çelebi Mehmet, onu İznik’e sürgüne gönderir. Burada göz hapsinde tutulur. İznik’in seçilmesinin nedeni ise, burada ilişki kurabileceği kişilerin az olması ve onu denetlemenin daha kolay olmasıdır.
Bedreddin’in ideolojisini halka taşırma görevini üslenen Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal öncülüğünde dervişler, aydınlar, ozanlar Ege’ye yönelirler ve yeni bir toplumsal düzen kurarlar.
Bedreddin hareketinin kurduğu bu yeni düzene “Ortaklar ismini verirler. Emeğin paylaşımında kadın-erkek, ırk, din ve dil farkı yoktur. Kadın-erkek omuz omuza, derviş-papaz yan yana geleceğin kurulması için çalışmaktadır. Kurulan yeryüzü cennetinin muştuları günbegün Bedreddin’e ulaşmaktadır.
Bedreddin’in Osmanlı topraklarında oluşturmaya çalıştığı ve Ege’nin birçok yerinde pratikleştirdiği bu sistem (Ortaklar Hareketi), kaynağını devletçi uygarlığın toplum dışılığından alıyordu. “Ortaklar hem bilinçlerde hem de pratik yaşamda kökleşirken, Osmanlı egemenlerinin saldırıları da gecikmeyecektir. Fakat birçok saldırı yapmalarına rağmen direnişle karşılaşacaklardır.
“Ortaklar ın bu kadar güçlenmesi, üstelik üzerine giden tüm güçleri geri püskürtmesi Osmanlı’nın otoritesinin sarsılması anlamına gelmekteydi. Bunun üzerine Çelebi Mehmet bir ordu hazırlatır, başına da geleceğin sultanı Şehzade Murat’ı geçirir. Yanına da o döneme değin hileleriyle iktidar çevrelerinde birçok oyuna karışmış olan Beyazid Paşa’yı verir.
Büyük direnişler sonucunda Börklüce esir düşer ve işkenceyle katledilir. Ardından Torlak kemal savaş meydanında vurulur.
Sıra Bedreddin’e gelmiştir. Osmanlı sultanı iyi bilmektedir ki, her şeyin başı odur ve yandaşları ne kadar katledilse de, o ışığını yaymaya devam ettiği müddetçe, bu iş tamamen çözülmeyecek, tekrar tekrar karşısına çıkacaktır.
Bedreddin bir gece gizlice İznik’ten ayrılır. Kastamonu’ya İsfendiyar Bey’in yanına ulaşır. Tatar iline ulaşmak ister, bu olmayınca Sinop limanından bir gemiye binerek Rumeli’ye geçer. Zagra’ya oradan da Silistre’ye, Dobruca’ya ve Deliorman’a gider. Deliorman’a yerleşir.
Bu arada İznik’ten ayrıldığı haberi Çelebi Mehmed’e ulaşır ulaşmaz, Çelebi Mehmed peşine bir ordu gönderir. 1500 kişilik bir güçle ölü ya da diri yakalanmasını istemektedir. Çevresindekiler savaşa hazırdırlar. Fakat bir sabah herkes uyurken, çevresindekilerden habersiz yola çıkar. Bedreddin Serez’de Osmanlı güçlerinin elindedir. Osmanlı böyle bir davranışı beklememektedir. Bu teslim olma durumu bağışlanmayı bile sağlayabilirdi. Eğer düşüncelerinden vazgeçerse bağışlanabilirdi. Oysa Bedreddin düşüncesinden vazgeçmez. Hatta kendini savunma gereği bile duymaz. İdamı için fetva gerekiyordur, ama mevcut Osmanlı bilginlerinin hiçbiri buna cesaret edemez. En sonunda İranlı iki kadı “Malı haramdır, canı helal! diyerek mal varlığına dokunmaksızın idam edilmesinin fetvasını verirler. Bunun üzerine hemen idam kararı uygulanır. 1420’de Serez çarşısı meydanında idam edilir.
Demokratik komünal hareketlerin direnişleri, katliamlarla son bulmadığı gibi insanlığa büyük bir direniş ve komünal yaşam kültürünü miras olarak bırakmışlardır.
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info