06 Şubat 2014 Perşembe Saat 08:24
İNSANLIĞIN KOMÜNAL YAŞAM ÖZÜ VE BİRİKİMİ
‘’Toplumsal varlığın oluşumundaki komünal nitelik, biçime değil öze ilişkin bir husustur. Toplumun ancak komünal tarzda varlığını sürdürebileceğini kanıtlar. Komünal niteliğin yitirilmesi toplum olmaktan çıkmakla özdeştir. Komünal değerlerin aleyhindeki her gelişme toplumdan bir takım değerlerin kaybı anlamına da gelir. O halde komün halindeki yaşamı temel yaşam biçimi olarak değerlendirmek gerçekçidir. İnsan türü varlığını bu yaşam biçimi olmadan sürdüremez. Bu gerçeği şu yanlış kanıların anlaşılması için ısrarla vurguluyoruz: Uygarlık söylemine göre toplumu yaşatan, yücelten hiyerarşi ve iktidar değerlidir. Gerisi güdülmesi gereken sürüdür. Denebilir ki, bu anlayış en eski olduğu kadar zihinleri en çok işgal eden ilk büyük ve sistematik yalandır. Toplum bu ideaya inandırıldıkça, aleyhine olan süreci de meşrulaştırmış olmaktadır. Bu öylesine güçlü bir ideadır ki, günümüzde de buna kanmayan neredeyse yok gibidir. Komünal düzen toplumun var oluş tarzı olmasına rağmen, yaşatan ve yücelten değerin hiyerarşik ve iktidar gücüne mal edilmesi, çözülmesi gereken çelişkilerin başında gelmektedir. Toplumsal tarihin çarpıtılmasını sağlayan bu söylem tarih, edebiyat ve politika başta olmak üzere tüm üstyapının da temel anlayış normu oluyor. Sonunda toplumun gerçek var oluş tarzı dilsiz, söylemsiz bir nesneye dönüşüyor.
İlkel topluma ‘ilkel’ demekten kurtulmadıkça, sosyal bilimin bütün tespitleri yanlış üzerine bina edilmekten kurtulamaz. Kök hücre benzetmesine yine başvurmalıyız. Tüm çeşitlilik kazanan hücrelere göre ana hücre ilkel olabilir. Ama bu ilkellik, gerilik aşılması gereken anlamda bir ilkellik olmayıp, ilke, esas anlamında bir ilkelliktir. Komünal toplum değerlerine bu yönlü bakmadıkça, diğer tüm kurumlarının analizi köksüz, kendi başına ciddi anlam yoksunluğu içinde değerlendirilecektir.
Demek ki toplumsal mücadelede tutarlı olmak istiyorsak, öncelikle toplumun var olma tarzına saygılı olmalı ve gerçekçi bakmalıyız. En radikal çağdaş toplumcuların sadece çözümlemelerinde değil pratiklerinde de komünallikten kaçış var. Kendisi özel, düşüncesi komünal demek bir aldatmacadır. Bu, kapitalist sistemin toplumu ahlaktan yoksun bırakmasının bir sonucudur. Neredeyse 20. yüzyılın sonlarına kadar etnisite-kabile-aşiret-halk sosyal bilimin dışında gibi göründü. En az siyasal iktidar kadar etnisiteye değer vermeden, toplumsal sorunlara anlam vermek ve doğru çözümlere gitmek olası değildir. Komünal özün formu en yoğunluklu olarak etnisitede ifade bulur. Etnisiteyi ortadan kaldırdığımızda toplumdan geriye ne kalır? Daha düne kadar Marksizm de dahil tüm çağdaş düşünce ekolleri etnisiteyi işlevi olmayan, arkaik bir form olarak değerlendiriyorlardı. Komünal özü daha da iğreti, geriliğe özgü bir nitelik gibi yansıtılıyordu. Bireycilik ne kadar öne çıkarsa, toplumsal değerlere hâkim olursa o denli önemli, onurlu sayılır oldu. Sosyal bilimciler rahiplere göre çok olumsuzdurlar derken, çok önemli bir husustan bahsediyoruz. Toplumun önde gelen şuurlusu olarak rahip, düşünüp inandığı gibi toplumla toplum için yaşar. Bilgisinin doğruluğu temel kıstas değildir toplumun komünalliğine bağlılığı esas kıstastır. ‘Sosyal bilimci’ ise, bilgisinin doğruluğu ne olursa olsun, toplumsal komünalliği esas almaz. Bir teknik eleman gibi yaklaşır. Felaket de böyle başlar. Genelde tüm bilimciler, özelde sosyal bilimciler toplum komünalliğinin kutsallığını tanıyıp ölümüne bağlı kalmadıkça, haklı olarak ‘büyük ahlaksızlar sınıfı’ olarak adlandırılmaktan kurtulamayacaklardır. Toplum komünalliğine bağlı olunsaydı, ne savaş ve iktidar, ne de sömürü ve istismar yaşanan boyutlara gelirdi. Atom bombasını hangi toplumsallıkla izah edebiliriz? ‘’(A.Öcalan)
Toplumsal yaşamın hakikatleri kendi kavramlarını yaratmıştır. İktidar kavramlarıyla toplumsal alanın kavramları birbiriyle çatışırken iktidar alanı toplumun kavramlarını çarpıtıp kendine mal etmeye çalışır. Toplumsal alan ise kendi kavramlarına sahip çıktığı oranda hakikatlerini açığa çıkarır. Kimi kavramlar da vardır ki iktidar alanı bunlara saldırsa, çarpıtsa da kendine mal edemez, çünkü her koşulda toplumsallığı anlatan kavramlardır. Bu türden kavramların başında da KOMÜN kavramı gelir.
Komün kavramı doğrudan toplumsal yaşamın var oluş tarzını anlattığı için iktidar kendine mal edemez. Komünizm kavramıyla özdeşleştirilerek ne denli saldırıya uğrasa da komün insanlık tarihinde ve günümüzde insanca yaşamanın adıdır. Komünalizm toplumun var oluş tarzı olduğu gibi komün de toplumsallığını korumanın vazgeçilmez örgütlülüğüdür. İnsan ve toplumsallığıyla bu denli özdeşleşmiş kavram olan komünün yeniden canlandırılmaya ihtiyacı vardır.
Toplumsal yaşamın var oluş tarzının komünal olduğunu bilmenin önemli sosyolojik sonuçları vardır. KOM kökü Aryenik dillerde ve Kürtçede topluluk ve gurup anlamına gelir. Komünalite ortakçı yaşamı anlatır. Komün bu ortakçı yaşamın örgütlenme formudur. İnsanlığın karşılaştığı sömürü gerçeği yabancılaşmayı doğurmuş ve komünal yaşamdan uzaklaşma gerçekleşmiştir. Komünal yaşamdan uzaklaşan yani toplumsallığı dağıtılan insanın baskı ve sömürü cenderesine alınması daha kolay olmuştur. Toplumu koruyan en büyük savunma gücü toplumsallığın kendisidir. Toplumsallığı baskılanmayan, geriletilemeyen bir topluluğu hiçbir güç uzun süreli olarak egemenliği altına alamaz. Bu nedenledir ki egemenlerin ilk saldırdığı şey toplumsallığın kendisidir. Yine, toplumsallığa karakterini veren olgusallıkta kadın ve erkek birbirini tamamlar, birbirine yabancı değildir ve egemenlikçi bir ilişki tarzı tanınmamaktadır.
Kadın aleyhine başlayan kırılma süreci toplumda yabancılaşmanın, hiyerarşik egemenlikçi ilişkinin başladığı süreçtir. Kadın ne derecede geriletilirse toplum o derecede kolay egemenlik altına alınır. Bu aşamadan sonra kadınıyla erkeğiyle toplum var oluş özünden uzaklaşmaya başlar. Bunun için tüm egemenlikçi sistemler ilkin ve en çok kadına saldırır. Kadın geriletilmeden toplum geriletilemez. Bunun bilincinde olan egemenler kadını her çağın ilk hedefi haline getirmişlerdir. Dolayısıyla komünden bahsetmek ilkin kadın kimliği ve toplumsallıktaki öneminden bahsetmeyi gerektirir.
İlk insan topluluklarının göçebe halde toplayıcılık yaptığı ve komünal yaşadığı bilinmektedir. İnsanlığın bu aşamasına dair halen büyük tarihi yalanlar uydurulmaktadır. Hem komünal toplumdan bahsedilmekte hem de ilkellik damgasıyla geri bir toplum olarak ilan edilip kölecilik meşrulaştırılmaktadır. Köleci iktidarın topumu kıskıvrak mahkûm ettiği aşamanın ileri gösterilmesi, kadın köleliğinin sonraki yüzyıllarda derinleşerek sürmesinin temel sebeplerinin başında gelir.
Toplum neolitik aşamada kadın kimliği ve rolü etrafında şekillenirken köy yaşamının temel karakteri yine komünal haldedir. Sömürüye, baskıya yer yoktur. Neolitik kültür birikimleri adeta hırsızlanarak devletli uygarlığın sömürü kültürü hâkim kılınsa da toplumun var oluş karakteri yok edilemez ve bir direnç kaynağı olarak varlığını sürdürür. DİRENDİKÇE TOPLUMSALLAŞAN, TOPLUMSALLAŞTIKÇA DİRENİŞİNİ GÜÇLENDİREBİLEN İNSANIN KURTULUŞU KOMÜNAL YAŞAM GELENEĞİNİ CANLANDIRMASINDAN GEÇMEKTEDİR.
Komünal yaşamın yeniden örgütlenmesi demek yeni bir toplum icat etmek değildir. Toplumun geriletilen, yabancılaşmaya uğratılan, baskılanan özünü açığa çıkarmaktır. Bunun örgütlenme biçimi ise Komün ve Meclislere dayalı geliştirilirse ancak o zaman toplumun doğrudan demokrasi uygulamasıyla iradesi açığa çıkabilir. Komünler toplumun ekonomik-ekolojik ve ahlaki yaşam birimleri olurken meclisler ise demokratik şekilde kendi kimlik ve iradelerini yansıttıkları iç ve dış ilişkilerini düzenledikleri ahlaki-politik birimlerdir.
Tarih boyunca merkezi devletler karşısında özgürlüğünü korumak isteyen topluluklar kendi aralarında birlikler oluşturmuş ve temellerinin güçlü olması için kendilerini halk meclislerinde örgütlemişlerdir.
Ortadoğu toprakları henüz ilk çağlarda, Sümer toplulukları içinde bile belli bir halk kesimine dayalı meclisleşmeye tanıklık etmiş bir süre sonra rahip kral egemenliği askeri otoriteyle ittifak halinde bu meclisleri yok etmişse de tarihte temel bir örneklik teşkil etmiş ve sonraki uygarlıklarda etkisini göstermiştir.
İlk merkezi devletlerin saldırılarına karşı aşiretlerin toplumsal bir savunma ve birlik mekanizması olarak konfederal birlikleri vardır. Bağımsızlığını korumak isteyen kentler halka dayalı meclislere sahiptir. Dinsel hareketler hep meclislerle yürütülmüşlerdir. En büyük direniş hareketleri meclislerden güç almışlardır. Dini mabetler en başta savaş ve barış meselelerinin görüşüldüğü meclisler konumunda olmuşlardır. Devletin de kurduğu meclisler vardır. Fakat diğerlerinden temel bir farka sahiptir. Devlet örgütlenmesinde demokrasi yerine üstten atamalar ve bürokrasi hâkimdir. Bu nedenle devletin kurduğu meclisler hep egemenliği meşrulaştırma kurumları olmuşlardır.
Yine, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan bu durumu savunmalarında şu şekilde ifade etmektedir: “devlet çokça işlendiği gibi çok eski ve üst toplumun temel örgütüdür. Demokratik tarzda oluşmaz. Geleneksel ve atamalarla yürütülür. Üst toplum kendi içinde demokrasi uygulayabilir Buna üst sınıfların demokrasisi de denilebilir. Bu devlet için bir örtü vazifesi görür. Çoğu batı cumhuriyet modelinde olan bu demokrasiler devleti esas alır. Önce devlet sonra demokrasi gelir devlet olmadan demokrasiyi düşünemezler. Halk demokrasilerinde ise iktidar-devlet hedef edinilmez. Devlet olmayı hedefleyen demokrasi kendi eliyle varlığına son vermiş olur.”
Kürtler tarih boyunca devlet olmaya değil demokrasisini kurmaya daha fazla meyilli olmuşlardır. Bugünkü demokratik arayışların tarihi temelleri çok güçlüdür. Halk demokrasilerinde konfederal biçimdeki birlik uygulamaları Kürdistan’da henüz komünal yaşam değerlerinin hâkim olduğu aşiretler çağında görülmüştür. Aşiretlerin doğal demokratik nitelikleri aşiret konfederasyonlarına geçişte büyük kolaylık sağlamıştır.
Aşiret yaşamı doğal mera ve ekin alanlarına dayalı geliştiğinden bu alanların korunması hayati önemdedir. Aşiret sınırı dokunulmazdır çünkü yaşamsaldır. Aşiret sınırının ihlali tüm topluluğun yaşamının tehdit altına girmesi demektir. Aşiretler arasında yaşanan çatışmalar tüm topluluk için ölümcül olacaktır. O halde yaşam alanlarının ortaklaştırılması ve dokunulmaz sınırların demokratikleştirilmesi yoluna gitmek gerekir ki tüm toplulukların çıkarı korunabilsin. Bunun için aşiretlerin toplanıp sorunlarını çözecekleri bir ortak meclise ihtiyaçları olmuştur. Öte yandan daha büyük bir tehlike olarak uygarlık güçlerinin saldırıları söz konusudur. İç çatışmaları önlemek ve dıştan gelen saldırılara karşı koyabilmek için birlikler oluşturmuşlardır. Bu birliğin oluşumu demokratik özellikler taşıyıp konfederal tarzda gerçekleşmiştir.
Aşiret konfederasyonları toplumun iç ve dış tehditlere karşı kendini koruyabileceği siyasi bir örgütlenme biçimi olmuştur. Bu birliğe katılan aşiretler eşit haklara sahip olup sorumlulukları da birlikte paylaşmışlardır. Konfederasyon meclisi toplumsal sorunların çözümlendiği, savaş ve barış süreçlerinin kararlaştığı yerdir.
Tarihi temelleri olan bir edebi benzetmeyle Kürdistan toplumunun konfederalizm ve özerk yaşama hiç de yabancı olmadığı gösterilebilir. Konfederalizm nedir denildiğinde aşiretler çağından verilecek temel bir örnek her şeyi daha somut olarak gözler önüne serebilecek durumdadır.
Kürtçede topluluk Kom kelimesiyle ifade edilir. Bu topluluğun siyasi iradesini temsil eden meclis ise Çadır yani Kon etrafında sembolize edilir. Kürtçe KON kelimesinin karşılığı ÇADIR’dır ve her çadır bir aşireti temsil ediyorsa toplandıkları meclis BÜYÜK ÇADIR olarak adlandırılabilir. Büyük Çadırın altında toplanıp tüm toplumsal meseleleri görüşüyorlar. Büyük Çadırın Kürtçedeki karşılığı nedir? Koné Mezın ya da Koné Gır! Kongre kelimesinin kökeni olduğu iddia edilmese de benzerliği dikkat çekmektedir. Günümüzün halk kongresi olan KONGRA GEL o günün koşullarında sembolik olarak büyük halk çadırı -çatısı- biçiminde temellenmektedir. Büyük Çadır –çatı- altında toplanıp savaş ve barış işlerini, toplumdaki ihtilafları vs. görüşürler. Toplum içinde aşırı bir sınıflaşma, katı bir hiyerarşi olmadığından demokratik katılımla kararlar alınır. Bu uygulamalar özerk ve özgür yaşam tutkusundan kaynağını almıştır.
Buradaki edebi benzetmelerden anlaşılması gereken konfederasyon uygulamasının Kürdistan topraklarında güçlü temellerde hayat bulmuş olması ve çadırların birliği benzetmesinde olduğu gibi demokratik nitelik taşımasıdır. Büyük Çadır altında toplanan aşiret temsilcileri arasında hiyerarşiden ziyade manevi gücü ağırlıkta olan bir önder vardır. Aralarındaki ilişki tarzı konfederaldir, esnektir, demokratik ve eşittir. Amaç özgür yaşantının korunmasıdır ve devlet haline gelmeden kendini korumanın temel yöntemi olarak şekillenmiştir. Devlet mi özgürlük mü denildiğinde toplumun yanıtı özgürlükten yana olmaktadır.
Kimi tarihi edebi eserler de bu gerçekliği çarpıcı olarak göstermiştir. Bu konuda Zaloğlu Rüstem destanı incelenebilir. Firdevsi Şahname adlı kitabını İran Şahına sunmuş olduğundan ve döneminde milliyetler temelinde fazla ayrışma yaşanmadığından olsa gerek Kürdistanı ve Kürtleri doğrudan değil dolaylı anlatır. Zal ve oğlu Rüstem karakter olarak incelendiğinde ve kitapta anlatılan yaşadıkları bölge göz önüne getirildiğinde aslında aşiretler çağındaki iki Kürt kahramanı oldukları anlaşılmaktadır. Kürtlerin kahramanlık çağı destanlara konu olmuştur. Hatta Sasanilerin ilk kurucusu olan Kürt Ardeşir Papekan’a atfen anlatılan kahramanlık öykülerinin Şahnameye kaynaklık etmesi de bu iddiayı güçlendirmektedir.
İran sürekli Turanîlerin saldırısına uğramaktadır ve şehinşah tahtını kaybedebilmektedir. Her seferinde Zal ve Rüstem yardımlarına yetişir, hükümdara tahtı geri verip ülkelerine dönerler. Tahtı Turanlardan almışken kendileri bu tahta niye oturmazlar? Soruya yanıtları Kürtlerin tarihsel eğilimini göstermektedir: ‘Kendi topraklarımızda özgürce yaşıyoruz, tacı – tahtı ne yapacağız ki?’
İktidar ve devlet geleneğine mesafeli yaklaşmak bir özgürlük karakteri olarak tarihte yerini almıştır. İşbirlikçi üst tabaka her dönemde devlete eklemlenirken halk direniş mekânı olarak kıra dayalı yaşamış ve devlet saldırılarının merkezi olduğundan kentlere mesafeli olmuşlardır. Sürekli istila ve talan seferlerine maruz kalsalar da zozanlarda, dağ başlarında direnişlerle özgürlük eğilimini ve doğal yaşam geleneklerini koruyarak kendilerini bugüne dek var etmişlerdir. Kürtler bugün yaşadıkları kentlerde de konfederal örgütlülükleriyle iktidar alanlarını zorlamaktadırlar. Köy çadırından kent çatısına yaşadığı deneyimle diğer halk ve toplum kesimleriyle birlikte özgürlük alanlarını geliştirmektedirler. Kentler egemenlerindir denildiğinde kentsel direnişlerin tarihi bir çırpıda yok sayılır. Bu nedenle kır ve kent direnişlerini birbirinden koparmamak gerekir.
Dünyanın tüm bölgelerinde gerek kırsal alanlarda gerekse kentlerde merkezi devletler karşısında her dönemde mutlaka yerel özgürlükleri savunan inisiyatifler ve direnişler söz konusu olmuştur. Bu anlamda kentler tümüyle egemenlerindi demek gerçeği tam ifade etmez. Kent komün ve meclisleri direniş kadar demokrasi ve demokrasi kadar savaş ve barış konularında her zaman temel bir rol oynamıştır.
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info