23 Nisan 2013 Salı Saat 07:12
KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu, “Biz AKP’nin çözüm politikası olduğuna inanarak bu işin içine girmiyoruz. Demokratik siyaset sürecine sokarak AKP’yi ve devleti bir çözüme zorlayacağımızı düşünüyoruz dedi.
KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu, her zaman Kürt sorununun siyasal demokratik çözümüne hazır olduklarını hatırlatarak, geçmiş dönemlerde Türk devletinin zihniyetinin buna hazır olmadığını söyledi. Karasu, “Biz kesinlikle Önder Apo’nun ortaya koyduğu projeye bağlıyız. Bu çerçevede de AKP’nin adım atmasını istiyoruz. Herkesten, bütün demokrasi güçlerinden, bütün çevrelerden de AKP’nin adım atması için demokratik duruşlarını, tutumlarını güçlü ortaya koymalarını istiyoruz” dedi.
KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu, sorularımızı yanıtladı.
1984 yılında başlayan silahlı mücadeleden sonra 1993’te ilk ateşkesi ilan ettiniz. İç ve dış koşullar sorunun demokratik çözümüne ne kadar hazırdı?
Önder Apo, 1988’de M. Ali Birand ile yaptığı bir röportajda açıkça şunu söylüyordu: ‘Türk devleti bir memuru bile olsa göndersin, görüşelim’. Yani bu sorunları tartışalım diyerek kendisinin çözümden yana olduğunu ortaya koyuyordu. Daha o zaman sınırlara dokunmadan da Kürt sorununun belirli bir demokratikleşme temelinde çözülebileceğini belirtmişti. Bu röportajdan sonra birçok gazeteci gelip Önder Apo ile görüşmüştü. Önder Apo bütün bu görüşmelerde Kürt sorununun makul demokratik çözümünü istiyordu. Bu yönüyle 93’ten önce de defalarca Önder Apo’nun çağrıları vardı fakat o güne kadar bu çağrılara cevap bulamamıştı. Bir de ilk dönemlerde bu hareketi kimse ciddiye almıyordu. Ama 90’larda serhıldanlar gelişip savaş büyüyünce artık Türkiye’de Kürt sorunu ilk defa birçok boyutuyla tartışılmaya çalışıldı, tartışmalar boyutlandı. Öyle ki basında Kürt sorununun demokratik temelde çözülmesi ve Kürtlerin haklarının verilmesi gerektiği konusunda birçok düşünce ortaya atıldı. Bunu dile getirenlere ‘ver- kurtulcular’ gibi isimler takıldı. Biraz çözümden yana olanlar böyle değerlendirildi.
1990’lı yılların başları serhıldanların ve gerilla mücadelesinin oldukça geliştiği, Türkiye devletinin zorlandığı ve Kürt sorunuyla ilgili tartışmaların yoğunlaştığı bir dönemdi. İktidarda olan ANAP ekonomiyi canlandırmak, Türkiye’yi siyasal olarak bölgede etkin kılmak istiyordu. Özal pragmatik bir kişiydi. Kürt sorununun kısa sürede çok hızlı gelişmesinin Türkiye’yi ciddi sıkıntılarla karşı karşıya getireceğini görmüştü. Bu yüzden Cengiz Çandar, Talabani ve başka aracılar yoluyla Önder Apo’ya, ‘bir yumuşama yaratalım, ateşkes yapalım, bir şeyler olabilir,’ biçiminde mesajlar göndermişti.
Mücadelenin geldiği düzey, Türk devletini zorluyordu. Türk devleti sıkışmıştı. Hem de Kürt sorunu önemli düzeyde tartışılmış, açığa çıkmıştı. Önder Apo, eğer bir demokratik çözüm olursa, o temelde Kürt sorununda bir adım atılabilir, bir başlangıç yapılabilir ve bu bir çözüme doğru gidebilir düşüncesindeydi. Özal’ın bu yaklaşımlarına, arabulucuların girişimlerine tutarlı ve ciddi bir çözüm eğilimi göstererek ateşkes ilan etme kararı aldı.
Önder Apo ateşkes ilan etmeden önce hareketin yönetiminin görüşlerini de aldı. Böyle bir şey düşünüyoruz, ne diyorsunuz diye sordu. Biz uygun olacağını söyledik. O zaman Avrupa’ya yeni gitmiştim. İki ay öncesinde de Önderlik sahasındaydım. Önderlik “Özal ne yapmak istiyor?” diye tartışıyordu. Hatta bir süre önce biz cezaevinden serbest bırakılmıştık, ‘sizi niye bıraktılar, acaba bir yumuşama belirtisi midir?’ gibi değerlendirmeler de yapıyordu. Bu ortamda Önder Apo bütün arkadaşların, gerilla komutanlarının görüşlerini de alarak 17 Mart’ta tek taraflı ateşkes ilan etti.
Her türlü özel savaşın yürütücüsü olan Özal’ın Kürt sorunundaki algısını değiştiren gerçeklik neydi?
Özal, Demirel Hükümeti döneminde de önemli bir yetkiliydi. 24 Ocak Kararları’nın mimarıydı. Türkiye tarihinde faşizmi, zulmü temsil eden 12 Eylül döneminde de ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı’ydı. Bu açıdan siyasal zihniyeti, 12 Eylülcülerin zihniyetinden çok farklı değildi. Fakat ekonomist, pragmatik ve biraz da ABD’de kalmış bir kişilik olduğundan dolayı klasik devlet politikalarına yakın olsa da, bundan çabuk esneyebilecek bir karakter taşıyordu. 15 Ağustos Atılımı olduğu zaman ilk başlarda PKK’yi ciddiye almamış, kendine göre o da ‘üç-beş çapulçu’ biçiminde değerlendirme yapmıştı. Daha sonra savaş gelişince, ilk özel savaşı uygulayan, özel kuvvetleri kuran, koruculuğu başlatan Özal oldu. Niye? Bütün dünyada, ABD’de, başka yerlerde çıkan gerilla hareketleri özel ordularla, özel kuvvetlerle ezilmeye çalışılıyordu. Özal’ın hemen aklına gelen, özel kuvvet kurup Kürt Özgürlük Hareketi’ni bununla ezmekti. OHAL ilan edildi, koruculuk sistemi, özel ordu geliştirildi. Ama bütün bunlar sonuç almadığı gibi 90’lı yıllarda serhildanlar gelişti, gerilla büyüdü. Özal’ın dış politikası sıkıntıya girmeye başladı. Kendince Türkiye’deki belirli ekonomik sıkıntıları gidermeye çalışıyordu ve bazı adımlar atmıştı ama hareketimiz Türk devletini büyük ekonomik sıkıntılara sokacak bir mücadele dayatmıştı. Bütün bunlar Özal’ın düşünce değiştirmesine neden oldu. Kendine göre farklı projeleri de vardı. Aslında 1. Körfez Savaşı’ndan sonra Güney Kürdistan’ı bir federasyonla Türkiye’ye bağlama gibi yaklaşımları da yansıdı. O zaman ordu buna karşı çıktı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay istifa etti. Bu yönüyle dış politikada geleneksel, içe kapanmacı devlet anlayışın dışına çıkarak biraz daha yönü, ufku, vizyonu dışa dönük bir siyasi kişilikti. Kürt sorununu çözerse, hem içerde hem dışarıda önünün açılabileceğini düşünüyordu. Bu nedenle özel kuvvetlerle savaşı geliştirmek isteyen, koruculuğu, özel savaşı ilk şekillendiren Özal, 1993’e gelindiğinde, eski yöntemlerle Kürt sorununun ezilemeyeciğini gördü. Çünkü diriliş gerçekleşmiş, kürt halkı ayağa kalkmıştı. O zaman yöntem değiştirerek belirli konularda yumuşama yaparak bu sorundan kurtulmayı hedefliyordu. Özal’ın bu noktaya gelmesinin böyle bir tarihsel süreci olduğunu düşünüyorum.
Ateşkesin uzatılmasından 2 gün sonra Özal’ın ölümünü nasıl değerlendiriyorsunuz?
Klasik Türk devletinde bırakalım Kürt sorununu çözmeyi, Kürtleri muhatap alma bile yoktur. Tabii, 17 Mart’taki ateşkes de bir muhatap almaydı. Bir nevi Türk devleti ile Kürtlerin bir siyasal diyalog içine girmesi anlamına geliyordu. Türkiye’deki mevcut klasik devlet zihniyetinin kesinlikle buna tahammülü yoktu. Kürdün adının anılmasına bile tahamülü yoktu. Onlar tamamen Kürtleri Türkleştirip Kürdistan’ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirmek isteyen bir zihniyetin sahibiydiler. Özal’ın bu yaklaşımlarıyla birlikte devlet içinde buna karşı bir öfke, bir tepki ortaya çıktı. Bunu sonradan daha iyi anlıyoruz. Devlet içinde ‘bu da nerden çıktı? Türkiye Kürtlerle böyle bir ateşkes sürecine giremez, bunun lafı bile edilemez taktik olsa bile değerlendirilemez’ biçiminde çok katı bir anlayışın ortaya çıktığını ve derhal organize olduğunu biliyoruz. Bir de 92 yılında bir konsept belirlenmişti. Özal da bu konsepti biliyordu ama bu konseptle de bu savaşın tümden biteceğine inanmıyordu ya da aklına yatmıyordu. O konsept neydi? 1992’de dağlarda alan hakimiyetini amaçlayan ve şehirlerde ‘faili meçhul’ cinayetler, baskı, işkence yapan bir kirli savaşla Kürt Özgürlük Hareketi’ni ezme hedeflendiyordu. 93 ateşkesi sırasında böyle bir konsept devredeydi. 92’de, Milli Güvenlik Kurulu’nda da PKK’nin mutlaka her türlü yol ve yöntem kullanılarak bastırılması yönünde karar alınmıştı. MGK dışında ayrıca derin devlet denen çekirdek de zaten bu yönlü karar almıştı. Doğan Güreş, Mehmet Ağar zaten baştan beri kirli savaşın merkezindeydiler. Daha sonra Tansu Çiller de bu kirli savaş ekibine dahil oldu. Daha Özal döneminde bu kirli savaş konsepti benimsenmişti. Hatırlanırsa ‘Hizbullah’ın kullanıldığı kontra cinayetleri 92’de başlamış, 1993 yılında da ‘faili meçhul’ cinayetler yoğunlaşmıştır. Ama Özal’ın buna pek kafası yatmadı. Onun için farklı bir yola girmek istedi. Bu da yeni kirli savaş konseptini benimsemiş derin devlet tarafından ihanet olarak görüldü. Böyle bir yumuşama sürecine girilince, bu iş daha fazla uzamadan hemen tasfiye edilmesi kararı alındı. Özal’ın öldürülmesi kesinlikle derin devletin kararıdır. Özal’ın yaklaşımları Türk devletinin 80-90 yıllık çizgisinden bir sapmayı ifade ediyordu. Bu sapmaya izin vermek istemediler. Bu nedenle ateşkesin uzatılmasından hemen sonra Özal’ı katlettiler.
Özal’ın ölümünü Öcalan ve PKK nasıl karşıladı? “Özal öldürüldü açıklaması ilk olarak Öcalan tarafından dile getirildi. Neden böyle bir kanaate varmıştı?
Şunu kabul etmek lazım savaşan güçler birbirlerini iyi tanırlar. Tarih boyunca mücadele içindeki Kürtler, Türkleri iyi tanıdılar. Aslında Türkiye de Kürt Özgürlük Hareketi’ni bu süreçte iyi tanıdı. Bu yönüyle Özal’ın öldürülmesinden sonra Önder Apo’nun derhal ‘bu bir iç infazdır, öldürüldü’ demesinin nedeni, Türk devletini iyi tanıdığındandır. Türk devletinin Kürt ile bir diyalog içine girecek, biraz Kürt konusunda yumuşayacak kişilere tahamül edemeyeceğini çok iyi bildiğindendir. Türk devletinin Kürt inkarcılığı ve Kürt düşmanlığının derinliğini savaş içinde de yakından gören bir Önderlik gerçeği var. Sadece savaş içinde hisseden de değil, bizzat Kürtler üzerindeki uygulamalardan çok derinden hisseden bir Önderlik olduğu için bu ateşkes ve yumuşama sürecini derin devletin kabul etmeyeceğini önceden hissetmiştir. Hatta Özal haber gönderip bazı şeyleri konuştuğunda Önderlik, “Bu Özal gerçekten cesaretli midir? Yoksa bu Türk devletini tanımıyor mu?” gibi düşüncelere sahip olmuştur. “Özal bunları nasıl söylüyor?” diyordu. O dönemde Özal’ın böyle bir yumuşak düşünce iletmesi, hatta gerekirse federasyon da olabilir gibisinden sözler söylemesi gerçekten de Türk devletinin klasik politikasında büyük bir yarılmayı, büyük farklılığı ifade ediyordu. Bu da Önder Apo’da ‘acaba gerçekten Özal yapabilir mi, bu sözleri bu devlet içinde nasıl söylüyor?’ biçiminde kuşkular yaratmıştı. Ölünce de “demek ki Özal farkında değil, bu devleti tanımıyor” diyerek bu ölümün ‘devlet politikasından farklı düşünen, bir sapmayı ifade eden kişinin bu devlet tarafından öldürülmesi’ olduğunu ilk söyleyen Önder Apo’dur. Çünkü bu devleti, devletin Kürt politikasını en iyi tanıyan Önder Apo’dur.
92’den itibaren bir taraftan kirli savaş sürüyor, diğer taraftan Özal’ın yumuşak söylem ve yaklaşımları var. Açıktan açığa Önderlik şunu düşündü: “Bu ölüm, kirli savaşçıların Özal’ı tasfiye etmesidir”. Yani o kirli savaş kanadının Özal’a “bu da nerden çıktı, pişmiş aşa niye su katıyorsun? Biz bir tasfiye, yok etme kararı aldık, sen bu politikaya destek vermeyerek bu politikayı tökezletecek yaklaşımlar gösteriyorsun” dediler ve Özal’ı katlettiler. Onu katledenler bellidir. Kesinlikle o dönemde TSK kademeleri içindeki belirli generallerdir, yine Köşk içerisinde, çevresinde görev alan Ordu kesimleridir. Sadece askeri istihbarat değil, MİT de bu işin içinde olabilir. O dönemin kirli savaş ekibi tarafından Özal’ın katledildiği kesindir. Bunu Demirel de, Mehmet Ağar da, Doğan Güreş de bilmektedir. Nitekim o dönemde bir tek Özal değil, Eşref Bitlis de öldürüldü. Bu kirli savaşın içinde olan ve sonradan düşüncesi biraz farklılaşan JİTEM’ci Cem Ersever bile öldürüldü. Yine bazı albaylar, generaller öldürüldü. Tüm bunlar, o dönemde Türk devleti ve ordusu içinde çok sert bir kirli savaşla Kürt Özgürlük Hareketi’ni bastırmak isteyen bir kanadın varlığını kanıtlıyor. Özal’ın öldürülmesi de bu kanadın yaptığı cinayetlerden biri olarak tarihe geçmiştir.
Özal’ın ölümü ateşkes sürecini nasıl etkiledi? Ondan sonra nasıl bir süreç gelişti?
Özal’ın ölümü ile birlikte bizde de, Önderlik’te de bir inançsızlık gelişmişti. Çünkü Kürt sorununda belli adım atmak isteyen bir Cumhurbaşkanı’nın bu devlet tarafından öldürülmesi tabi ki ciddi bir durumdur. Cumhurbaşkanı’nın bile Kürt sorununda yumuşak bir söz söylemesine müsaade edilmeyen bir yerde bu sorun nasıl çözülecek? Bu konuda tabi ki ateşkes belli bir tehlikeye, kuşkuya girmiştir. Önder Apo Kürt sorununun çözümüne hazırdı, böyle bir çözüm eğilimi, bu konuda kararlılığı da vardı.
Hareketimizde ‘acaba bu devlet gerçekten de bu sorunu çözer mi’ biçiminde bir yaklaşım vardı. Özal yaşarken de, daha bu iş yeni geliştirilirken de belirli kuşkular vardı. Hepimiz Önderliğin projesine destek verdik. Ama devletin politikalarını, özel savaşı görüyorduk. Özal’ın ölümü ile birlikte bizde bu ateşkesin bundan sonra çok fazla sürmeyeceği gibi bir eğilim ortaya çıktı. Olgular, olaylar bunu gösteriyordu. Çünkü sadece Özal öldürülmedi aynı süreçte operasyonlar da sürüyordu. Şurada burada gerillalar katlediliyordu. Gerillaların katledildiği bir ortamda ateşkesi sürdürmek de mümkün değildi. Yaptığımız ateşkes biraz da Özal’ın girişimi, onun gönderdiği aracılar sonucu gerçekleşmişti. Ama Özal’ın ölümüyle ortada muhatapsız kalmış bir ateşkes vardı. Devletin diğer kesimleri Özal’dan faklı düşünüyorlardı. Bu yönüyle Özal’ın öldürülmesinden sonra bizde de herkeste de ‘bu ateşkes süreci nasıl olacak’ biçiminde bir merak oluşmuştu.
33 asker olayı bunun sonucu muydu?
O olaydan önce birçok yerde gerillalar katlediliyordu. Birçok arkadaşımız şehit düştü. Bu durum gerillada, gerilla komutanlarında belli bir tepkisellik yaratmıştı. Bu sürece inanç belli düzeyde zayıflamıştı. Biz o zaman Avrupa’daydık, bu katletmelere karşı toplumda da bir tepki vardı. Öyle anlaşılıyor ki, Türk devletinden çeşitli çevreler bunu gördü. İşte bu süreçte büyük ihtimalle devletin bilinçli bir yaklaşımı da olabilir, askerler silahsız ve korumasız yola çıkarılıyor. Şemdin’in provoke edilmesi de olabilir. Şemdin gerillalarının tepkisini de biliyor. Bu tepkisel ortamı da değerlendirerek askerlerin öldürülmelerine karar veriyor. Aslında öldürmeyebilirler, bir kısmını esir de alabilirlerdi. Tabi ki bu olay çok kuşkuludur. Bir nevi Özal’ın öldürülmesinden sonraki ortamda gelişen inançsızlıkla ateşkesi bitirmeye yönelik bir girişimdir. Bu iş, savaştan başka bir yöntemle olmaz diyen o kirli savaşçıların, bir provokasyon biçiminde bu askerleri bir yem olarak gerillanın önüne sürdüğü konusunda ciddi kuşkular var. 33 askerin ölümü konusunda bu yönlü ilk değerlendirmeler yapan da yine Önder Apo’dur. Şimdi AKP’liler, onların kalemşorları ve Fethullahçılar ’33 asker olayı şöyledir, böyledir’ diyorlar. “Özal’ı katleden devlet bunu da yapar” düşüncesinden yola çıkarak bu askerlerin yem olarak gerillaların önüne gönderildiğini, Şemdin’in de -bilinçli veya bilinçsiz- bu provokasyona alet olduğunu söylemiştir. Bu açıdan Önderliğin bu kuşkularını akla yatkın gördük.
Şemdin sadece bu olayda değil, o dönemde birçok yönden devlet tarafından yönlendirilmiş ve bunun sonucu bazı eylemlere girişmiştir. Haber sızdırarak ya da çeşitli istihbarat yöntemleriyle devlet onu yönlendirmiştir. Şemdin Amed’deyken devletin belli düzeylerde yönlendirmesiyle hareket etti, bu çerçevede gerçekleştirdiği eylemler vardır. Yani sadece bu 33 asker olayında değil, belki başka eylemlerde de böyle önüne yem olarak askerlerin atıldığı bir kişiliktir. Devletlerin birçok kirli oyunları, özel savaş politikaları vardır. Şemdin’in bir yönüyle de basın tarafından popüler edilmesi bununla bağlantılıdır. Belki de örgüt içinde sorun çıkaracak bir kişi haline getirmek amaçlı planlı bir çalışma da olabilir. Daha sonraki pratiği görülünce Şemdin’in bu kadar popüler edilmesi kuşkusu güçlenmiştir. Söylendiği gibi örgütte bir ağırlığı, bir kişiliği ve kimliği olmadığı halde onun basında bir nevi ikinci adam haline getirilmesi manidardır. Önderlik çok önceden ‘bu devlet Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı bu kadar kirli yöntem kullanıp her türlü inkar ve imhayı ve her türlü karalama propagandasını yaparken, neden bu Şemdin öne çıkarılıyor’ biçiminde kuşkularını da dile getirtmiştir.
Ateşkesi bitiren sadece Özal’ın ölümü veya 33 asker olayı mıydı? Ateşkes neden devam ettirilemedi, neden kalıcı bir barışa dönüşmedi?
Ateşkesin sonlanmasının nedeni sadece 33 askerin ölümü değildir. O sadece küçük bir vesile olabilir. Esas neden, devletin zihniyetidir. Yoksa Şemdin Bingöl’de 33 asker öldürmüş, bundan dolayı bu ateşkes sonuçlanmış ve çözüm olmamış gibi bir yaklaşım yetersizdir. Eğer devlette ve siyasette bir çözüm iradesi olsaydı, 33 asker olayı da aşılabilirdi. Karşılıklı çözüm iradesi olsaydı rahatlıkla aşılabilirdi. Devlette zaten böyle bir irade yoktu. Ya da 33 asker provokasyonunu yapan zaten böyle bir iradedir. Bu yönüyle ateşkesi sona erdiren esas etken, Türk devletinin hazır olmamasıdır. Önderlik de, ‘acaba bazı şeyler olabilir miydi’ diye değerlendirmeler yapmıştır. Ama o sadece bir ihtimaldir. O günden bugüne bütün gelişmeler dikkate alındığında devletin hazır olmadığı çok açık görülecektir. Bugün bile hazır değil. O gün hazır olduğunu düşünmek kesinlikle doğru değildir. 1993 yılında bir çözüme gitmek gerçekten de kolay değildi. Çok güçlü bir irade olması gerekiyordu. Bizim de eksikliğimiz olabilir. Belki biz daha fazla teşvik edici ve ortamı daha iyi hazırlayan olabilirdik. Ama biz ne kadar doğru yaklaşsak da ortam ve atmosfer farklıydı. Mesela bugünkü gibi çok yumuşak yaklaşımlar göstererek 17 Mart 1993’te gerçekleştirilen ateşkes sürecini başarıya götürmek, sonuç almak kesinlikle o dönemde mümkün değildi. Türkiye’nin iç koşulları buna hazır değildi. Ordu halen ‘ben bu hareketi ezerim’ düşüncesindeydi. Bir de devlet yeni yeni kirli savaşla kitleyi susturmaya çalışıyordu, kendisini örgütleyerek gerilla üzerinde kısmen etkili olmak istiyordu. Böyle yeni bir karar almış, yeni bir konsept hazırlamış ve buna dönük adımlar atıyordu. O savaşın ve attığı bu adımların sonuçları belli olmadan, o dönemde bu ateşkesten sonuç almak mümkün değildi.
96 yılında bölgesel güçlerin blok halinde ittifak arayışları gelişti. Böylesi bir dönemde Erbakan’ın başbakanlığına onay verilmesinin Kürt sorunu ve PKK ile bağlantısı neydi?
Sovyetler Birliği dağılmış, ABD dünyada büyük bir güç haline gelmiş. Fakat Ortadoğu’da Sovyetler’in dağılmasından sonra oluşan boşluk hala doldurulamamış. 96 yılında bölgede böyle bir ortam var. ABD Ortadoğu’ya müdahale etmek ve tümüyle hakim olmak istiyor. Ama bunun karşısında hala Rusya, Çin ve Ortadoğu’daki bazı klasik iktidar engelleri var. O günkü Ortadoğu, ABD’nin yeni projesinin, yani sermayenin güvenli ve serbest dolaşımı biçiminde ifade edilen Yeni Dünya Düzeni’nin merkezi, omurilik soğanı haline getirebileceği bir Ortadoğu değil. Önünde uluslararası ve bölgesel birçok engel var. Bu açıdan o dönemde ABD, bölgede hakimiyetini geliştirmek açısından Türk devletini kullanmak istiyor. Çünkü Türkiye NATO üyesidir. Dikkat edilirse Erbakan, İslamın lideri, Siyonizm düşmanı olarak öne çıkan birisidir. Ama ne gariptir ki, Türkiye tarihinde İsrail’le en büyük anlaşmayı yapan Erbakan olmuştur. Türkiye ile İsrail tarihinin en büyük askeri, teknik ve siyasi anlaşması Erbakan döneminde imzalanmıştır. Bunu şunun için yapmıştır: Hem Türkiye, ABD’nin bölge politikalarına entegre olacak, ortak hareket edecek hem de İsrail’e taviz vererek, anlaşarak, ortak hareket ederek ABD’nin Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı desteğini elde edecektir. Kürt Özgürlük Hareketi’ni ezmek için ABD’nin desteğini almak önemlidir. Erbakan Hükümeti döneminde İsrail’le bu kadar kapsamlı anlaşma yapılmasının nedeni, PKK’yi tasfiye etmede İsrail üzerinden ABD’nin desteğini daha fazla almak içindir. Bu açıdan Türkiye’deki derin devlet, Erbakan’ı da kullanmıştır. Erbakan’ın böyle bir anlaşmanın altında imzası vardır. Bu anlaşmaların nedeni, giderek Önder Apo’nun esaretiyle sonuçlanacak komploda ortak davranma, daha sonra ABD’nin bölgeye yapacağı müdahalede Türkiye’yi buna uygun hale getirmektir. İsrail’le ilişkiler Erbakan’ın Hükümeti döneminde bu nedenle gelişmiştir.
Erbakan ve partisi kendine göre belli bir tutarlılığı olan, en azından içerde kendi öngördüğü siyasal İslamcı politikaları yürütmeye çalışan, hatta dışa karşı biraz daha bağımsız davranmak isteyen bir liderlik, bir partidir. Böyle bir parti, İsrail’le anlaşma yapmaya mecbur kalıyor. Çünkü Türkiye’nin en temel sorunu Kürt sorunudur. Kürt sorunu söz konusu olduğunda devlet politikalarına çok aykırı davranamıyorlar. Yakın tarihte Özal’ın durumu da var, katledilmiş.
Siyasal islamın temsilcisi Erbakan Hoca’nın Kürt sorununa yaklaşımı nasıldı? PKK’yle nasıl bir diyalog arayışına girdi?
1995’in Aralık ayında seçim oldu. Biz Aralık’ta bir ateşkes daha ilan ettik. PKK Merkez Komitesi’nin bir toplantısı oldu. Önderlik toplantıya telefonla katıldı. Bu ateşkes çok kısa sürdü. Çünkü Türk devleti çok ciddiye almadı. Bu konuda herhangi bir gelişme olmadı. Daha sonra anlaşılıyor ki Önderliğe, Erbakan’ın aracılarla haber gönderme ve ilişki kurma durumu var. Çünkü savaşın olduğu bir yerde hükümetler sıkışıyor. Erbakan da PKK’ye karşı, Kürtlere karşı savaş yürütürse kendi düşündüğü politikaları ne içerde ne de dışarıda uygulayamayacağını görmüştür. PKK’ye karşı savaş sürdüğü müddetçe devletin o klasik politikası doğrultusunda hareket etmek zorundadır. Başka türlü hareket etmesi mümkün değil. Bu açıdan ortamı yumuşatmak istemiştir. Eğer bir ateşkes olabilirse, süreç yumuşayabilirse kendi politikalarını uygulayabileceği düşüncesiyle mektuplar göndermiştir.
Şuna biz de inanıyoruz eğer elinde olsaydı, Erbakan Kürt sorununa çözüm konusunda Özal’dan daha ileri bir yaklaşım gösterebilirdi. Erbakan inanmış bir insandı. Bugünkü AKP Hükümeti gibi dış güçlere bağımlı, dış güçler tarafından beslenen bir güç değildi. Türkiye’deki İslamcı damara dayanıyordu. Yeni yetişen bir sermaye ve orta sınıf vardı. Dış sermayeye daha mesafeli olan, biraz daha milli denilebilecek (artık günümüzde çok milli sermaye de yok ama) biraz daha geleneksel değerlere bağlı, gerçekten farklı düşünebilecek bir siyasi vizyona sahipti. O yönüyle Erbakan gerçekten de İslamcı bir liderdi. Bu yönüyle bazı değerleri vardı. Bugünkü siyasal İslamcılar gibi altı kaval üstü şişhane, kapitalist modernitenin bir numaralı pratikleştiricisi değildi. Bugünkü siyasal İslamcılar aslında kapitalist modernitenin Ortadoğu’daki ajanları gibidirler. Erbakan öyle değildi. Samimi olarak kapitalizme, emperyalizmin uygulamalarına belirli düzeyde karşı çıkan, bu yönüyle de Kürt sorununu kendi içinde çözmek isteyen bir eğilime, kişiliğe sahipti. Ama derin devletin Erbakan’a Kürt sorununu çözme konusunda fırsat vermesi mümkün değildi. Bu nedenle Erbakan’ın girişimlerinden herhangi bir sonuç çıkmamıştır.
28 Şubat darbesinin Erbakan’ın Kürt sorununa cılız da olsa bir çözüm arayışına girmesiyle bağlantılı olduğunu düşünüyor musunuz?
28 Şubat darbesini AKP’liler, siyasal İslamcılar çok dillendiriyorlar, gündemleştiriyorlar ama bu darbe esas olarak Erbakan’a yapılan darbedir. Şu anda ‘yenilikçiler’ denilen Erdoğan’ın, Abdullah Gül’ün önü 28 Şubat darbesiyle açılmıştır. Bunu böyle belirtmek gerekir. Erbakan’ın politikalarından rahatsızlık vardı. Bu rahatsızlık sadece Türk devletinin, derin devletin rahatsızlığı değildir. ABD ve Avrupa da rahatsızdı. Halbuki 1980 darbesi bir yönüyle de Türkiye’de klasik Kemalist iktidar yerine işbirlikçi siyasal İslamın da sistem içine alındığı yeni bir Türkiye yaratma projesiydi. ABD’nin ‘yeşil kuşak projesi’ vardı buna göre de İslamı sistem içine almadan, işbirlikçi İslamı kullanmadan, Türkiye ve Ortadoğu’da toplumsal temeli olan İslami kesimleri işbirlikçi hale getirmeden Ortadoğu’yu, Türkiye’yi gerçek anlamda yönetmek, Ortadoğu’yu istedikleri doğrultuda kullanmak mümkün değildi. Bu yönüyle Erbakan bu projenin önünde de engeldi. Bu açıdan 1980 yılında başlayan Türkiye’yi değiştirme, belirli bir İslami işbirlikçilikle bütünleştirerek tamamen Batı’nın İslamı veyahut kapitalist değerler taşıyan bir İslam modelini ortaya çıkarma arayışında 28 Şubat, Erbakan ve partisine yönelik hem dış destekli hem de içerdeki güçlerin birlikte yaptığı bir harekettir. Erbakan’ın Kürt politikasındaki yumuşak yaklaşımları da bu darbeye neden olmuştur. Dikkat ederseniz o zaman bir tek Erbakan’a yönelik darbe yapılmamış, birçok yazar da andıçlanmıştır. Bu yazarların çoğu da Kürt sorununa yumuşak yaklaşanlardır. Erbakan’ın Kürt sorununda ilerde yumuşak yaklaşacak veyahut belirli bir uzlaşma arayacak kişiliğini bildiklerinden dolayı, hem Erbakan eğilimini hem de bu yönlü düşünen aydın ve yazarların hepsini 28 Şubat post-modern darbesiyle ve sonrasındaki politikalarla safdışı etmişlerdir.
Aynı süreçlerde hem cezaevi hem de Avrupa üzerinden devletin, PKK ile çeşitli temaslara girdiği biliniyor. Bu diyalogların biçim ve içerikleri hakkında neler söyleyebilirsiniz?
97’de ilişkiye girmeler hala çözülmesi gereken durumlardır. Cezaevinde Sabri arkadaşlarla (Sabri Ok) da ilişkilenilmiştir. Hatta Sağmalcılar Cezaevi’ndeki bizden tutuklu olan daha sonra bizden kopanlarla belirli savcıların, derin devletle ilişkili kişilerin ilişkide olduğu söylenmektedir. Yine bir dönem sanıyorum Afyon veya Uşak cezaevinde arkadaşlarla ilişkilenilmiştir. Arkadaşlar dağa rapor göndermişlerdi. O da Önderliğin yakalanmasından sonraydı. 97 yani Önderliğin yakalanmasından önce cezaevi üzerinden Avrupa üzerinden bu tür ilişkiler geliştirilmeye çalışılmıştır. Ordu içindeki belirli bir kesim ilişki kurmak istemiştir. Hatta 1997’ydi, ben İran’da/Urmiye’deydim. O zaman imkanlar olduğu için bazı çevrelerle ilişki kuruyorduk. Yılda bir iki defa cezaevi arkadaşım, değerli dostum olan Eşber Yağmurdereli ile telefon görüşmelerim oluyordu. Bir gün Eşber Yağmurdereli ‘ordudan belli bir kesim bir kanal üzerinden benimle ilişki kurdular, PKK ilişki kurmak istiyorlar’ biçiminde bir düşüncesini belirtti. Ben de Önderliğe Eşber Yağmurdereli üzerinden ordu içinden birileri hareketle ilişki kurmak istiyor, dedim. Önderlik tamam, bakalım, dedi. Fakat sonradan herhangi bir şey çıkmadı. Önderlik bana hiç sormadı. Sonradan anlıyorum ki zaten o dönemde yine ordu çevresinden belli ilişkiler var. Artık aynı ilişkiler mi, farklı mıdır bilemiyoruz. Yalnız o dönemde hareketle ilişkilenmek isteyen bir kanadın olduğu görülüyor. Ya da bir komplo çerçevesinde Önderlik ve PKK ile bu tür görüşmeler içine giren bir planlamanın varlığından söz edilebilir. Şimdi baktığımızda şu ortaya çıkıyor ki bu kesinlikle herhangi bir çözüm yaklaşımı değil, bir komplo/tasfiye planı var. Bu görüşmeleri gevşetme, duyarsızlaştırma, dikkatleri dağıtma, sanki bir yumuşama var gibi bir eğilim yaratarak komployu daha kolay gerçekleştirme planının parçası olarak değerlendiriyoruz. Önder Apo da o dönemdeki ilişkileri komplo öncesi bu komployu hazırlama planları olarak değerlendirmektedir.
Kürt Halk Önderi’nin 93 yılından itibaren soruna siyasal çözüm arayışlarına girdiği ve en küçük fırsatı bile değerlendirdiği biliniyor. 2000’li yıllara kadarki mücadele stratejiniz bu arayışların sonuca gitmesine ne kadar uygundu?
Önderlik 88’den başlayarak demokratik çözüm arayışına girmiştir. 93’te ateşkes ilan etti. 95’te de bir ateşkes var. 98’de zaten kapsamlı bir değerlendirmeye dayalı ateşkes var. Ama bunlar sonuca ulaşmadı. Şimdi şunu söyleyebiliriz bizim önceleri bağımsız devlet kurma biçiminde söylemimiz ve kafamızda devletçi bir paradigma vardı. Ulusal kurtuluşu bir devlet kurma biçiminde algılıyorduk. Fakat devletçi paradigmaya ve ulusal kurtuluşu devlet kurma biçiminde anlamamıza rağmen bizim Türkiye sınırları içinde halkların kardeşliğine dayalı bir çözüm yaklaşımımız vardı. Bu yönüyle bizim 2000 öncesindeki paradigmamız demokratik siyasal çözüme engeldi, dersek çok doğru olmaz. Fakat şu doğru demokratik siyasal çözümün ortamını hazırlama konusunda zayıflıklarımız vardı. Daha çok savaşa yüklenme, savaşta darbe vurarak sonuç alma yaklaşımı daha ağırlıklıydı. Bu yönüyle Türkiye toplumunu etkileme, Türkiye toplumunu hazırlama çabamız eksik kalmıştır. Bunları söylemiyor da değildik, ama ağırlıklı olan savaş olduğu ve savaşla sorunu çözme, kopararak sorunu çözme yaklaşımı olduğu için o tür eğilim ve çabalarımız etkili olmuyordu. Bir Türkiye partisinin kurulmasını da destekledik, Türkiye soluna da, demokrasi güçlerine de seslenmemiz oluyordu fakat paradigmamız hala devletçi ve vurarak koparma yaklaşımına dayalı olduğu için sizin belirttiğiniz demokratik siyasal çözüme, daha yumuşak bir çözüm zemini yaratmaya yönelik çabalarımız yetersiz kaldı. Türk devletinde gerçekten bir çözüm eğilimi olsaydı, yani bugün ifade ettiğimiz Demokratik Özerklik, Türkiye sınırları içinde çözme eğilimine yatkın olsaydı, kesinlikle 2000 öncesinde de hareketimiz ve Önderlik bir çözüme hazırdı. Belki bütün birleşenlerimiz veyahut toplum buna çok hazır olmayabilir, devletçi zihniyet olabilir ama Önderlik hazırdı ve Önderliğin projesine toplum da Hareket de bağlı kalırdı. Bu yönlü eksiklikler olmasına rağmen ben 2000’den önceki paradigma döneminde de bizim demokratik siyasal çözüme hazır bir Hareket olduğumuzu rahatlıkla söyleyebilirim.
Öcalan’ın esaretinden sonra ana hatlarıyla PKK hangi konularda değişim yaşadı, bunun Kürt sorununun siyasal demokratik çözümüne yansıması nasıl oldu?
2000’lerden sonraki paradigma değişiminin esası şu: En başta devlete yaklaşımımız değişti. Devletin bir kurtuluş olmadığı, devlet dışı da toplumların özgür, demokratik olabileceği, devlet olmadan da ulusal sorunun çözülebileceği biçimindeki bir eğilim Önder Apo’nun paradigmasıyla gelişti. Sadece Önder Apo’da değil, hem toplumda, hem Hareket içinde öyle bir eğilim gelişti. Önder Apo’nun yeni savunmaları üzerine yapılan eğitimle birlikte Hareketimiz gerçekten bir paradigma değişimine uğradı. Demokrasi içinde, demokratikleşme temelinde Kürt toplumunun demokratik örgütlenme gücüne dayanarak, -savaş bir meşru savunma biçiminde sürse de, gerilla mücadelesi devam etse de- demokratik toplumu örgütleyerek, toplumun gücüne dayanarak da Kürt sorununun çözülebileceği ve bu temelde serhildanlarla hem Kürdistan’da hem Türkiye’de demokrasi mücadelesini geliştirerek, Türkiye’deki demokrasi güçlerinin de bu direnişe katılarak Türkiye’nin demokratik temelde değiştirilip Kürt sorununun çözülebileceği düşüncesi bizde yeni bir çözüm yaklaşımı, yeni bir çözüm politikası olarak devreye girdi. Nitekim 2000’lerden sonra dikkat edilirse yalvarırcasına Kürtler ‘barış barış’ demeye başladı. Ağzını açan herkes barış, demokratik çözüm, dedi. Öyle ki birçok çevreden bize “Bu kadar barış denir mi? Bu kadar yalvarırcasına barıştan niye söz ediyorsunuz” biçiminde eleştiriler geldi. 2000-2004 arasında bu yönlü eleştirileri çok fazlasıyla aldık. Doğru muydu bu eleştiriler? Doğruydu. Çok fazla barış, çok fazla demokratik çözüm, dedik. Ama bunu söylememiz yanlış değildi. Buna inanarak söyledik. Onu eleştirenlerin mantığı yanlıştı. Bizim yaklaşımımız doğruydu. Fakat Türk devleti, 1999’la 2004 arasındaki beş-altı yıl süren geri çekilme dönemini, o ateşkes dönemini, o sessizlik dönemini doğru değerlendiremedi. Bunu PKK’nin bir zayıflığı, güçsüzlüğü olarak gördü. Barışçıl demokratik çağrılarımızı da, ‘güçsüzdürler, savaşamıyorlar, yalvarıyorlar’ olarak değerlendirdi. Bu nedenle, bugün herkesin de kabul ettiği gibi 1999-2004 arası beş-altı yıllık süre gerçekten heba edildi. Ama biz hazırdık. Biz gerçekten zihniyet olarak hem toplumu hem Hareketi böyle bir çözüme hazırlamıştık. Buna hazır olmayan devletti. Devlet, Kürtlerin varlığını tanımak istemiyordu. Kürtleri, Türkleştirerek Kürdistan’ı ulusal yayılma alanına çevirmek istiyordu. 1999’dan sonra da bu politikaya devam ettiler. Hatta ‘PKK yenildi, Kürtler yenildi, bir daha ayağa kalkamaz’ dediler. ‘Şu anda yapılması gereken Kürtleri rehabilite etmektir’ dediler hatta 105-110 tane de tedbirden söz ettiler. Güya ekonomik, sosyal, kültürel tedbir alacaklardı, Kürtler rehabilite olacaktı, artık bu isyan da tümden bitmiş olacaktı! 99-2004 arası süreçte devletin bizim demokratik çözüm yaklaşımımıza tepkisi böyle oldu.
AKP hangi koşullarda ve neyin karşılığında iktidara getirildi? O dönemin siyasal konjonktürü neydi?
Önder Apo esaret altına alındıktan sonra o güne kadar savaşın ekonomik yükünün, faturasının her yıl biriktirilerek diğer yıla aktarıldığı, bunun sonucu da ekonominin büyük bir zayıflık ve kriz kaynağı teşkil ettiği bir gerçeklik vardı. Önder Apo esaret altına alındıktan sonra ekonominin bu zayıflığını gidermek ve kriz yaratacak karakterini ortadan kaldırmak için 20 yıllık savaşın faturası Kemal Derviş eliyle Ecevit-Yılmaz-Bahçeli Hükümeti döneminde halkın üzerine yıkıldı. Hem savaş döneminin anti-demokratik uygulamaları halkı yıldırmıştı hem de 20 yıllık ekonomik fatura halkın üzerine yıkılmıştı. Bu durum savaş dönemindeki partilerin üzerine kalmış ve onlara karşı halkta büyük bir tepki ortaya çıkmıştı. İşte bu partilerin üzerindeki bu büyük kambur AKP’nin iktidara gelmesi için elverişli bir ortam yaratmıştı.
AKP Hükümeti ya da Erbakan’ın partisinden çıkarılan ‘yenilikçiler’ Türkiye’nin 20 yıllık ağır sorunlarının belirli partilerin sırtına yüklendiği ve diğer taraftan da Kürt Halk Önderi’nin yakalandığı, silahlı güçlerin sınır dışına çekildiği, savaşın durduğu ve belirli bir yumuşak ortamın ortaya çıktığı bir dönemde seçimlere girdi. Bu süreç aynı zamanda ABD’nin Irak’a müdahale etmesinden önceki yıla tekabül ediyordu. 2003’te ABD Irak‘a müdahale edecekti, 2002’de Türkiye’de seçimler oldu. Ortadoğu zor bir bölgedir. Eğer Türkiye’de siyasal İslamcı bir iktidar olmazsa hem Türkiye’nin tam desteğini alamaz, hem de Türkiye’de ABD’nin Irak’a müdahalesini sabote edecek savaş karşıtı gelişmeler ortaya çıkabilirdi. O açıdan kendine yakın bir siyasal İslamcı iktidarı Türkiye’de iktidara getirerek Irak’a müdahalesini kolaylaştırmıştır. Türkiye bir siyasal İslamcı iktidar olarak Irak’a müdahaleye karşı çıkmazsa o zaman diğer bölge ülkeleri de Irak müdahalesine sessiz kalırdı. Bu açıdan Irak’a müdahale döneminde siyasal İslamcı bir iktidarın Türkiye’de işbaşında olması ABD’nin çıkarına olacaktı.
Türkiye’deki derin devlet açısından da diğer partiler yıpranmıştı. Kürtlerin rehabilite edilmesi lazımdı. Bunu en iyi CHP veya MHP yapamazdı, çünkü savaşta yeterince teşhir olmuşlardı. Biraz demokrasiden söz eden, yumuşamadan söz eden siyasal İslamcı bir AKP iktidarıyla islam dini de, Kürtlerin dini inançları da kullanılarak Kürtler tümden sisteme entegre edilebilirdi. Bu yönüyle AKP’nin iktidara gelmesi hem iç güçlerin, hem de dış güçlerin işine geldi ikisinin de çıkarına olan bir momentte AKP iktidara geldi. Türkiye’nin bütün geçmiş sıkıntılarının, zorluklarının ağır faturasının önceki partilerin üzerine yıkıldığı bir dönemde seçime girdi ve iktidara geldi.
AKP’nin iktidara gelmesinde sol ve demokrasi güçlerinin sorumluluğu da çok büyüktür. Eğer o dönemde sol ve demokrat güçler demokrasi söylemiyle gerçekten Kürt sorununu çözecek, Türkiye’yi demokratikleştirecek bir programla seçim meydanına çıksalardı, böyle bir demokrasi ittifakı kurulsaydı AKP iktidara gelemezdi. İsmail Cem, Kemal Derviş ve o güne kadar Ecevit’in gölgesi olan Hüsamettin Özkan, bir parti kurdular. Aslında bunlar bile bir sinerji yarattılar. Eğer onlar seçime girselerdi, AKP tek başına iktidara gelemeyecekti. ABD müdahale etti, sistem müdahale etti ve böylece biraz daha demokratik, yumuşak bir partinin iktidara gelmesinin önüne geçtiler. Kemal Derviş oradan ayrılıp CHP’ye geçti. Böylelikle o partinin toplumda yarattığı sinerji birden dağıldı, tılsım bozuldu, ortada sadece AKP kaldı. Hem uluslararası güçler AKP’ye Irak müdahalesi döneminde kolaylaştırıcı rol verdiler, hem de iç güçler, derin devlet, Önder Apo’nun esaret altında olduğu ve Hareketimizin savaşı durdurup geri çekildiği bir dönemde, dini de kullanarak, demokrasi söylemiyle, yine AB’ye tam üyelik için hazırlanan paketlerdeki belli yumuşamalarla Kürtleri sisteme entegre etme, Kürt Hareketini bitirme görevini AKP’ye verdiler. Bu ikisi çakışınca, koşullar ve zemin de uygun olunca AKP iktidara geldi.
Hareketiniz hiçbir iktidara tanımadığı çözüm fırsatını AKP’ye sundu ve çeşitli dönemlerde birçok kez eylemsizlik ve ateşkes ilanında bulundu. Somut talepleriniz nelerdi, AKP buna nasıl yaklaştı?
AKP, Kürt sorununun gündemde olmadığı bir dönemde iktidar oldu. O da şunu düşünüyordu: “PKK yenildi, artık Kürt sorunu yoktur”. Onun görevi sadece Kürt sorununun ortaya çıktığı sorunları rehabilite etmektir Kürt sorununu çözme değil! Bu nedenle 2003 yılında Erdoğan’a sorulduğunda ‘düşünmezseniz Kürt sorunu da yoktur’ cevabını verdi. Gerçekten de politikası buydu. Kürt sorununu çözme değil, biraz daha yumuşak yaklaşarak Kürtleri sistem içinde rehabilite etme görevi vardı. Hareketimizin bütün çabalarına rağmen AKP hiçbir adım atmadı, hiçbir çözüm yaklaşımı göstermedi. Bunun sonucu 2004’te Türk devletinin ve AKP’nin Kürt sorununda adım atmama ve çözümsüzlükte ısrar politikasına karşı yeni bir gerilla hamlesi başlattık. Biliniyor, ondan önce de Hareketimiz içten tasfiye edilmek istendi. AKP biraz bu tasfiyeye de umut bağlamıştı. Onun için herhangi bir adım atmadı. 2004 yılında gerillanın yeniden hamle yapmasıyla birlikte AKP, Avrupa Birliği ve çeşitli güçlerle birlikte gerilla hamlesini, Kürt sorununu çözme hamlesini kırmak için bazı arayışlara girdi. DEP’li Leyla Zana, Hatip Dicle ve diğerlerinin cezaevinden çıkarılması aslında o dönemde bir projeydi. İşte onlarla ortamı yumuşatacaklar, onları etkili kılacaklar ve 1 Haziran Hamlesi’nin gelşmesini engelleyeceklerdi. Onlar üzerinde böyle bir hesap yapıyorlardı. Fakat bu, hem Hareketimizin çabalarıyla hem de çıkan DEP’lilerin böyle bir projeye alet olmamalarıyla boşa çıktı. Biz bunu boşa çıkarınca, Erdoğan, bilindiği gibi 2005’te yeniden bir arayış içine girdi. Çünkü bizim yürüttüğümüz mücadele AKP’yi zorluyordu. Bu bakımdan 2005’te, belirli aydınların da etkisiyle Erdoğan, Amed’de “Kürt sorunu benim de sorunumdur, geçmişte hatalar yaptık” biçiminde değerlendirme yaptı.
O dönemde Erdoğan biraz da ‘acaba bu soruna bir çözüm bulabilir miyiz?’ şeklinde düşünmüştür. Kuşkusuz düşündüğü çözüm Kürtlerin istediği gibi değildir. Ama ‘acaba bir şey yapabilir miyiz?’ biçiminde bir yaklaşımla o konuşmayı yapmıştır. Nasıl ki bir zamanlar Demirel ‘Kürt realitesini tanıyorum’ demiştir Çiller ‘Bask Modeli’nden bahsetmiştir Mesut Yılmaz ‘AB’nin yolu Amed’den geçer’ demiştir Özal fedarasyondan bahsetmiştir yani bütün siyasiler zorlanınca Kürt sorunu ve çözümünden söz etmiş, bir arayış içine girmek istemişlerse Erdoğan da 2005’te Amed’de bu yönlü bir konuşma yapmıştır. Ama tüm bu kişiler bu tür sözleri sarfettikten sonra durumun ve Türk devlet gerçeğinin amiyane deyimle kazın ayağının kendilerinin düşündüğü gibi olmadığını görmüşlerdir. Nitekim Erdoğan’ın 2005’te, Amed’de Kürt sorunu benim de sorunumdur demesinden sonra Şemdinli’de Umut Kitapevi bombalandı ve polis halka saldırdı. 2 yurtsever öldürüldü. Bombalamayı yapanlar yakalandı. Erdoğan, sonuna kadar gideceğiz, dedi. Arkasından Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, ‘ben iyi tanıyorum, bunlar iyi çocuklardır’ deyince geri adım attı. Şemdinli olayı için iddianame hazırlayan Savcı Ferhat Sarıkaya’yı onların önüne yem olarak attı. Böylece Erdoğan, durumun öyle kolay olmadığını anladı. Ama şunu da gördü ki, PKK’yle savaşarak bu işi götüremez, iktidarını kaybedebilir. Bu açıdan kendine göre doğru bir taktik politika izledi. Hem bizi idare etme hem devleti idare etme politikası izledi. Çünkü savaş sürerse derin devletin ve toplumun baskısını hissedecek, zorlanacaktı. Bu açıdan ateşkes ilan edildiğinde devletin ve toplumun baskısını üzerinden kaldırarak devleti ve toplumu oyalayacaktı. Bize de ‘ateşkes yapın, bazı adımlar atarız’ diyerek zaman kazanmış olacaktı. Gerçekten başka politikası yoktu. Ne Kürt sorununu çözme konusunda bir politikası vardı ne de PKK’yi şiddetle ezme politikasına hazırdı. 2004-5-6 yıllarında 2007’deki gibi, 2008-2009’daki gibi çok sert politikalara yönelme yoktu. Çünkü 2002 seçimlerine yumuşak söylemlerle ve demokrasiden söz ederek girmişti. Kürt sorununu çözme politikası olmadığı gibi, ezme politikasını yürütme konusunda da toplumu, kendi ittifaklarını hazırlamış değildi. O zaman orta yol denedi. Bizi ateşkesle oyalamak ve yumuşak ortamda da devleti idare etmek! 2006 ateşkesi AKP’ye böyle bir ortam hazırladı.
Öcalan 2006 ateşkesinin bir oyun olduğunu söylerken bunu hangi somut gelişmelere dayandırıyor?
Önder Apo 2006 ateşkesini eleştiriyor. 2006 ateşkesini AKP’nin bir oyunu ve oyalaması olarak gördüğü için bunu söylüyor. AKP kendine nefes aldırdı, devlete de bununla nefes aldırıldı. Daha sonra bu nefes aldırma, Mayıs 2007’deki Dolmabahçe mutabakatıyla sonuçlandı. Böyle bir mutabakatın olmadığı, devletin de AKP’nin de sıkışık olduğu, sorunlar yaşadığı dönemde, AKP’nin bir çözüm yaklaşımı yokken, somut her hangi bir adımı yokken ateşkese gitmek, aslında AKP’yi ve devleti rahatlattı. Hareketin devleti ve AKP’yi sıkıştırma imkanını sınırladı. Bu nedenle Önder Apo ‘ben doğru bilgilendirilseydim, ateşkesi yapmazdım’ dedi. Zaten ateşkesten hemen sonra, “Eğer iki-üç ay içinde adım atılmazsa, bunu bir oyun sayarım” demişti. Önderlik, AKP’nin bir politikasının olmadığını, zorlandığını ve bu yüzden bir ateşkes yaptırarak oyalamak istediğini hissetti. Nitekim gerçekten de birkaç ay içinde bunun bir oyun olduğu ortaya çıktı. AKP adım atmadığı gibi devlet de o ortamdan yararlanarak Önderliği zehirlemek istedi. Biz erkenden fark edip müdahale edince, kamuoyuna duyurunca bu adım adım zehirleme girişimi durduruldu. Yoksa gün gün Önderliği zehirleyerek zaman içinde ölüme götüreceklerdi. Önder Apo, Türkiye’nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü için hiçbir faydası olmayan ama Kürt sorununu çözmeyenlerin, Türkiye’yi demokratikleştirmek istemeyenlerin direncini arttıran, onlara o direnci bulmasını sağlayan fırsatı sunacağı için bunu “bir oyun sayarım” dedi. Demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümünü zora soktuğu ve Kürt sorununu ezerek çözmek isteyenlerin, gericilerin eline fırsat verdiği için bunu bir oyun olarak değerlendirmiştir.
Mayıs 2007’de Dolmabahçe’de gerçekleşen Erdoğan-Büyükanıt gizli görüşmesinde ordu ile siyasal İslamın Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı nasıl bir işbirliğine gittiğini düşünüyorsunuz?
2006 ateşkesi 2006 ortamı AKP’nin hem devleti idare etme hem bizi oyalama politikasıydı. Ama bunu uzun sürdüremezdi. 2007 Nisan’ına geldiğinde Cumhurbaşkanlığı seçimi olacaktı. Ordu, ‘eşi türbanlı birini Cumhurbaşkanı yapamazsın’ dedi ve müdahale etti. Niye? Çünkü AKP’nin bir Kürt politikası yok, idare ediyor. Onun için Kürt politikasında net olmayan, ezme politikası konusunda da iradesi ve gücü bulunmayan bu AKP’yi kabul etmiyordu. Derin devlet zaten Kürt sorunun çözümünü istemiyordu. Onun için 27 Nisan darbesi oldu. Şundan oldu: AKP’nin o güne kadar bir Kürt politikası yoktu. Tek politikası oyalama ve idare etmeydı. 27 Nisan e-muhtırasıyla birlikte AKP yeni bir durumla karşı karşıya kaldı: ya 2006’ya kadarki bu oyalama politikasını sürdürecek, hem devleti hem Kürt Özgürlük Hareketi’ni idare edecek – bunu ne PKK kabul ediyor, Ordu da kabul etmiyor- ya da Kürt sorununda bir çözüm politikası veya ezme politikasına yönelecekti. Ordu, Kürt sorununda ezme politikan yoksa ben sana karşıyım, iktidarını engellerim, dedi. Bunun sonucu Mayıs’ta Yaşar Büyükanıt ile AKP arasında mezara kadar götürülecek anlaşma gerçekleşti. Mutabakat şu çerçevede oldu: AKP, Kürt Özgürlük Hareketi’ni ezme politikası izleyecek, Kürtlerin haklarını/hukukunu tanımayacak, bu konuda tutum sahibi olacak Genelkurmay ve derin devlet de bu çerçevede AKP’nin yeniden iktidar olmasına izin verecek ve eşi türbanlı birisinin Çankaya’da olmasını kabul edecekti. Ne karşılığında AKP yeniden iktidar olacak? Kürt Özgürlük Hareketi’ni ezme, Kürtlere hak tanımama politikası karşılığında! 2007’deki Dolmabahçe mutabakatı kesinlikle buna dayanmaktadır.
Mezara kadar götürecekleri sır Kürtlerin ölümü, Kürtlerin yok edilmesi üzerinden yapılan anlaşmadır. Zaten sıradan bir politikacı bilir Türkiye geçekliğinde bu kadar önemli ve mezara götürülecek bir sır, Kürt politikası dışında ne olabilir? Kürt sorunu dışındaki her şey önceden açıklanabilir. Sadece Kürt sorunuyla ilgili bir konu mezara kadar götürülebilir. Çünkü bu çok stratejik bir konudur. En temel ulusal strateji Kürtlerin Türkleştirilmesi konusudur. Anlatırlar ne kadar doğru, bilemeyiz idam edilmeden bir süre önce Menderes’e, ‘Türkiye’nin en temel sorunu nedir?’ diye sormuşlar. Menderes de “Kürt sorunudur” demiş. Mezara giderken adama soruyorlar, ‘sen devlet adamısın bilirsin’ diye o bile “Kürt sorunudur” diyor. Kürtler üzerindeki bu kirli anlaşma topluma yayılırsa Kürtler buna tepki duyacaktır. Kürtlerin duymaması gereken bir şeyi, önemli bir sır olarak götürüyorlar mezara. O nedir? Kürtlerin ezilmesi, Türkleştirilmesi ve bu sorunun ortadan kaldırılmasıdır!
2009 yılı 29 Mart yerel seçimlerinden Kürt Hareketi önemli bir başarıyla çıktı ve 13 Nisan’da eylemsizlik ilanında bulundu. Siyasal çözüm için çok elverişli bir ortam yakalanmışken 14 Nisan’da KCK adıyla geliştirilen siyasi soykırım operasyonlarıyla süreç neden tersine çevrildi?
Ondan önce bilindiği gibi 2007 seçimlerinden sonra Erdoğan’ın 5 Kasım’da Bush ile Washington’daki görüşmesi var. Her türlü desteği alarak PKK’yi tasfiye etme yaklaşımı var. Ondan sonra Zap operasyonu ve başarısızlık var. O dönemde güçlü serhildanlar var. 2008 yılında ikinci bir Dolmabahçe mutabakatı gerçekleşti. Bu defa taraflar Erdoğan ile yeni Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’du. O da yine Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etme, Kürt sorununu ortadan kaldırmaya yönelik bir mutabakattı. Ama bu mutabakatın bir farklılığı vardı. O da şuydu: bu görüşmede belirli psikolojik savaş araçları kullanılarak Kürt Özgürlük Hareketi tasfiye edilecekti. Bunun mimarı da İlker Başbuğ’dur. İlker Başbuğ buna ‘liberal demokratik’ çözüm demektedir. İlker Başbuğ’un çözümüne göre TRT-6 açılacak, Kürdoloji bölümleri açılacak, kurslar açılacak ve Kürtler bu psikolojik savaş araçlarıyla, bu tedbirlerle kazanılacak. Böylelikle PKK’nin, DTP’nin tabanı zayıflatılacak ve bu tabanın zayıflatıldığı ortamda siyasi ve askeri bir hamle de yapılarak Kürt Özgürlük Hareketi tasfiye edilecekti. 2008’den 2009’daki 29 Mart Yerel Seçimlerine gidilirken böyle bir konsept var. Bu konsept şöyle gerçekleşecekti: Bu adımlar atıldıktan sonra, seçimler kazanılacak, arkasından bir Kürt Konferansı gerçekleşecekti. Orada PKK’ye silah bıraktırma kararı alınacak, PKK silah bırakmazsa haksız duruma düşecek, Türkiye daha da güçlü pozisyonda olacak. Çünkü hem belirli adımlar atmış, hem seçimi kazanmış, DTP zayıflamış, hem de Kürt Konferansı’nda PKK’ye silah bıraktırma kararı aldırtmış, PKK silah bırakmadığı takdirde Türkiye’nin tasfiye politikası meşruiyet kazanmış olarak siyasi ve askeri saldırılar yapacak ve Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye edecekti. Nitekim henüz seçimlerden önce, üstelik 15 Şubat’ta Hewlêr’de, Fetullahçıların hazırladığı bir konferans yapıldı. O aslında seçimden sonra PKK’ye silah bıraktırmayı amaçlayan Kürt Konferansı’nın bir hazırlığıydı.
Seçimler öncesinde ilk defa karşılıklı bir ateşkes olduğunu da söyleyebiliriz. Eylül’de Oslo görüşmeleri oldu. Daha sonra Oslo görüşmelerine aracılık yapanlarla görüşmeler oldu. Bu sırada Örgüt yönetimine yönelik suikast niteliğinde hava saldırısı yapılmış olsa da, biz ateşkes konumuna girdik. Hatta şehirlerde eylem yapmama taahhüdünde bulunduk. Oslo görüşmelerinin ilk taahhüdü de şehirlerde eylem yapmama biçiminde bir yaklaşımdı. Bunları dikkate alacağımızı söyledik ve gerçekten de yerel seçimlere kadar dört-beş ay TSK da hiçbir operasyon yapmadı. Kimin ordusu? İlker Başbuğ’un ordusu! Niye? Böyle bir tasfiye planı var da ondan! O iki taraflı ateşkes, hiçbir operasyon yapmama da bu tasfiye planının bir parçasıydı. Güya hem TRT-6 yumuşaması oldu, hem ordu yumuşadı böylelikle ne oluyor? İşler iyiye gidiyor işte AKP bu sorunu çözüyor, yumuşatıyor algısı yaratılarak 29 Mart seçimlerinde de başarılı olacaklardı. Nitekim en fazla da Fethullahçılar bunu propoganda ettiler. ‘Bakın işte savaş ve çatışma olmuyor, TRT-6 açıldı, adımlar atıldı. Kürt sorununu çözmek için ortam gelişti’ biçiminde değerlendirmeler oldu. Seçim öncesi de bir Oslo görüşmesi oldu. Sanıyorum 5 Mart’taydı. O görüşmede de hem seçimlerin, hem de Newroz’un rahat geçmesi konusunda anlaşmaya varıldı. Hatırlanırsa, 2009’daki Newroz da, seçim ortamı da yumuşak geçti. Bütün bunlar, türk devletinin seçimi kazanıp bir konferansla Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etme planıyla ilgiliydi. AKP dışardan ABD’nin, Avrupa’nın, Güney Kürdistan’ın desteğini almıştı liberallerin ve içerdeki birçok Kürt’ün desteğini almıştı. TRT-6’yı açmıştı. Ama hesaplar tutmadı. Bütün bunların hiçbiri etkili olmadı ve seçimlerden Kürt demokratik hareketi büyük bir başarıyla çıktı. Açıkça TRT-6 gibi adımların Kürt halkının özgürlük talebini karşılayamadığını, İlker Başbuğ’un liberal demokratik çözüm dediği özel savaş imalatı adımların Kürtler üzerinde etkileri olmadığını gösterdi.
29 Mart seçimlerinden Kürt demokratik hareketi güçlü çıkınca, hem PKK Yürütme Komitesi toplantısı, hem de KCK Yürütme Konseyi toplantısı yapıldı. Toplantılarda şu yaklaşım benimsendi: Seçim oldu, DTP de büyük bir oy aldı, böyle bir demokratik, yumuşak ortam doğdu biz bu ortamı demokratik çözüm için değerlendirelim. Herhalde bu ortamda Türkiye’nin tutumu da yumuşak olmalıydı. Kürtler, Kürt sorununun barışçıl demokratik çözümünü istiyor. Türk devleti de herhalde buna cevap verir, bu yumuşak ortam da devam eder ve bu temelde Kürt sorununun demokratik yollardan çözme imkanı doğar düşüncesiyle biz 13 Nisan’da resmi ateşkes ilan ettik. Türk devletini demokratik ortamı geliştirmeye, demokratikleşme adımları atmaya, Kürt sorununu demokratik temelde çözmeye çağırdık. Dünyanın herhangi bir ülkesinde böyle bir seçim olsaydı ve Kürtler bu kadar belediye başkanlığını kazansaydı, böyle bir yumuşak ortam olsaydı o devlet, ‘demokratik ortamda demokratik bir seçim oldu, oylar Kürt demokratik partisine gitti o zaman bizim de bu seçimin sonuçlarına ve seçim mesajına uyarak yumuşamamız ve demokratik yoldan çözümün yollarını aramamız, demokratik siyasetin önünü daha fazla açmamız gerekir, derdi. Yani ‘Kürtler demokratik siyasete bu kadar önem verip demokratik çözümde ısrar ediyorlar, o zaman biz de demokratik siyasetin önünü açalım, sorunu demokratik temelde çözelim’ demeleri beklenirdi. Herhangi bir normal devlet aklı dünyada böyle düşünürdü. Ama ne oldu? Biz demokratik siyasetin, demokratik çözümün önünü açmak ve ortamı yumuşatmak için yaptığımız ateşkes ilanından bir gün sonra 14 Nisan’da BDP’lilere, Kürt demokratik siyasetine yönelik siyasi soykırım operasyonları gerçekleşti.
Aynı gün, 14 Nisan’da siyasi operasyonların olduğu gün İlker Başbuğ gazetecileri karşısına alarak bir basın toplantısı yaptı. Daha doğrusu yeni Kürt politikasını açıkladı. Kim açıklıyor? Başbakan değil, Hükümet değil, İlker Başbuğ açıklıyor! Atatürk, ‘Türkiye’de yaşayan herkese Türkiye halkı denir ama bunların tümü de Türk milletini oluşturur’ demiş! Başbuğ ‘farklı kimlikler olabilir, ama hepsi Türkiye halkını oluşturuyor ve Türk milleti oluyor’ diyerek aslında kendisinin ve devletin yeni Kürt politikasını izah etti. 14 Nisan’da bu operasyonlar niye yapıldı? Şunun için: İlker Başbuğ’un ilan ettiği Kürt politikası seçimden önce kabul edilmişti. Bu politika çerçevesinde Kürt sorunu halledilecekti daha doğrusu Kürt Özgürlük Hareketi ezilecekti. Ama 29 Mart seçimlerinde neyi gördüler? 29 Mart seçimlerinde DTP’ye bu kadar oy veren, her tarafta DTP’yi destekleyen bu Kürt halkına, bu Kürt demokratik hareketine İlker Başbuğ’un ortaya koyduğu çözüm projesi kabul ettirilemezdi. İşte büyük politikleşmiş ve DTP’ye bu kadar oy veren Kürt halkına ön gördükleri Kürt politikasını kabul ettiremeyeceklerini gördükleri için Kürtlerin örgütlenmesini, iradesini kırmak ve İlker Başbuğ’un liberal demokratik çözüm dediği Kürt politikasını kabul ettirmek için bu siyasal soykırım operasyonları yapılmıştır. Siyasal soykırım operasyonlarının yapılmasının amacı, tamamen 29 Mart seçimleri sonucu ortaya çıkan Kürt gerçeğine o tasfiye politikasının kabul edilmeyeceği görüldüğünden -zaten tasfiye politikaları da gündemdedir- o tasfiye politikasını kabul edecek toplumsal, siyasal, psikolojik zemini ortaya çıkarmaktı. Bu yüzden siyasal soykırım operasyonları yoğun olarak gerçekleşmiştir.
Oslo görüşmeleri çok tartışıldı. Ne zaman, nerede başladı? Buna kim-kimler öncülük etti? Neden Oslo?
Oslo görüşmeleri resmi olarak 2008 Eylül’ünde başladı. Ama önceden dolaylı görüşmeler var. Oslo görüşmelerinin gerçekleşmesine aracılık yapan, uluslararası bir kurumdur. Dolayısıyla bazı büyük devletlerle ilişkili olma olasılığı da vardır. Görüşmeler Oslo’da olduğu için Norveç devletinin de bilgisi dahilinde olduğunu söylemek gerekir. Dünyanın birçok yerinde, Srilanka-Tamiller, Filipinler, işte meşhur Filistin-İsrail görüşmeleri, en son Kolombiya-FARC görüşmelerinin hepsi bu ülkede olmaktadır. Aslında Norveç’e itilaflı konularda böyle bir rol verilmiş. Türk devleti ve PKK arasındaki ilk görüşme Eylül 2008’de yapıldı. İkincisi ya da üçüncüsü Mart 2009’da yapıldı. Seçimlerden sonra Mayıs’ta da görüşmeler oldu. 14 Nisan operasyonlarına rağmen Yürütme Konseyi Başkanımız Hasan Cemal ile yapılan söyleşide demokratik çözüm iradesini bir kere daha ortaya koydu. Mayıs’taki görüşmede Hareketimiz, 14 Nisan operasyonlarına rağmen yumuşak mesajlar gönderdi. Yine çözümü zorlamak istedi. Önder Apo da ‘bir Yol Haritası hazırlayacağım’ dedi. Daha sonra Temmuz’da görüşmeler oldu. 2009 yazındaki Oslo görüşmeleri, aynı zamanda Önder Apo’nun bir Yol Haritası hazırlayarak devlete sunduğu sürece tekabül ediyordu. Devletin soykırım operasyonlarını yürütmesine rağmen Hareketimiz makul ve yumuşak yaklaşımlar gösterdi. Biraz da Önder Apo’nun hazırladığı Yol Haritası’na devletin vereceği cevap beklendi diyebilirim. O zaman MİT Müsteşar Yardımcısı ekibiyle geliyordu. Daha sonra 2009 Ağustos’unda, Yol Haritası’nın devlete verildiği süreçten sonra Hakan Fidan da görüşmelere katıldı. O zamanlar Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı/Başbakan Temsilcisi olarak görüşmlere katılıyordu. Görüşmeler böyle sürdü. Önder Apo, 22 Ağustos’ta Yol Haritası’nı sundu. Buna hiçbir cevap verilmediği gibi Yol Haritası’nın verilmesinden sonraki ilk Oslo görüşmelerinde Yol Haritası’nın verilmeyeceğini söylediler. Belirli bölümlerini okuyabileceklerini söylediler. Sadece şuradan buradan hep Hareketin atacağı adımların söylendiği bölümleri pasaj pasaj okuyorlardı. Yol Haritası’nın verilmemesinden de anlaşıldı ki bir çözüm politikaları yok.
Yol Haritası’ndan önce de 2007’de, Önderlik 125 sayfalık bir çözüm önerisi, bir nevi Yol Haritası’nın daha öz bir biçimini sunmuştu, o da verilmemişti. Yol Haritası’nı da vermedikleri gibi Beşir Atalay tarafından olumsuz değerlendirmeler oldu. Yol Haritası da verilmeyince, Önderlik, AKP’nin bir çözüm politikası olmadığını gördü ve bir girişim daha yaptı. Bildiğiniz gibi Habur’dan barış gruplarını gönderdi. Meclis’te görüşme olacaktı. Barış grupları bu süreçte Hareketin görüşlerini kamuoyuna aktaracaktı. Hatta Meclis’e bile gidip hareketin düşüncelerini aktarabilecekleri söylenmişti. Öyle bir şey planlanmıştı. Ama Habur’da milyonlar ovalardan kasabalardan yollara dökülüp barış gruplarını karşılayınca, aynı 29 Mart seçimlerinden sonraki tepkiyi gösterdiler. 29 Mart seçimleri yumuşak bir seçimdi, ama hemen ardından 14 Nisan operasyonlarını yaptılar. Habur’da da aynı 29 Mart seçimlerinden sonraki tepkiyi gösterdiler. Habur’u asıl olarak bozan bu yaklaşım olmuştur. “Biz bu halka tasfiye politikasını kabul ettiremeyiz” dediler. Böyle bir halk AKP’nin istediği çözümü kabul etmez diye düşündükleri için Habur’dan sonra siyasi soykırım operasyonlarını arttırdılar. 29 Mart seçimlerinden sonra neden siyasi soykırım operasyonları yapıldıysa, Habur’dan sonra da siyasi soykırım operasyonları aynı nedenle yapılmıştır. Bu halka kendi çözüm politikalarını ya da kendi tasfiye etme politikalarını kabul ettiremeyeceklerini gördükleri için bu halkı ezerek, zindanlara doldurarak kendi tasfiye politikalarını kabul ettirecek duruma getirmek istediler. Bilmem Habur’da şöyle tahrik yaptılar, işte bilmem Silvan’da tahrik yaptılar, şurada şunu yaptılar… Bunların hepsi hikayedir! Bahaneler aradılar. 12 Haziran seçimlerinden de Kürt demokratik hareketi büyük bir başarıyla çıkmadı mı? Kendi düşündükleri çözümü kabul ettiremeyeceklerini düşündükleri için 29 Mart seçimlerinden sonra, Habur’dan sonra hangi tepkiyi vermişlerse, 12 Haziran seçimlerinden sonra da aynısı oldu. Geçmiş dönemde yaşananların ve ortaya konulan tepkilerin izahı böyle yapılırsa doğru anlaşılır, yoksa doğru anlaşılamaz.
Hareket adına sizden Oslo görüşmelerinde kimler yer aldı, kimlerle nasıl görüşüldü?
Artık kamuoyu kimlerin katıldığını bildiği için belirtmekte sakınca yok. Hareketin yönetimi bir heyet tespit etti. Bu heyetle Oslo görüşmelerine katılındı. Daha önce zaten böyle bir süreç başlatmak için Hareketin yönetimiyle dağ alanında bazı öngörüşmeler yapılmıştı. 2006’dan beri olgunlaşan bir durumdu. Yani İki-üç yıla dayanan öncesi var. Oslo görüşmesine heyet olarak Sozdar arkadaş, Avrupa’dan KNK Üyesi ve Diplomat Adem Uzun arkadaş ile yine Dışilişkilerden sorumlu ve aynı zamanda KCK Yürütme Konseyi Üyesi olan Zübeyir Aydar arkadaş katılıyordu. Zaman zaman Remzi Kartal arkadaşımız da görüşmelere katıldı. Birkaç görüşmeden sonra da (3. Görüşme ile birlikte) Sabri Ok arkadaş da görüşmelere katıldı. En son iki üç görüşmeye ben katılmadım. Sabri Arkadaş katıldı. Onlar (devlet tarafı) beş-altı kişilik bir heyetle geliyorlardı. Onlar ilk önce devlet adına geldiklerini söylüyorlardı. Ondan sonraki süreçte biraz sıkıştırınca, ‘biz her şeyi bilemeyiz, devletin farklı kurumları var’ diyerek çözüm adına somut yaklaşımlar içine giremediler. Devletin taahhüt altına girmesinden ziyade, daha çok bizden istenen, ateşkes olsun ortam sağlansın, ortam sağlanırsa, devlet bazı şeyleri yapar, gibi taleplerde bulunuyorlardı.
Ne gibi talepler?
Siz ortamı yumuşatırsanız dil, kimlik ve kültür konusunda devlet adımlar atabilir, belli yumuşamalar olabilir diyorlardı. Çok genel geçer, somut olmayan ve Kürt halkının taleplerini karşılamayacak düzeydeydi. Somut şeyler söylemiyorlardı. Biz her defasında somut şeyler yapmak istiyorduk.
Hatta biz her defasında diğer görüşmelerde daha somut adımları tartışalım diyorduk, o da olmuyordu. Hatta biz bazı somut maddeleri koyuyorduk, devlet şunları şunları yapmalı diyorduk. En son çok zorlandılar, biz de 14 maddelik bir talepler manzumesi sunduk. Tamam biz bunları alır devlete götürürüz, dediler. Görüşmeler çok da çözüm sürecinin tartışmaları gibi değildi. AKP Hükümeti’ne ve devlete adım attırma konusunda çok verimli geçtiğini söyleyemeyiz. Aslında Önderlik de biz de Hareket olarak AKP’nin ve devletin bir çözüme hazır olmadığını görüyorudk. Ortamı kısmen de olsa yumuşatarak, devleti toplumu çözüme hazırlamak, bu temelde de AKP’yi de acaba bir çözüm sürecine sokabilir miyiz, yaklaşımıyla hareket ettik. Yoksa Oslo görüşmelerinden beli oluyordu ki, somut bir çözüm politikaları yok. Ama o görüşmelerle biz gerçekten de toplumu, devleti çözüme hazırlayabilir miyiz, AKP’yi böyle bir çözüme zorlayabilir miyiz, yaklaşımıyla hareket ettik. Uluslararası güçlere de bakın biz çözümden yanayız mesajı vererek, onları da çözüm sürecinin destekçisi yapma yaklaşımı ile hareket ettik. AKP’nin hiç bir çözüm yaklaşımı olmadığı halde çözümü zorlayan, çözüm konusundaki yaklaşımlarını bu toplantılarda gösteren hep biz olduk.
Çözüm süreci için herhangi bir takvim netleştirildi mi?
Görüşmelerde bir çözüm takvimi belirlenmedi. Her defasında bir dahaki sefer geldiğimiz zaman çözüm projesi ile gelelim. Siz de getirin, biz de getirelim, dedik. Ama onlar öyle bir çözüm projesi ile gelmiyorlardı. En son dediğim gibi biz 14 maddelik bir çözüm taleplerimizi ortaya koyduk. Yani çözüm için neyi düşündüğümüzü ortaya koyan yaklaşımımızı sunmuş olduk. Bu arada Önder Apo daha aktif devreye girdi. Görüşmeleri sonuca doğru götüren, bir projeye, çözüm perspektifine bağlayan yaklaşımlarını mektuplarla adım adım geliştirdi. 12 Haziran 2011 seçimleri öncesi hükümete sunulan protokoller böyle ortaya çıktı.
Oslo ve İmralı’da gerçekleşen görüşmelerde Kürt Halk Önderi ile mesaj alış-verişiniz nasıl oluyordu?
Önderlik ile mesaj alış verişimiz şöyle oluyordu. Yani o dönem heyet geliyordu, mektuplarını getiriyordu. Biz de o heyetle toplantının sonuçlarını gönderiyorduk. O dönemde bu mektupların gidişinde gelişinde bir sıkıntı yaratmıyorlardı. Bazen daha geniş yazılarak, bazen de daha kısa yazılarak görüşme sonrası notlar gönderiliyordu. O süreçte aracılar da mektuplar götürüp getiriyorlardı. Dediğim gibi uluslararası bir kurum aracılık yapıyordu. Zaten hemen hemen her görüşme öncesi o aracılar, hem gidip Türk devleti ile hem de bizimle görüşüyorlardı. Bir nevi yeni görüşmenin ortamını hazırlıyorlardı. Böyle bir trafik vardı. O trafik herhangi bir aksamaya uğramadan 2011’in yazına kadar sürdü.
İngiltere’nin garantör devlet olarak görüşmelerde yar aldığı basına yansıdı, bu doğru mu?
Biz böyle bir şeyi kesin söyleyemeyiz. O görüşme heyetinin içinde İngiliz kökenliler de vardı. Başka kökenliler de vardı. Hatta görüşmeye katılan Asya kökenli de vardı. Ama doğrudan devletle gerçekten de ilişkili midir buna bir şey diyemeyiz. Norveç devleti içinde olduğuna göre, belki Norveç üzeri de bu görüşmelerle bazı büyük devletler ilişkili olabilir. BM Konseyi olan Avrupalı devletlerin ve ABD’nin bu tür görüşmelerin arkasında olduğu hep söylenir. Herhalde bu görüşmelerle iligilenen bu tür güçler vardır ama garantörlük gibi herhangi bir durum yoktur. Yani öyle bir şey olmadı. Biz esas olarak aracı heyeti biliyoruz. Olsa olsa bazı tahminler söylenebililir.
Protokoller konusu var, basın da çok işledi, Oslo’da ya da İmralı’da kaç protokol hazırlandı? Bu protokoller hangi konuları kapsıyordu? Devlet neden imzalamadı?
Bu protokolleri Önderlik hazırladı. Yani Oslo görüşmeleri sürecinde en son görüşmelerde de arkadaşlar Önderliğe bilgi veriyorlar. Zaten bilgi alışverişi sürekli oluyordu. Bütün görüşmelerin sonucunda Önder Apo üç protokol hazırladı. Sanırım 2011’in Nisan ayında bize geldi. Biz her üç protokolü de uygun gördük, onayladık. Sadece bir iki maddesine değişiklik yaptık, eklemeler yaptık. Nasıl ki bu son gelen mektuplarda esasını değiştirmeden bazı rötuşları yaptıysak, o zaman da böyle bir iki madde konusunda görüşlerimizi belirttik. Temelde üç protokol vardı, anayasal çözüm, barış ve hakkikatleri araştırma protokolüydü. Yani geçmişte yaşanan cinayetleri araştıran bir komisyon da kurulacaktı.
12 Haziran 2011 seçimlerden önce Oslo’da bir görüşme daha olacaktı. Fakat o görüşme olmadı. Devletin hazır olmadığı söylendi. Seçimden önce olması gereken görüşme olmadı ve zaten seçimden sonra da hiç görüşme olmadı. Oslo görüşmeleri seçimden önce bitti. Önder Apo’nun sunduğu protokolleri hükümetin de kabul etmeyeceği belli oldu. Hükümetin o görüşmeleri onaylamadığı aracılar vasıtasıyla duyuruldu. Aracılar geldiler, devletin bu protokollerin altına resmi olarak imza atmayacaklarını, söylediler. O zaman da anlaşıldı ki, bir taahhüt altına girmeyecekler.
Çözüm arayışlarınızda Oslo görüşmeleri ne anlam ifade ediyor?
Oslo görüşmeleri tabi şunu ifade ediyor devletin ve AKP’nin çok sıkıştığını. Devlet ve AKP sıkışmasaydı, oyalama düşüncesi ile de olsa -ki biraz öyleydi- böyle bir görüşme içine girmezdi. Sıkıştığı için devlet bu görüşmeleri kabul etti. Diğer yandan uluslararası güçler de -ki o güne kadar PKK teröristir, şöyledir böyledir biçimindeki politikalarına rağmen-, PKK ile Türkiye arasında yaşanan bu sorunda arabulucu olma, girişimlerine bulunmuşlardır. Yani onlarda da PKK’ye karşı beli bir yaklaşım değişikliği olmuştur. Bu mücadelenin etkili biçimde sürmesi, bütün tasfiye hareketlerine rağmen, bu tasfiye saldırılarını hem Türk devleti, hem de uluslararası güçler ortak yaptığı halde başarılı olmadığını ve PKK’nın sadece Kuzey Kürdistan da değil, bütün parçalarda Kürtlerin üzerinde etkili olduğunun görülmesi sonucu böyle bir görüşme başladı. Yani Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadelesinin ulusal alanda ve uslulararası alanda etkili hale geldiğini, muhatap bir güç olduğunu ortaya koymuştur. Bizim açımızdan eğer bir dönemeç anlamında ifade edilecekse böyle söylenebilir.
Oslo görüşmelerinde masayı devirenin PKK olduğu söyleniyor. Buna da Silvan’da gerçekleşen olay örnek gösteriliyor. Masayı siz mi devirdiniz?
Görüşmeler 4 yıla yakın sürdü. Herhalde sekiz-dokuz görüşme olmuştur. Devletin çözüm politikası olmadığı halde Oslo görüşmelerini ısrarla sürdürdük. Sonuç çıkmayınca 2010’un 31 Mayısı 4. Mücadele Dönemi dediğimiz Devrimci Halk Savaşı sürer. – Yeni Özgür Politika
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info