10 Ekim 2014 Cuma Saat 12:48
Protestolara Türk devletinin yaklaşımı AKP’nin
politikalarını netleştirmiştir. AKP hükümetinin demagojik söylemleri tüm
açıklamalarıyla deşifre olmuştur. AKP’nin ikiyüzlü, çirkin ve komplocu
karakteri bir daha ortaya çıkmıştır. AKP’nin tüm söylemleri ve demagojilerinin
çirkin yüzünü örtmeye yönelik olduğu bir daha anlaşılmıştır. AKP’nin tek
politikası ve amacı vardır o da Kürt Özgürlük Hareketi’ni tasfiye etmektir.
Tek gerçeklik vardır, o da budur. Bu ne abartma ne de kuşkudur. Başka türlü her
değerlendirme toplumu aldatma ve kendini kandırmadır.
Son zamanlarda AKP hükümeti “biz hiçbir zaman asayişin
bozulmasına izin vermeyiz diyerek, biz Kürt sorununu çözmeyiz, ama Kürt
halkının bu çözümsüzlüğe karşı mücadelesine de saldırırız demişlerdir. Biz
karakol, askeri amaçlı baraj ve yol yaparız, ama karşı çıkanlara da saldırırız
demişlerdir. AKP hükümeti sessiz ve teslim olmuş bir toplum istemektedir.
Suruç’ta halkın eylemlerine saldırılması, her demokratik gösteriye bastırmak
için polis, panzer ve TOMA’ların kullanılması AKP’nin bu zihniyetinin
sonucudur. AKP tamamen neofaşist bir hükümettir. Halkın her gösterisine
saldırması karşısında hiçbir tepki görmek istemediğini ortaya koymuştur.
AKP’nin demokrasisi sadece basın açıklamalarıyla sınırlı bir demokrasidir. Halkın
tepkisi bunu aşıp binler ve on binler olduğunda, Kobanê protestosunda olduğu
gibi derhal polisini ve panzerini devreye sokmaktadır. Nitekim AKP’nin on iki
yıllık iktidarında şimdiye kadar yapılan miting ve gösterilerde yüzlerle ifade
edilen insan katledilmiştir. Bunların hiçbirisinin sorumlusu da
yargılanmamıştır.
Halkın direnişi tüm Kürdistan’a yayılıp hükümeti politika
değişikliğine zorlayınca bu defa yeşil JİTEM’ini, derin güçlerini devreye
sokmuştur. Hüda-Par yanlılarının halka saldırtılması devletin bu politikasının
sonucudur. Nasıl ki 1990’lı yıllarda Kürt halkının direnişi yükselince devreye
JİTEM ve JİTEM’in yönlendirdiği güçler sokulmuşsa, bugün de aynı kirli oyun
devreye sokulmuş bulunmaktadır.
Kobanê eylemlerine karşı polis ve asker dışında bazı güçler
de devreye sokulmuştur. Türkiye metropollerinde MHP ve bazı IŞİD yanlıları
Kobanê protestocularına saldırırken, Kürdistan’da ise IŞİD ve Hüda-Par
yanlıları saldırmaktadır. Bu saldırılarda genç yaşlı yirmiye yakın Kürt
yurtseveri katledilmiştir.
Kuşkusuz tüm bu saldırılar devletin her zaman olduğu gibi
polisi, panzer ve diğer araçlarıyla halkın demokratik eylemlerine saldırması
sonrası gerçekleşmiştir. Halk da polisin bu saldırılarına karşı kendisini taş
ve Molotoflarla savunmaktadır. Kaldı ki bu savunma polisin saldırıları
karşısında her zaman masum protesto niteliğindeki savunmadır. Polisin
saldırıları karşısında gençler bu tür şeyler yapmasın demek, polisin
saldırılarını görmemek anlamına gelir. Çünkü devletin müdahale etmediği her
gösteri sessiz geçerken, polis müdahale ettiğinde bu tür taşlı-sopalı kavgalar
ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan suçlanması gereken varsa, devletin her gösteriye
panzerleriyle, TOMA’larıyla, polisleriyle saldırmasıdır. Şimdiye kadar polisin
gösterilere yaptığı saldırılarda yüzlerce ölü ve yaralı olmuşsa, bu, AKP
hükümetinin demokratik gösterilere yaklaşımının sonucudur.
Devlet ve polis bu tür saldırılar yapacak diye halkın ve
gençlerin direnişten, serhıldanlardan vazgeçmesi de düşünülemez. Halk tabii ki
devletin ve hükümetin politikalarına karşı direniş hakkını kullanacaktır.
Devlet, Kobanê’de direnişin kırılmasını isteyen bir politika izliyorsa, Kürt
sorununda bir çözüm politikası yoksa tabii ki halkın direnişini, serhıldanını
karşısında bulacaktır. Bu gerçeklik görülmeden gençlerin ve halkın tepkilerini,
taşını anlamak mümkün değildir. Kürt halkı, gençleri, kadınları bugün
direnmeyecek de ne zaman direnecektir?!
Diğer bir husus da halkın saldırıları karşısında meşru
savunma yapma konusudur. Halkı meşru savunmasız bırakmak en ağır
sorumsuzluktur. Her siyasi güç en başta da halkın meşru savunmasını
örgütlemekle sorumludur. Eğer halkın eylemliliklerine, etkinliklerine
rahatlıkla saldırılıyorsa, buna karşı halkın hiçbir özsavunması yoksa bu tabii
ki kabul edilemez. Türkiye ve Kürdistan gibi demokrasinin olmadığı, halka
birçok yerden saldırının geldiği dikkate alınırsa meşru savunma yapmak kadar
haklı ve doğru bir şey olamaz. Bu açıdan her siyasi güç, her kurum en başta da
kendi meşru savunmasını örgütlemek durumundadır. Devletten kendini korumasını
beklemek, kendisini Kürt halkını fiziki ve kültürel soykırıma uğratmayı
hedefleyen devlet ve hükümetin insafına bırakmak en büyük gaflettir. Kürt
halkına saldırılarak güç gösterisi yapanlara karşı halk da tabii ki kendi
özsavunmasını oluşturmalıdır. Çünkü mevcut siyasal koşullar, Türk devletinin
kirli savaş politikaları ve halka saldıran birçok gücün bulunması bunu zorunlu
kılmaktadır.
1990’lı yıllarda Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı kirli savaş
uygulandığını, bu kirli savaşta JİTEM’in baş rol oynadığını herkes bilmektedir.
Bunlar o kadar çok yazılmış ve çizilmiştir ki, ayrıntılar dışında ortaya
çıkmayan bir gerçek kalmamıştır. 1970’li yıllarda faşistler devrimcilere
saldırırken izleyen polis, 1990’lı yıllarda da Kürdistan’da Hizbullah denen
grubun saldırılarını izlemiştir. Hatta Kürt yurtseverlerine karşı cinayet
işleyen katilleri koruduğunu bilmeyen, duymayan kalmamıştır.
Kürt halkına 1990’lı yıllarda bir taraftan JİTEM,
itirafçılar, diğer taraftan Kürt halkının hizbulkontra adını verdiği gruplar
saldırtılmıştır. Kürtlere yönelik saldırıda at izi it izine karışmıştır. Bu
dönemde Türk devletinin Hizbullah’ı Kürt Özgürlük Hareketi’ne karşı kullandığı
o dönemin birçok devlet yetkilileri tarafından da itiraf edilmiştir. Türk
devleti 1990’lı yıllarda Hizbullah’ı Kürtlere karşı kullanıp cinayetler
işletirken, 1998 uluslararası komployla Önder Apo esaret altına alınınca
Hizbullah’a yönelik operasyonlar yapılmıştır. Çünkü devlet PKK’nin bittiğine
inanarak Hizbullah’ı kullanmasına gerek kalmadığı kararına varmış, bu
operasyonlarla birçok Hizbullah üyesini ve liderini öldürmüştür. Hizbullah’a
yönelik operasyonun PKK’nin bittiğine inanıldığı için yapıldığını aklı başında
olan herkes bilmektedir. Anlaşılıyor ki bu çevreler hala kendilerine yapılan bu
saldırıların nedenlerini anlamış değillerdir.
1990’lı yıllarda Kürt halkına karşı sadece faile meçhul
denen JİTEM ve kontra cinayetleri gerçekleşmemiş, dört bin civarında köy
yakılıp yıkılarak boşaltılmıştır. Yüz binlerce Kürt işkenceden geçirilmiş, on
binlercesi zindanlara atılmıştır. Kürt halkına karşı kirli bir savaş
yürütülmüştür. Kürt halkına karşı 1990’lı yıllarda kirli bir savaş
yürütüldüğünü Kürdistan’da bir çocuk bile bilmektedir.
Kobanê gösterilerinden sonra birçok yurtsever derin güçler tarafından
kışkırtılan, yönlendirilen Hüda-Parlı’lar tarafından katledilmiştir. Bu
çevrelerin bir daha Türk devletinin kirli politikasının aleti ve parçası
oldukları görülmüştür. Kürt Özgürlük Hareketi’nin bu güçlere karşı bir tutumu
ve bir yönelimi yokken derin güçlerin ve JİTEM’in oyununa bir daha gelerek
cinayetler işlemesi gerçeği ortaya çıkmıştır. Abdurrahman isimli bir Hüda-Par
yöneticisi, 8 Ekim’de katıldığı televizyon programında “1990’lı yıllarda PKK’ye
sadece biz karşı koyduk, PKK’nin belini kırdık diyerek hangi kafada olduğunu
ve hangi güçler tarafından kullanıldığını itiraf etmiştir. 1990’lı yıllardaki
kirli savaşın parçası ve aktörü olduğunu kabul etmiştir. Çünkü 1990’lı yıllarda
kimlerin PKK’nin belini kırmak için her türlü kirli yol ve yöntemi kullandığı
bilinmektedir. Savunmasız yurtseverlerin polisin koruması, himayesi ve gözetimi
altında katledilmesinin PKK’nin belini kırmak olarak değerlendirilmesi, bu
çevrelerin kafalarının ne kadar sorunlu ve kullanılmaya ne kadar açık olduğunu
bir daha ortaya koymuştur. Bu sözler, 1990’lı yıllarda nasıl kullanıldıklarını
bilince çıkarmadıklarını göstermektedir. 1990’lı yıllardaki cinayetleri hala
savunma ve haklı görme zihniyetinin Kürt halkı için nasıl bir tehlike olduğu da
açıktır. Zaten son cinayetler de böyle bir zihniyet sonucu
gerçekleştirilmiştir.
Bu kafa, yirmiye yakın Kürdün katledilmesini bir kahramanlık
gibi sunmaktadır. Güya Kobanê gösterilerine katılmış Kürt yurtseverlerini
katlederek kendine bir güç vehmetmektedir. Bu zat, ne kadar Hüda-Par’ın genel
görüşünü yansıtıyor bilinmez, ama ruh hali sorunludur. Eğer bu ruh halinden
kurtulmazlarsa 1990’lı yıllarda olduğu gibi Kürt halkına karşı kullanılmaya
devam edileceklerdir. Bu çevreler 1990’lı yıllardaki cinayetleri PKK’nin belini
kırdık biçiminde değerlendirmeyi bırakmalı, o yılları biraz aklı olan
insanların değerlendirdiği gibi Kürtlere karşı yürütülen kirli savaş olarak ele
almalıdır. Ancak o zaman doğru bir tutum gelişir, Kürt halkıyla gerçek anlamda
bir barış sağlayarak Kürdistan’daki çoğulcu demokratik siyaset içinde yerini
alırlar. Böyle olmadığı müddetçe Kürt halkıyla gerçek barış yapmadıklarından
halkın tepkisiyle karşılaşacaklardır.
Bu zat, PKK’ye küfredenlerin, yeminli Apo ve PKK
düşmanlarının söylediği bir yalanı da tekrarlamaktadır. Zaten kendilerini ve
toplumu kandırdıkları bir nokta da budur. Güya PKK her siyasi gücü ezerek
etkisizleştirmiştir! Bu çevreler bilmeli ki bu büyük bir yalandır. Aksine 1980
öncesi PKK çeşitli grupların saldırılarıyla etkisizleştirilmek istenmiştir.
Eğer 12 Eylül öncesi öldürmeler incelenirse ve 12 Eylül mahkemeleri
iddianamelerine bakılırsa gerçeğin bu çevrelerin söylediğinin tersi olduğu
görülür. Sözünü ettiği kesimler 12 Eylül askeri faşist cuntası karşısında
direnemedikleri için varlıklarını kaybetmişlerdir. Yoksa 12 Eylül öncesi
çevreleri de vardı, etkinlikleri de vardı. Dolayısıyla bazılarının bu tür
suçlamaları şehir hikayesi haline getirmesini Kürt halkına yönelik
saldırılarını meşrulaştırma argümanı olarak kullanması kendi tutumlarını
gizlemez, örtmez.
Hüseyin Ali
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info
0
21
FR
:” ”
:””
” “,” ”
:” ”
:FR