Savaş tüccarlığına soyunmuş diktatoryal siyasetlerin vekalet–kefalet savaşlarıyla yoğun bombardıman altında tuttuğu Ortadoğu bölgesinde toplumlar açısından felaket–sefalet düzeyinde trajedik sonuçlar yaşanmaktadır. Bu savaşların tüm perde arkasını yöneten iktidar sahiplerinin hissiyat ve fikriyattaki ekonomik çıkar ve hesapları o kadar kabarık ki enkazlara dönen şehirler, kaybedilen hayatlar, artan göç dalgaları sadece belirlenen rakamlar dışında kendileri için herhangi bir önem taşımamaktadır. Güçler arasındaki bu dengesel çekişmede iktidarını korumak ve egemen kılmak adına dökülen kanların, ölümlerin ve hatta insanların çektiği acıların bile pazarlandığı bir mahşerî arefeden bahsetmekteyiz.
Her savaş ve çatışma ortamını birer fırsata dönüştüren, her yıkım ve parçalanmışlıktan pay koparmaya çalışan kapitalist modernist sistem güçleri, karşılıklı atışmalarda çözüm modellerini sunuyorlarmış gibi gösterseler de sorunların yumak yumak büyümesi, derinleşmesi ve içinden çıkılmaz hal alması için kurnazca bir uğraşı içerisindedirler. Çünkü, savaşlar ve savaşların doğurduğu çözümsüz sorunlar onlar için hakimiyet kurma ve ekonomik kazanç elde etme alanlarının en vazgeçilmezi olmaktadır. Bu güçlere yaranmak için kırk takla atan bölgesel iktidarcıklar ise ortaya çıkan, belki de üretilen ve önlerine konulan bu sorunlarla uğraşıyormuş gibi yapıp, özgür düşünce ve umutların gömüldüğü bir mezarlığa çevrilen bu coğrafyada adeta avına saldırmak üzere bekleyen leş kargaları misali toplumdaki insanî değerlerin can çekişen son parçalarını da kendi aralarında bölüşmek için fırsat kollamaktadırlar.
Bu biçimiyle, Üçüncü Dünya Paylaşım Savaşı’nın yaşandığı Ortadoğu’daki sorunların en başında ulusal direniş mücadeleleri ile soykırımcı zihniyetlerin karşı saldırıları temelinde gelişen ‘’devrim’’ ile ‘’faşizm’’ arasında geçen savaşımlar gelmektedir. Biri, ulusal-toplumsal varoluşun özgürlük mücadelesini yürütürken; diğeri, bunu engelleyecek inkar-imha saldırılarıyla karşılık vermektedir. Devrim, toplumun tüm dinamiklerini işlevsel kılıp demokratik, ahlakî, komünal yaşam değerlerini korumaya çalışırken; faşizm ise, ulus-devlet tekçiliğini dayatarak toplumu zor yöntemleriyle teslim almayı hedeflemektedir. İşte, dış güçler diye tabir ettiğimiz kapitalist, emperyalist ve hatta bölgesel hegemonya peşinde koşan diğer bazı ülkeler, devrim (toplum) ile faşizm (devlet) arasındaki bu savaşıma arabuluculuk, işbirlikçilik, müttefiklik adları altında müdahil olmakta; bunu çözülemeyecek bir soruna dönüştürmekte; kendi ulusal, siyasî, diplomatik, ekonomik çıkarlarına hizmet edecek bir duruma getirmeye çalışmaktadırlar. Bugün en yoğun çatışmaların yaşandığı ve en yıkıcı sonuçlarını gördüğümüz Kürdistan ve Filistin topraklarındaki dramatik tablo bunun en saf örneğini oluşturmaktadır.
Önder APO’nun onyıllardır dile getirdiği gibi Kürdistan ve Filistin sorunu sadece uluslararası hukuk işlerliği ve insan hakları sözleşmelerinin devreye konulmasıyla kısa sürede çözülebilecekken, küresel kapitalist güçler daha çok ulus-devlet tarafını tutup bazen de her iki tarafa ‘’sen haklısın’’ diyerek savaş durumunu derinleştirmekte, çözümü zorlaştırmaktadırlar. Toplum ve devlet boyutunda çözümsüz kalan her sorun kendileri için kaçırılmaz bir fırsat niteliğindedir. Hele bu sorunu kendileri üretip kendileri geliştiriyorlarsa artık kendi ülke sorunlarıyla uğraşmaktan çok bu alanla ilgilenmekte, sürekli olarak denetimlerinde tutmak için çabalamaktadırlar. Bu yüzden, kendi ürettikleri Kürdistan ve Filistin sorununun çözümünü tüm imkanlarıyla engellemektedirler. Tek hesapları ‘’ayakları üzerinde duracak kadar dirensinler ama zafer elde edemesinler’’ ya da ‘’kazanmasınlar ama yok da olmasınlar’’dır. Böylelikle, bu hesaplarına uşaklık rolünü biçtikleri ulus-devletçikleri de kendi hizmetlerinde istedikleri kadar tutabilmektedirler.
1 Ekim günü Kürt Özgürlük Hareketi’nin Ankara Kızılay’daki Emniyet Genel Müdürlüğü binasına düzenlediği eylem ve akabinde Türk ordusunun Rojava ve Medya Savunma Alanları’na yönelik başlattığı hava saldırıları ile 7 Ekim’de Hamas’ın İsrail’in Sderot kentine düzenlediği eylem ve sonrasında İsrail ordusunun Gazze’ye yönelik başlattığı hava saldırıları, yukarıda bahsettiğimiz küresel kapitalist güçlerin emperyal oyun ve hesaplarının birer sonucu olmaktadır.
Burada, Türkiye ile İsrail devletinin Rojava ve Gazze alanlarına yönelik geliştirdikleri saldırıları dile getirirken Kürdistan ve Filistin sorunlarını aynılaştıramayız elbette. Jeopolitik konumları, işgal altındaki durumları, halk gerçeklikleri ve uluslararası ilişkileri bakımından farklı iki coğrafyaya sahiptirler.
Arap ülkeler arasındaki parçalanma, din ve mezhep çelişkileri ve bunların sonucunda gelişen dışa bağımlılılık durumları İsrail’in ortaya çıkıp tehdit ve baş belası olmasında en büyük faktörler olarak gösterilebilir. İkinci Dünya Paylaşım Savaşı’ndan sonra İsrail’in devlet şeklini alması ve küresel güçlerin Ortadoğu’yu yeniden dizayn etme planlarında kullanılması için Filistin sorununa ihtiyaç duyulmuştur. Filistin sorunu başta Araplar olmak üzere bölge devletlerine verilen gözdağlarıyla bugünkü haliyle bir dünya savaşına yol açacak boyutta kullanılmıştır. Kürdistan sorunu ise tarihin daha eski köklerine dayansa da kapitalist sistemin gelişmesiyle birlikte dünya hegemonlarının Ortadoğu’daki bölüp parçalama, paylaşma, hesaplaşma savaşlarında yer aldığı merkezî konum itibariyle coğrafyasının parçalanmasıyla kurulan Türkiye, İran, Suriye, Irak ulus-devletlerinin asimilasyondan soykırıma kadar her türlü saldırılarına maruz kalmıştır. Halen de hegemonların sömürü politikalarına hizmet eden bu ulus-devletler haritalarda bile kabul etmediği Kürdistan ve Kürtlerin varlık mücadelesinin önüne geçmek için yoğun çabalar içerisindedirler. Kendi içerisindeki parçalanmışlık ve komprador türü işbirlikçilik durumları da Kürt özgürlük mücadelesini zayıflatan, gerileten başka bir etmen olmuştur. Devasa Arap coğrafyasında kurulan küçücük İsrail’den daha küçük bir İsrail bugün KDP şahsında Kürdistan’da kurulmak istenmekte ve bununla Kürtlerin PKK öncülüğünde büyüyerek gelişen ulusal direnişinin minimalize edilmesi hedeflenmektedir.
Bölgesel ve uluslararası savaş siyasetlerinin neden olduğu kuşatılma durumlarında aynı kaderi paylaşan iki ülke halkına karşı şu aşamada gerçekleşen saldırıların dünya gündeminde aynı boyutta yer almaması bile iki ülke sorununun birbirinden farklı olduğunu göstermektedir. Rojava’da oluşturulan, geliştirilmek istenen Demokratik Özerklik sistemi tüm bölge huzuru ve dünya barışına örnek teşkil ettiği halde bu alana yönelik devam eden işgalci Türk saldırılarına karşı sessizlik sürüyorsa ve Hamas ile İsrail’in karşılıklı saldırıları karşısında tüm dünya ayağa kalkıp işgal, zulüm, haksızlık, hukuksuzluk, yıkım, göçten söz ediyorsa, bu, dünyanın Kürdistan ve Filistin sorununa ikiyüzlü yaklaşımını ortaya koymaktadır.
Hegemonik güçler dediğimiz aynı sömürgeci mekanizmalar tarafından yönetilen ulus-devletlerin işgal saldırıları altındaki Kürdistan ve Filistin’i savunan PKK ile Hamas da çok farklı iki güç ve yapılardır.
Başlangıç ve gelişim noktasında süreci derinden etkileyen yönleri açısından Ankara ve Sderot eylemleri ve buna karşılık hiçbir savaş kuralını tanımaksızın sivil yerleşim yerlerini hedef alan Rojava ve Gazze saldırıları benzerlikler taşıyabilir. İşgalci-soykırımcı karakterleri gereği İsrail ve Türk devletinin sivillere yönelik vahşi saldırılarla insanları göç ettirme politikalarındaki benzer hedefleri anlaşılırdır. Toplumsal özgürlüğü esas alan dinamikleri etkisizleştirme amaçları da aynıdır. Kendilerine dönük gerçekleşen eylemlerin Rojava ve Gazze’den yönlendirildiğini açıklayıp bu iki alana başlattıkları yoğun hava saldırılarıyla cami, okul, hastane, petrol ve su tesisleri gibi sivillerin yoğunlukta olduğu alanları benzer yöntemlerle hedef almaları da hakeza öyle. Fakat kendilerine karşı savaşan, mücadele eden PKK ve Hamas arasındaki farklar ideolojik, örgütsel, askerî olarak uçurumlarca farklılıklar arz etmektedir.
Filistin halkının kurtuluşu ve özgürlüğü için savaştığını iddia eden radikal İslamcı özellikli Hamas örgütü Filistin halkından çok İran, Katar, Lübnan ve hatta Türkiye gibi ülkelerin bölgesel çıkarlarına ve bazı dış güçlerin sömürgeci siyasetlerine hizmet ettiği rahatlıkla belirtilebilir. El-Kaide, El-Nusra, DAIŞ gibi çete örgütlere benzer mücadele tarzı izleyen Hamas militanları milliyetçi, iktidar-devletçi bir politika izlemektedirler. Tamamen kendi dışındaki güçler tarafından yönetilmekte, kontrol edilmekte ve iktidar savaşlarında maşa olarak kullanılmaktadır.. PKK ise kendi öz gücüne dayalı yürüttüğü mücadele tarzıyla kendi toplumunun özgürlüğünü esas almaktadır. Demokratik-siyasî barışçıl bir politika izleyen bir halk hareketidir. Bölgesel işgalci güçlerle savaştığı kadar küresel hegemonik güçlerin toplum değerlerini sömüren, halklar arasındaki çelişki ve anlaşmazlıkları körükleyen politikalarına karşı da mücadele yürütmektedir. Kürt halkının ulusal kazanımlarını koruma ve birlik-beraberliğini geliştirmenin yanında, esas aldığı Önder APO’nun Demokratik Ulus paradigmasıyla Filistin, bölge ve tüm ezilen dünya halklarının kurtuluş savaşımını da vermektedir.
Bugün PKK ve Hamas’ın ikisi de küresel-bölgesel güçler tarafından terör örgütleri listesinde yer alabilirler. Ancak, PKK’nin yenilmez bir güç olduğunu ispat ederek Kürdistan sorunu ve çözümünün dünya demokrasi-özgürlükçü güçleri tarafından benimsenmesini sağlamasının tam aksine, hemen tasfiye edilip bitirilmesi çok rahat bir şekilde tartışılan Hamas örgütünün Filistin halkına kazandırmayacağı açıktır. Bunun için, Filistin yönetim ve halkının Önder APO’nun paradigmasal değişim-dönüşüm temelinde sunduğu Demokratik Ulus modelini esas alması ve haklı ülke davalarında Hamas’ın hem dış güçlerle hem de kendi halkıyla olan ilişkilerini düzeltmesini sağlaması gerekmektedir.
Bunu yapabildikleri takdirde, İsrail ve Türk soykırımcılığının benzer yöntem-uygulamalarını ve Filistinliler ile Kürtlerin özgürlük mücadelesindeki ortak kararlılığını bilince çıkaracaklardır.
Ferhat ŞAHİN