18 Haziran 2010 Cuma Saat 13:39
0
21
TR
:” ”
:””
” “,” ”
” ”
Kadın ve doğa ikilemi son yılların en çok ilgi odağı hali
alan bir konu olmaktadır. Üzerine en çok yoğunlaşmayı, araştırmayı ve düşünmeyi
gerektiren konu olması itibarı ile önem kazanan bir konum arz etmektedir.
Günlük yaşam içinde, ilişkilerde ve toplumsal yapılarda bu konum çok rahatlıkla
görülebilecek bir durumdur.
Şimdi bir düşünelim bakalım hiçbir çiçeğin adının Ali,
Veli, Haydar, ya da Hüseyin olduğu duyulmuş mu? Hiçbir erkek ismi reyhan,
bınevş, şilan, menekşe, çiğdem, lale, sorgul, nergis vb. olmaz. Bunun nedeni
nedir diye bir soru sorulursa eğer, cevap çok karmaşık, bilinemeyecek bir soru
değildir.
Günümüz erkeği çiçek yetiştirmeye, ot toplamaya, doğayla baş
başa kalmaya meyilli değildir. Neden? Çünkü kadının doğayla ilişkisine ana
çocuk ilişkisi kutsallığında bakamıyor da ondan. Erkek, kadın gibi doğayla
yaşamsal, canlı bir ilişki içerisinde değildir de ondan. Erkek, kadın kadar
doğayı hissedemiyor, onunla doğrudan bağ kuramıyor da ondan. Kendinin onsuz
olamayacağı gibi önemli bir gerçeklikten uzaktır da ondan. Hep yalana,
kandırmaya dayalı erkek toplumu ve karakteri hiçbir zaman bu ilişki yumağı
içerisine kendisini yerleştiremedi. Bin yıllardır yaratılmak istenen ve egemen
erkek zihniyetiyle örülen inkâra, sömürüye, talana dayandırılmak istenen bir
zihniyet söz konusudur. Ve bu ince ve kurnazca örülen örgü yaşamın ince
ayrıntılarına bakabilmeyle ve görüp anlamlandırmayla bağlantılı sorunlar
olmaktadır.
Toplum, yaşamının yüzde 98’lik gibi büyük bir bölümünü ana
kadın etrafında şekillenen ahlaklı ve politik yapılanmaya sahip olarak
yaşamıştır. Toplumsal doğacılık yanı ağır basan, ekolojik bir denge içerisinde
yaşam örülmüştür. İnsanlığın bu kadar uzun süre anacıl doğal toplum sistemiyle
varlığını devam ettirmesi, sürekli gelişim kaydederek ve kendisini yenileyerek
varlık bulması, doğayla güçlü bağını korumasına bağlanabilir. Çünkü kadın ana
toplumu öyle bir toplum ve sistemdir ki herkesin kendi biricikliğinde katılımı
esastır. Toplumda herkesin gücü oranında katılımının esas alan, herkesin
kendini ifade hakkının olduğu, eşitlikçi, adaletli, ahlaklı bir sistem
oturtulmuştur. Bunu da kadının oturtmuş olduğu sistem, yaşam etrafında örmüş
olduğu bağ ve doğayla uyumunda yaratmış olduğu denge açıklayabilir ancak.
İnsanlığın ilk oluşum anından itibaren toplumsallaşmayı geliştirmesini, doğayla
iç içe, dost bir yaşam geliştirme şansını ana etrafında gelişen toplumsallılığa
borçlu olduğunu belirtmek bu anlamda yerinde olur. Kadının sosyal ilişki
yoğunluğu anlamında özellikle çevreyle, doğayla, yine canlılıkla bağı da bu
çerçevede önem kazanmakta diyebiliriz. Doğa, insan ve diğer canlılarla arasında
öyle bir bağ vardır ki ana-çocuk ilişkisini aratmayan, doğayı ve diğer canlıları
bağrında yaşatan, kendisi de doğa ve canlıların bağrında yaşamını sürdüren bir
yoğunluktadır.
Ana kadın etrafında gelişen toplumsallılığın kolektif
düşünce ve üretim biçimi de yaşamın kutsallık kazanmasında büyük önem taşıyor.
Ahlak kolektif düşünce, yaşam biçimini ifade ederken, politika kolektif iş
yürütme rolü oynar. Politika toplumun ortak çıkarını gözettiği için vazgeçilmez
önemdedir. Ve bu ahlak olmadan çok fazla bir şey ifade etmez. Ahlak ve politika
toplumun vazgeçilmez iki ana kural gücü olarak varlık ve değer kazanır. Toplum
çok uzun süre bu toplumsal değerlerle yaşamını sürdürebiliyor. Huzurlu, kendine yeten, kutsallıklarla dolu
uzun bir süre. Toplumsal yaşamın anlam
yüklü duygusal zekâsıyla, toplumsal üretimin çokluğu ve kolektif değerlere
taşırılmasıyla geçen çok uzun bir süre. Ne zaman ki ahlaki ve politik
değerlerden uzaklaşıldı, toplumsallık yok olmayla karşı karşıya geldi. Yaşamın
şiirsel büyüsü bu temel değerlerden uzaklaşmayla zayıfladı ve baş aşağı doğru
gitmeye başladı. Tam da bu noktada toplum, hakikatten kopuş da diyebileceğimiz
anlamından bir kopuşu yaşadı. Hakikatten uzaklaştıkça, anlamdan kopuş da geldi
kapıya dayandı.
Yalancı (rahip-şaman), kurnaz (avcı erkek) ve güçlü (askeri
komutan) erkek, ana kadın etrafında gelişen toplumsal düzeni ve yaşam sistemini
yok edip kendi yalancı, baskıcı, talana ve gaspa dayalı sistemini oturtmak için
öncelikle kadın değerlerini ele geçirip doğayla bağını kopardı. Doğanın ana
kadını, kutsal yaşam yaratıcısı tanrıça kadın, artık toplumsal yaşamda
etkinliğini bir anlamda yitiren, doğayla arasında korkunç mesafe açılan,
kendine, doğasına yabancılaşmaya doğru giden bir zamana doğru savruluyor artık.
Başta en kutsal görülen ve toplumun yaşamsal gerekçesi olan ekonomi alanından
uzaklaştırılması (ki bu üretim ve ekonomi doğadan sağlanıyor), bir bakıma ilk
kendinden, toplumdan ve doğadan uzaklaşması anlamı taşıyor diyebiliriz. Kutsal
kadın, ana, artık yaşamın her alanında zayıf düşmeyle, eski tanrıça
kutsallığını yitirmeyle yüz yüze kalmış bir gerçekliği ifade emektedir. Artık
kutsal ana ve aşk tanrıçasından geriye gözü yaşlı ana, yaşamda bir değer
görmeyen kadın, yeri geldiğinde dövülen, yeri geldiğinde taşlanan, yine
çoğunlukla da satılan, mal konumunda olan fahişe, çocuk doğurmak, yemek yapmak
gibi yaptığı işler ucuz ve değer görmeyen ücretsiz işçi, erkeğin ölümüne
hizmetinde köle konumuna alıştırılmıştır. Şairin de dediği gibi ‘sofradaki yeri
öküzümüzden sonra gelen’ bir statüye mahküm bırakılmıştır. Bununla da
yetinilmemiş tapınak fahişesinden, genel ve özel ev kadınlığına, özelikle erkek
için cinsel zevk aracına ve yine çocuk doğurma makinesine ve en son da
kapitalizm ile birlikte vücudunun her bir parçası ayrı ayrı satılan meta
konumuna, statüsüne indirgenmiştir. Bu konuma razı edilmiş kadın, içerisinde
olduğu konumun farkında değildir. Yalan o kadar inandırıcı söylenmiş ki, tümden
olmasa da kadın bu içinde bulunduğu pozisyon dışında kendisine rol biçemez
duruma gelmiştir artık. Yani razı
edilmiştir.
Bütün bu yaşananlara rağmen halen bazı soruları sormak
aklımıza geliyor kadın olarak. Toplumsal
hafızamızda halen canlı kalmışlığın, ana’cıl toplumun çok zayıf da olsa
kalıntılarını taşıdığımızın bir ifadesidir sorulan sorular.
Kadın doğadan ve dolayısıyla yaşamdan tamamen koptu mu peki?
Bu yaşam bağı tümden koptuysa eğer, hala özgürlük çığlıkları nasıl atılıyor?
Toplumsal dinamikler toplumlarda hala
nasıl nefes alabiliyor? Yaşam hala kendisini, yaşadıklarına rağmen nasıl
yaşanılır kılıyor? . Bu soruları sorarken aslında an’da her şeyin bitmediğini,
bütün yapılanlara rağmen halen devam eden yaşamın bir yerinde doğayla bağını,
canlılığını yitirmeyen tarihsel bir hakikatin varlığını görebiliriz. Toplumsal
tarihin tüm evrelerinde bir biçimde kadının direnişinden kopmadığını
söyleyebiliriz. Tarihten günümüze kadar süre gelen kadın direnişlerinde de bu
gerçeğı görebiliriz. Mitolojik dönemde tanrı ve tanrıçaların kıyasıya
mücadelelerinden tutalım kilise tarafından cadı adı altında avlanıp yakılan
binlerce bilge kadına, emeğinin karşılığını almak için ölümüne mücadele veren
ve bu uğurda yakılarak can veren binlerce işçi kadına, yine son dönemlerin
feminist hareketlerinden tutalım ulusal kurtuluş mücadeleleri içerisinde yer
alan sayısız kahramanlık örneği sergileyen, özgürlük mücadelesi veren kadınlar
bu gerçeği çok çarpıcı gösteriyorlar gerçekten. Uygarlık tarihi boyunca erkek
egemen zihniyetin anlamak istemediği ve korktuğu bu gerçeklik, doğanın akışıyla
ahenkli bir ilişki içerisinde olan kadın gerçeğidir. Çünkü yıkım, talan, savaş
üzerine temellenmiş erkek aklın kapsamı dışındadır. Duygusal zekâ yüklü kadın
toplumu, bu yıkım ve talan toplumuna ters bir yapılanmaya sahiptir. Yaşamın
doğal akışının şenlik havasında, bayram ve kutsallıklarla dolu geçmesi,
duygusal zekâ ağırlıklı, doğayla canlı bağını koruyan kadın sisteminin yaşamsal
olmasıyla bağlantılıdır.
Şimdi bizim bunun için çok uzağa gitmemize gerek yok. Biz
Kürt toplumu olarak bugün kendi toplumumuza bir bakalım. Analarımızı düşünelim.
Anamızın yaşadığı coğrafyayla ilişkisini, toplumuyla bağını, aşiret ve ailesine
olan yaklaşımlarını, özgürlüğe susamışlığını ve her gün tank, top, zehirli gaz
demeden sokaklara dökülmesini, özüne ve özgürlüğüne ulaşma mücadelesiyle
ilişkisini de hatırlayalım. Doğayla hala canlı ilişki halinde olan ve özellikle
köy toplumunda yaşayan ana kadın, tarlasına, bağına, bostanına, her türlü evde
beslenebilir hayvanına, insanına, çocuğuna, yaşlısına, gencine olan yaklaşımına
bir bakalım. Yine üretim araçlarıyla ve üretimle olan ilişkisine bakalım. Tarım
aletlerinin hala kutsallıkla korunması, doğanın hala kendisinin bir parçası ve
canlı olarak görülmesi, toplumda, aşirette ve ailede herkesin kendi gücü
oranında katılabildiği kadar ve farklılığıyla kendini ifadeye kavuşturması, bu
aranan ve özlem duyulan kadın doğa ilişkisinin bir sonucu ve hala yaşadığının
bir kanıtı değilse nedir o zaman? Yine kadının toplumumuzda çok yaygınca
özgürlük arayışından kopmayışı, sürekli ama farklı dönemlerde hep çok güçlü
arayışlar içinde olup ayakta kalma mücadelesi de ana tanrıça döneminden
kalıntılar değil midir?
Leyla Kasım’dan Bese’ye, Zarife’den Beritan’a, Zilan’dan
Sema’ya, Viyan’dan Nuda’ya sürüp gelen ve her an her yerde kendisini sürdürecek
olan özgürlük arayışı, kadının, doğaya daha doğrusu kendisine ulaşma, kendini
bulma, bilme arayışı ve kendi hakikatine ulaşma özleminden başka neyle izah
bulabilir?
Ferzê Zilan
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net –
www.lekolin.info