R.T. Erdoğan’ın Ayasofya’nın, Diyanet İşleri Başkanlığına devri kararını imzalaması, TBMM’nde AKP-MHP-İP(İYİ Parti)’li vekiller tarafından ayakta dakikalarca alkışlandı. Tarihe bir fotoğraf karesi olarak geçen bu an, öncesi de olmasına rağmen; içerisinde din ve cami olması nedeniyle Türkiye’de kamuoyunda yeterince tartışılarak karşılığını bulmadı, sınırlandırıldı. Fakat yine de yaşanan bu sınırlandırma içerisinde; destekleyenler, karşı çıkanlar ve sessiz kalmayı tercihler edenler oldu. Böyle bir tablonun yaşanmasında Ayasofya kararı R.T. Erdoğan tarafından imzalanmadan önce AKP Genel Başkan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un bu karara karşı çıkacak olanları “Bizans savunucusu” sayarak tehdit etmesi, sonrasında ise Ayasofya’ya dair alınan bu kararın tartışılmasını TC Devleti’nin “bağımsızlığının ihlali” sayacağını belirten R.T. Erdoğan’ın yapmış olduğu açıklama etkili oldu. Ancak, bu tehditler etkisini uluslararası alanda göstermedi. Aksine, sert açıklamalarla karşılığını buldu. ABD, Rusya, Fransa, Yunanistan vb. devletler, Papa, Dünya Kiliseler Birliği ile UNESCO gibi uluslararası kuruluşlar çok açık olarak duydukları rahatsızlıkları dile getirdi.
R.T. Erdoğan ve etrafından olanlar uluslararası alanda yaşanan bu tepkileri bilerek Ayasofya’ya dair böyle bir karar almışlardır. Bunun aksini düşünmek de mümkün değildir. Çünkü 2016 yılında Kadir Gecesi vesilesiyle Ayasofya’nın ibadete açılması ve ardından Ramazan boyunca çeşitli gerekçelerle kullanılmasıyla birlikte bu tartışmalar başlamıştı. Hatta 1970’lerin siyasal ortamında da daha çok da Necmettin Erbakan etrafından toplanan kendilerine “milli görüşçüler” diyen “akıncılar” olarak adlandıran çevreler “Ayasofya açılsın, zincirler kırılsın” diye propaganda yapmakta ve sloganlar atmaktaydı. Öncesinde de 1960’lı yıllarda Necip Fazıl Kürek ve etrafındakiler aynı sloganı kullanmaktaydılar. R.T. Erdoğan ve çevresi de bu sloganları atanlar içerisindeydi. 2019 yılında yaptığı bir açıklama da bugünkü tutumuyla çelişen aleyhte açıklamalarda bulunmuş ve uluslararası alanda yaşanacak olan tepkilere dikkat çekerek “böyle bir oyuna gelmem” demiş olsa da, aslında sarf ettiği bu sözler bir aldatmacadan ibaretti.
Gelinen aşamada Ayasofya sadece “ibadete açılmakla” kalmadı; adının yanına “Büyük” kelimesi eklenerek Diyanet İşleri Başkanlığına bağlandı. Bu haliyle Türkiye’deki diğer camilerden hiç bir farkı kalmadı. Oysa Ayasofya, cami olmaktan öte bir anlam ifade etmekteydi. Ayasofya adını alması ve sürekli olarak bu adla birlikte anılmaya devam etmişti. Ona böyle bir anlam kazandıran da tarihi akış içerisinde Hristiyanlık öncesi pagan dinlerinin, sonra Hristiyan Ortodoksluğunun bir mekanı haline getirilerek yeniden biçimlendirilmesiydi. Onu takip eden yıllarda da Katolik Hıristiyanların istilalarına uğrayarak yağmalanması, tekrar Hristiyan Ortodokslar tarafından ele geçirilerek restore edilmesi, onun ardından da Osmanlıların İstanbul’u almasıyla birlikte de cami olarak kullanılacak şekilde yeniden düzenlenmesi; minarelerin yapılması, iç dekorunda Hristiyan Ortodoks inancını temsil eden mozaiklerin, figürlerin üzerinin sıvanması eklenmişti. TC Devleti tarafından da bizzat Mustafa Kemal Atatürk’ün altında imzası olan bir kararname ile müze haline getirilmiş ve mozaik ve figürlerin üzerindeki savalar kaldırılmıştı.
Tabii tüm bu belirtilmiş olanlar da R.T. Erdoğan ve çevresinde olanlar tarafından da bilinmekteydi. Böyle bir gerçekliğe rağmen Ayasofya bir cami olarak Diyanet İşleri Başkanlığına devredildi. O nedenle Ayasofya’ya dair neden böyle bir kararın alındığı hususu üzerine daha derin düşünmek ve üzerinde durmak gerekmektedir. 1934 sonrasında Ayasofya’nın “müze” olarak kabul edilmesiyle birlikte yaşanan süre içerinde zaman zaman kritik siyasal süreçlerde gündeme getirilen bu tartışmanın önce ısıtılması ve sonrasında bir karar haline getirilmiş olması bunu gerekli kılmaktadır.
Soykırımcı TC Devleti uluslararası alanda yalnızlaşmıştır. Suriye, Libya ve Irak’taki işgalci, sömürgeci varlığı, daha öncesinde de Osmanlı döneminde Hilafeti İstanbul’a taşıması ve Arap-Müslüman toplulukları üzerinde uyguladığı zulüm onu Müslüman topluluklarla da karşı karşıya getirmiştir. Hatta TC Devleti Müslüman olmayan ama Müslümanlığı kendi çıkarları doğrultusunda revize ederek kullanan bir devlet olarak görülmektedir. Bu yönleriyle TC. sadece Hıristiyan olanların değil, Müslüman inancında halklar tarafından da istenmeyen, izole edilmiş bir devlet olma özelliğine sahiptir. R.T. Erdoğan’ın imzaladığı AKP-MHP-İP’nin vekilleri tarafından ayakta dakikalarca alkışlanan bu kararla birlikte çok daha yalnızlaşmış ve tecridi yaşayan bir devlet konumuna gelmiştir.
Soykırımcı TC Devleti etrafını kuşatmış olan Hristiyan ve Müslüman inancını benimsemiş olan devletlerden daha güçlü değildir. Yine TC Devleti sınırları içerisinde yaşayan toplum içerisinde yer alanların büyük çoğunluğu da Müslüman inancını benimsemektedir. Geriye kalanlar içerisinde Hıristiyan inancını benimseyenlerin sayısı oldukça fazladır. R.T. Erdoğan tüm bunlara rağmen böyle bir kararın altına imzasını atmıştır.
R.T. Erdoğan, 16.yy’da İngiltere’de tahta oturan Kral 8. Henry’mi taklit ediyor diye akıllara sorular gelmiyor değildir. Çok kaba bir şekilde yaklaşılırsa öyle de sanılabilir. Fakat öyle de değildir. Çünkü o günkü koşullarla bugünkü koşullar birbirinden farklıdır. O günün İngiltere’si ile bugün Türkiye’si de aynı değildir. Din devlet ilişkisi ve onun kralda somutlaştığı İngiltere’nin aksine Türkiye’de din devlet ilişkisi, yasalar tarafından düzenlenmektedir. Kral 8. Henry o günkü koşullarda bölünen Hıristiyan Katolik mezhebinin yaşadığı ayrışmayı kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştır. Bu yönüyle Katolik-Protestan ayrışması içerisinde bir taraf olmak yerine bunları birbirine karşı, yedeğinde tuttuğu kendine “reformcu” diyenleri de Katolik kilisesine karşı kullanarak daha sonra kızı Kraliçe Elizabeth tarafından İngiltere’nin resmi mezhebi olarak ilan edilecek olan Anglikanizm adıyla bir mezhep inşa ederek kendini tanrısallaştırmıştır.
R.T. Erdoğan kendini 8.Henry yerine koyarak mı, o günlerle günümüzün dünya koşullarını aynılaştırıyor ve Hristiyan inancına sahip olan halklar ile Ortadoğu’nun Müslüman Arap Halklarını karşısına alarak mı böyle bir kararın altına imzasını atmış bulunuyor, orasını bilemeyiz. Ama olur ya gerçek niyeti böyle olsa bile, “aç tavuk” misali rüyasında görse de bunu gerçekleştirme şansı yok. Kişilikler, koşullar ve ülkeler tamamen birbirinden farklıdır. R.T. Erdoğan’ın Ayasofya’nın Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredilmesinin altına imzasının nedeni tamamen bundan farklıdır. Soykırımcı TC Devleti’nin özel kirli savaş yönetimini temsil eden belki de son hükümeti olacak olan R.T. Erdoğan-D. Bahçeli faşizmi, gelen sonu görmeleri ve bunu engellemek istemeleridir. Asıl neden bundan başkası değildir.
R.T. Erdoğan-D. Bahçeli faşizmi, kendi sonunu topyekun özel kirli savaş rejiminin temel dayanağı olan faşist, ırkçı “ulusal mutabakat”ın parçalandığının gözler önüne serildiği 31 Mart 2019 tarihinde gerçekleşen Yerel Seçimlerde görmüştü. Gördüklerinin bir rüya olup-olmadığını anlamak için tekrarlattıkları 23 Haziran İstanbul Belediye Başkanlığı seçim sonucunu görünce de, gördüklerinin bir rüya olmadığını anlayarak şoka girdi.
Ayasofya’nın Diyanet İşleri Başkanlığına devri ile yapılmak istenen de asıl olarak dağılan bu “ulusal mutabakat”ı yeniden kurmaktır. Bunun ilk ayağını da AKP ve MHP’den kopanların tekrar dönmesini ve CHP içerisinde kendilerine en yakın olarak gördüklerini 1967’de Turhan Feyzioğlu örneğinde olduğu gibi koparmaya çalışmaktadırlar. Ardından da yine Turhan Feyzioğlu’nun Genel Başkanlığına getirildiği CHP’den koparılanlarla 1973’de kurulan Cumhuriyetçi Güven Partisini 1975 yılında Süleyman Demirel’in başbakanlığı altında kurulan 1. Milliyetçi Cephe Hükümetine dahil ettikleri gibi, CHP’den ayrılacak olanları saflarına katmak istemektedirler. Bunu sağlamayı da kendi sonlarını engellemenin tek çaresi olarak görmektedirler. İP Genel Başkan Yardımcı’nın “2024 Genel Seçimlerinde ittifaka gerek kalamayacak” sözleri ve CHP’nin Genel Kurulunun yakınlaşması ve İş Bankasının “Varlık Fonuna Devrinin” tartışmasının vardırıldığı boyut dikkate alındığında bu büyük bir olasılık olarak karşımıza çıkmaktadır.
Dünya insanlığı içerisinde hem Hristiyan hem de Müslüman inancına sahip olanları karşısına alarak bir nevi İbrahim-i Kavmin dışına çıkmayan Yahudilik inancını taklit edercesine, Kral 8.Henry’in Hristiyanlığı İngilizleştirmesine öykünerek, “Türk-İslam Sentezi” adı altında bir kavme ait “Müslümanlık”la, Ayasofya’yı Diyanet İşleri Başkanlığı’na devretmesinin, gelen sonlarını engellemek dışında farklı bir nedeni yoktur. Bu yönüyle de tamamen pragmatik, siyasal iç kamuoyuna muhtemel olarak da yapılacak olan bir erken genel seçime yönelik bir hazırlık anlamına gelmektedir.
R.T. Erdoğan böylece Ayasofya’nın Diyanet İşleri Başkanlığına devrini imzalayan karar ile elindeki son kartını da açmıştır. Artık onun için yolun sonu, görünmenin de ötesi geçmiştir. Son durağa gelmiştir. Şoför kontağını kapatarak, kapılar açmış; son müşterinin de inmesini beklemektedir. Ondan ötesi kalmamıştır. Buna rağmen otobüsün kapısına sıkı sıkıya sarılarak inmek istememektedir. Onu otobüsün kapısından aşağıya indirecek olan da Kürdistan ve Türkiye halklarıdır. Sosyalist, devrimci, demokrat, yurtsever, özgürlükçü güçler ve AKP-MHP karşıtı olanların tabandan sağlayacağı birliktir.
Cemal Şerik
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi