30 Ocak 2010 Cumartesi Saat 18:27
12.00
0
21
TR
 
Handan Çağlayan ile Söyleşi:
Delal Aydın: Bize biraz hayat hikâyenizi anlatabilir
misiniz, nerede, nasıl bir ailenin içinde doğdunuz, nasıl bir öğrenim hayatı
geçirdiniz, hangi işlerde çalıştınız?
Handan Çağlayan: Öncelikle Toplum ve Kuram dergisinin
ortaya çıkmasında emeği geçen herkesi yürekten kutlamak istiyorum. Birçok
açıdan sarsıcı, çok anlamlı ve heyecan verici bir çalışma. Sorunuza gelince,
doğrusu öyle anlatacak çok şey yok. Belki tanıdığım ve güç aldığım kadınlardan
söz etmek gerekir, biraz da Siverek’ten. Her kes için dünyaya geldiği yer
özeldir ama Siverek’i özel kılan başka nedenler de var. Çok zengin bir kültürel
yapıya ve köklü bir tarihe sahip bir yerden söz ediyorum. Bizim zamanımızda
artık o özelliğini büyük ölçüde yitirmişti ama daha bizden bir kuşak öncesine
kadar bir mahallede üç dört dil konuşuluyormuş. Çocukluğum 12 Eylül öncesi
Siverek’te geçti. Oldukça canlı bir politik ortam vardı. Dernekler, konserler,
gösteriler, kitaplar. Gençlerle sınırlı değildi politik hareketlilik. Siverek’e
özgü lacivert çarşaflarının içinde, beyaz tülbentli kadınlar da katılırdı
gösterilere. Aslında çarşıda pazarda çok görünmezlerdi ama mahallelerde akıp
giden hayat içinde son derece etkiliydi kadınlar. Şimdi düşündüğümde, sırf
bizim eski mahallede bile hikayesi anlatılması gereken o kadar çok kadın vardı
ki. Liseli gençler de çok hareketliydi. Sadece politik açıdan değil. Kültürel
açıdan da. Örneğin sosyal temaların işlendiği tiyatro oyunları sergilerlerdi.
Benim lise yıllarım ne yazık ki 12 Eylül sonrasına denk geldi. Her şey
değişmişti. Parasız yatılı bir kız okulunda okudum. Hemşire okuluydu. Yeri bu
söyleşi değil ama parasız yatılı kız okullarının, hele de hemşirelik eğitimi
verilenlerin, sınıfsal hiyerarşilerin ve geleneksel cinsiyet rollerinin inşa
edilmesinde ve benimsetilmesinde başlı başına üzerinde durmaya değer son derece
çarpıcı bir yeri var. Çoğu başka türlü okuma şansı olmayan öğrencilerin
toplandığı bu okullarda, küçük kız çocuklarına aile içinde, meslek hayatında ve
toplumsal yaşamdaki yerleri (ki tümü de eşitsiz, itaate ve tabi olmaya dayalı
yerlerdir) belletilir, buna uygun davranmak üzere disipline edilirler. Bizde,
bu genel özelliklere bir de 12 Eylül ruhu eklenmişti. Deftere tükenmez kalemle
yıldız çizmek (kızıl yıldızı çağrıştırdığı gerekçesiyle!) ya da Erol Toy’un bir
kitabını okumak, disiplinlik bir suç olarak değerlendiriliyordu örneğin. Bu
tedrisatın ardından bir yıl kadar Diyarbakır’ın Elazığ’a yakın bir ilçesinde
hemşirelik yaptım.
DA: Sonra?
HÇ: Sonra sosyal politika okumak üzere Ankara’ya
geldim. Öğrencilik hayatım boyunca hemşire olarak çalışmaya devam ettim. O
dönem hastanelerde gece çalışanların neredeyse tamamına yakını bu şekilde
gündüz üniversiteye gidip gece çalışanlardan oluşuyordu. Gece nöbetlerinde,
sağlık işkolunda sınıfa ve cinsiyete dayalı falan sorgulanıyor, tartışılıyordu.
Tartışılan başka şeyler de vardı. Özallı yıllardaydık ve sağlığın
ticarileştirilmesine yönelik ilk adımlar atılmaya başlanmıştı. Birkaç yıl sonra,
90 başlarında kamu emekçileri sendikaları kurulmaya başladı. Sağlık emekçileri
sendikası Tüm Sağlık Sen’in kuruluşunda yer aldım. Fakülteden mezun olunca,
mezun olduğum bölümde araştırma görevlisi olarak çalışmaya başladım ama uzun
sürmedi. Bölgeyi kasıp kavuran ortam, ülkenin her yanını etkilemeye başlamıştı.
Faili meçhul cinayetler sendikacıları da hedef alıyordu. Aralarında Tüm Sağlık
Sen Diyarbakır şube başkanı Necati Aydın’ın da bulunduğu çok sayıda sendikacı
arkadaşı bu şekilde kaybettik. Bu alt üst oluştan bizim payımıza düşen de
cezaevi oldu. Kadınların sendikal katılımı konulu yüksek lisans tezimi,
danışmanım Prof. Gülay Toksöz’ün olağanüstü desteği ile cezaevinde yazdım.
Aslında sadece Gülay hocam değil, bu dönem üniversite çevresinden Serpil Sancar’ın,
Yıldız Ecevit’in, Tülin Öngen’in, Burçak Özoğlu’nun ve daha birçok kadının
yakın desteğini ve dayanışmasını hep yanımda hissettim. Bir yandan böylesi bir
destek ve kadın dayanışmasından güç alırken diğer yandan da cezaevinde çok
güçlü kadınlar tanıdım. Daha sonra Analar, Yoldaşlar, Tanrıçalar’ı ortaya
çıkaracak izlenimlerim burada oluştu. Farklı yaş gruplarından, farklı
coğrafyalardan pek çok kadın tanıdım, çok çarpıcı hikayeler dinledim. Kitapta
sözünü ettiğim dönüşüme ve özneleşme sürecine sanırım ilk kez ve çok yakından
burada tanıklık ettim. Daha sonra çeşitli siyasi partilerin kadın birimlerinde
ve kadına yönelik şiddetle mücadele amaçlı kurumlarda çalıştım. Halen de
sendika uzmanı olarak çalışıyorum.
DA: Evet uzun yıllardır siyasetin içindesiniz. Sizi
Kürt kadın hareketinde de aktif rol almış biri olarak tanıyoruz. Politikayla
ilişkiniz nasıl gelişti? Kürt, kadın ve sınıf siyasetleri arasındaki ilişkiyi
nasıl kurduğunuzu, bu üç alana da olan hassasiyetinizin nasıl geliştiğini bize
anlatabilir misiniz?
HÇ: Yaşam koşullarımız, çevremizde olup bitenler,
yapıp edeceklerimizi, tercihlerimizi de etkiliyor. Sorunuzla ilgili pek çok
etkenden söz etmek mümkün. Siverek’teki politik ortamdan bahsettim. O ortamda
eşitlik, özgürlük gibi kavramlar, adalet arayışı çok değer verilen şeylerdi. 12
Eylül pek çok şeyi bastırdı ama zaman içinde bastırılan şeyler yeniden gündeme
geliyor. Daha on sekiz yaşını doldurmadan, idealist bir halk sağlığı ekibiyle
Diyarbakır’ın uzak ve unutulmuş mezralarını dolaşmaya başladığımda, çocuk felci
ya da kızamık aşısı ile çocukları kurtarabileceğimize inanıyordum. Zamanla o
çocuklar için bundan daha fazlasının gerektiğini fark etmeye başladım. Sonra
aldığım sosyal politika eğitiminin, yeniden canlanan politik ortamın da etkisi
olmalı. Eşitsizliklere, ayrımcılıklara karşı bir duyarlılık gelişince de tek
bir alanla sınırlı kalmıyor haliyle. Her türlü eşitsizliğe karşı duyarlılık
gelişiyor. Üstelik bu eşitsizlikleri insan kendi hayatında, yakın çevresinde
tecrübe ediyorsa. 90’ların cehennemi ortamında Kürt sorununa duyarsız kalmak
mümkün olabilir miydi örneğin. Kadınların dinamizmini mutlaka belirtmek lazım.
1990’lı yıllarda gösterilerde çok sayıda kadın vardı. Şimdi de öyle ama o zaman
yeni bir olguydu bu. Çoğu, bizim mahallenin kadınları gibi beyaz tülbentli
kadınlardı. O kadınları yeniden sokaklarda görmek etkileyiciydi. Sonra, az önce
de sözünü ettiğim gibi kaybedilen sendikacı arkadaşlar oldu. Tüm bunların
etkisi olmalı.
Benzer bir süreç hayatımızın her alanında hissettiğimiz
cinsiyet ayrımcılığı konusunda da geçerli. Özellikle yatılı kız okulu süreci ve
sonraki çalışma yaşamı, hem sınıfsal, hem cinsiyete dayalı ayrımcılıklar
konusunda yakıcı tecrübelerle doluydu. Bunları bütünlüklü bir şekilde
anlamlandırma ise 80’li yılların sonlarına doğru tanışmaya başladığım
feminizmle mümkün oldu.
Dağınık olarak bahsettiğim tüm bu olguların birbirinden
soyutlanamayacağını düşünüyorum. Eşitsizlikler bir şekilde birbirinden
besleniyor. Sizin Tuzla Tersaneleri araştırmanız da sınıfsal süreçlerle etnik
süreçlerin nasıl iç içe geçebileceğini çok çarpıcı bir şekilde gösteriyordu. Bu
eşitsizliklerin karşısında tutum alırken de birini öbürünün önüne koyma
lüksümüz yok. Örneğin Kürt sorunu, ne sınıf sorununa indirgenebilir ne de
cinsiyet eşitsizliğinden türemiştir ama bunlardan kopuk olarak ele alınabilir
mi? “Kürt sorunu olarak ifadelendirilmesi de ayrıca problemli olan sorunlar
kümesine, feminist perspektiften yaklaşılabileceğini, dahası yaklaşılması
gerektiğini çözüm denilen süreçte de kadınların ve yoksullar, emekçiler gibi
kesimlerin aktif özneler olarak katılmaları gerektiğini, aksi taktirde bunun
gerçek bir çözüm olmayacağını düşünüyorum. Benzer şey sınıf siyaseti için de
geçerli. Sınıf soyut bir şey değil. Toplumsal cinsiyeti, etnisitesi ve daha başka
farklı özellikleri olan insanlardan oluşuyor. Cinsiyet eşitsizliğine veya Kürt
sorununa kör bir sınıf siyasetinin başarı şansı olabilir mi?
DA: Biraz da akademik duruşunuzla ilgili sorular
sormak istiyorum. Doktora teziniz ve bu teze dayanan “Analar, Yoldaşlar,
Tanrıçalar: Kürt Hareketinde Kadınlar ve Kadın Kimliğinin Oluşumu” adlı
kitabınız büyük ilgi uyandırdı. “Periferinin Periferisinden Sesler:
Türkiye’de Kürt Kadınların Siyasete Katılımı” başlıklı makaleniz Rhonda
Williams Ödülü’ne layık görüldü. Bunların dışında da önemli akademik
çalışmalara imza attınız. Akademideki bir pozisyonda yer almak yerine şimdi bir
sendikada eğitim uzmanı olarak çalışıyorsunuz. Bize bunun nedenlerini
anlatabilir misiniz?
HÇ: Akademik faaliyetin üniversiteyle sınırlı olduğunu
düşünmüyorum. Sabah 9 akşam 6 mesaisine bir türlü alışamamak gibi sıkıntılar
dışında sendikada çalışmaktan şikayetçi değilim. Severek çalışıyorum. Ama
akademideki bir pozisyonda olmamamda, mevcut üniversite sisteminin de payı var
elbette. Bugün, öğretim görevlisi Özgür Sevgi Göral’ın üniversitedeki bir kadro
için girdiği sınav kazanmış olmasına rağmen hak ettiği kadroya atanmamasıyla
ilgili bir haber vardı gazetelerde. Atanmasının yapılmama gerekçesi ideolojik
açıklama yaptığı gibi son derece saçma bir şeydi. Böyle bir gerekçe olabilir
mi? Başka bir arkadaştan doçentlik dosyasının, “makalelerini aktivist gibi
yazmış gerekçesiyle yetersiz bulunduğunu duymuştum. Bu gerekçenin tek
açıklaması, toplumsal siyasal yaşamda tutum sahibi olmaktan soyutlanmış bir
akademik üretim isteğidir. Durum bu. Bana gelince, sınıfsal konuma, cinsiyete
ve etnisiteye dayalı ayrımcılık pratikleri ve bunların arasındaki kesişmeler
üzerine çalışıyorum ve mevcut üniversite sisteminin böylesi bir bileşen üzerine
çalışmalar yapan birini ne ölçüde kabul edebileceğinin takdirini size ve
değerli okuyucularımıza bırakıyorum.
DA: Evet, anlıyorum. Peki, çalışmalarınızı yaparken
aktivist ve araştırmacı konumları arasında bir gerginlik yaşıyor musunuz?
Sosyal bilimlerde önemli bir yöntemsel problem olan “araştıran özne ile
“araştırılan nesne arasındaki mesafe sizin pozisyonunuz için neyi ifade
ediyor? Bununla bağlantılı olarak bilimde objektivite meselesine dair ne
düşünüyorsunuz?
HÇ: Aslında araştırdığım alan benim için herhangi bir
alan değildi. Yakından tanığı olduğum ve bir ölçüde de içinde çalıştığım bir
alandı. Akademik entelektüel dünyada görmezden gelinen bu alanı görünür
kılmayı, bütün karmaşıklığı içinde anlaşılabilir ve açıklanabilir bir şey
olduğunu göstermeyi istedim. Akademik boyut, bu işi doğru düzgün yapmama
yardımcı oldu. Bu açıdan her iki konum benim için birbirine dışsal değildi.
Rhonda Williams ödülünün gerekçesi de buydu zaten. Akademik faaliyetle aktivist
olarak yürütülen faaliyetlerin iç içeliği. Bu durum, yaptığım çalışmada
gerginlik yaşamadığım anlamına gelmiyor tabi. Feminist literatür ve benzer
deneyimlerle karşılaştırmalar, görünür kılmak istediğim alana, başka yönlerden
ve aynı zamanda eleştirel bir bakış geliştirmeme yol açtı. Doğrusu bu bakış
açısı olmasaydı eksik bir çalışma olacaktı. Ama ilkin zorlanma oldu. Arafta
olmak gibi bir durum. Sonunda feminist perspektif belirleyici oldu ve çalışma
beni nereye getirdiyse oradan devam etmeye karar verdim. Yaptığım araştırma
beni başladığım yerden başka bir yere getirdi.
Araştıran özne araştırılan nesne arasında mutlak bir ayrım
olması gerektiği ya da araştıranın değerlerden arınmışlığı ilkesine ise
başından beri itibar etmedim. Feminist metodolojiyle yola çıkmıştım ve feminist
yöntembilim, klasik pozitivist epistemolojinin ve metodolojinin bu tür
argümanlarının eleştirisi üzerine yükselmiştir. Taraflı bir çalışmaydı
yaptığım. Dar anlamda bir taraftarlılıktan söz etmiyorum. Yapılan araştırmanın
kadın özgürlüğüne hizmet etmesi gibi bir ilkeyi de gözeten ve bu bağlamda ezilenlerden,
kadınlardan yana bir taraflılıktı. Araştırmacı olarak gerçekte karşılığı
olmayan bir değerlerden arınmışlık varsayımı yerine kendi konumumu net bir
şekilde ortaya koymayı anlamlı buldum ve bunu yaptım.
DA: Kitabınıza dönersek, Kürt kadınlarının ulus inşa
sürecindeki rolü nasıldır? Kadınlara yüklenen bu rol ya da roller ile
kadınların mobilizasyonu arasındaki ilişki nasıl gelişti. Kadınlar bu rolleri
aynen benimsediler mi?
HÇ: Genellikle ulus inşa süreçlerinde kadınlara
geleneksel cinsiyet rollerinden türetilen sembolik roller verilir.
Milliyetçiliği doğasından kaynaklanır bu. Enloe milliyetçiliğin erilleştirilmiş
küçük düşürülmeden, erilleştirilmiş hafızadan ve erilleştirilmiş umuttan
doğduğunu söyler. Çok doğrudur bu. Millet üzerine inşa edilen ideoloji ve
kurgular son derece cinsiyetlendirilmiş şeylerdir. Milletin aile metaforuyla
tanımlanması, onu aralarında akrabalık gibi doğal bağlar bulunan bir insan
topluluğu olarak hayal etmeyi kolaylaştırır. Milletin aile ile
özdeşleştirilmesi ise kadınlık erkeklik rollerini gündeme getirir. Erkekler bu
ailenin koruyucuları, kadınlar da kıskançlıkla korunması gereken toprakları
olur. Böylece “vatan borcu erkeklerin uğruna ölümü göze alması gereken namus
borcu olarak kodlanabilir. Milletin otantik kültürünün taşıyıcısı ve göstereni
olmak gibi görevler verilir kadınlara ve tüm bunlar kadınların bedenlerini,
cinselliklerini ulusal politikaların konusu haline getirirken esas yerlerini de
ev, yuva olarak sabitler. Tabi kadınların rolleri bununla sınırlı değildir. Kimi
etnik/ulusal hareketler de aktif katılımcı da olur kadınlar. Kürt hareketinde
de aktif katılımcı rol ön plana çıktı. Doğrusu Kürt hareketinin Kürtlük
kurgusu, yukarıda bahsedilen klasik bir milli kurgu değildi. Ataerkil bir baba
figürünü içeren bir aile tahayyülüne dayanmıyordu örneğin. Kadınları otantik
kültürün taşıyıcılarına indirgemediği ve toprakla özdeşleştirmediği gibi
erkekleri de yegane kurucu özneler olarak tanımlamadı. Kadınları ve erkekleri
–bazı zorlu görevleri yerine getirmek kaydıyla- aktif kurucu olmaya davet etti.
Yeni, farklı ve eşitlikçi bir kurgu söz konusuydu. Kuşkusuz benzer bütün
kurgular gibi Kürt hareketinin Kürtlük kurgusu da kadına, erkeğe, aileye ve
aşka dair bir kurguydu. Bu kurguya göre “eski ailede/eski Kürtlükte özgürlük olmadığı
için aşk ölmüştü. Eski kadın ve eski erkeğin aşkı yaşama imkanı yoktu. Gerçek
aşk özgürlük koşullarında sağlanabilirdi. Kadınlar bütün maliyetlerine rağmen
bu davete icabet ettiler. Çünkü verili koşullarda hem resmi kimlik politikaları
hem de toplumun barındırdığı cinsiyet ayrımcılığı kadınlara kendi hayatı
üzerinde söz sahibi bir birey olma olanağı tanımıyordu. Kürt hareketinin
daveti, böylesi bir vaadi içeriyordu. Kadınların politik mobilizasyonu ise
sadece kendi hayatlarını değiştirmekle kalmadı. Hareketin söylemini ve siyaseti
de dönüştürücü bir etkide bulundu. Sorunuza yanıt olarak, kadınların,
kendilerine öngörülen rolleri dönüştürdüklerini belirtmek mümkün.
DA: Kitabınızda Kürt kadın dinamizminin ne “pasif
unsurlar ne de “özgürleşen kadınlar olarak değerlendirilebileceğini
söylüyorsunuz. Peki, bu dinamizm sizce nasıl ele alınmalı, bize anlatabilir
misiniz? Yine Kürt kadınlarının sesine ulaşmayı hedeflediğinizi söylüyorsunuz
sizce bu ses neyi ya da neleri söylüyor?
HÇ: Pasif unsurlar yaklaşımı, kadınları toplumsal
politik süreçlerin kurbanlarına indirgiyor. Özgürleşen kadınlar yaklaşımıysa,
politik katılımı özgürleşme olarak değerlendiriyor. Oysa ne kadınlar içinde yer
aldıkları toplumsal politik süreçlerin pasif birer kurbanı olarak değerlendirilebilirler
ne de politik katılım tek başına özgürleşme olarak nitelenebilir. Politik
katılım çok önemli ama özgürleşmenin bunu çok daha aşan bir süreç olduğu
açıktır. Ben kadınların politik katılımını gerisindeki etkenlerle ve yol açtığı
sonuçlarla birlikte bir praksis süreci olarak ele almayı önerdim. Bu bir
dönüşüm süreci. Özel alan ile kamusal alanı mutlak şekilde birbirinden ayıran
ve politik katılımı kamusal alanla sınırlı bir olgu olarak değerlendiren bir
yaklaşımla, ya da klasik modernleşmeci bakışla anlaşılması mümkün olmayan bir
süreç. Kürt kadınların politik öznelere dönüşmeleri süreci özel alanla politik
alanı kesen bir alanda şekilleniyor ve her iki alanı da dönüştürüyor. Kadınlar
iddia edildiği gibi pasif kurbanlar değiller, içinde dönüşmekle kalmadıkları,
dönüştürdükleri bir sürecin özneleri durumundalar.
DA: Araştırmanız boyunca karşılaştığınız zorlukları
ve sizi etkileyen olayları/karşılaşmaları anlatabilir misiniz?
HÇ: Kadınları dinlemek başlı başına sarsıcı
etkileyici bir deneyimdi. Bilirsiniz, küçük burjuvalar dinlemekten çok
konuşurlar. Daha önceleri, eğitimci ya da bir partinin çalışanı olarak
kadınlarla çok konuşmuştum. Ama ilk kez onlar konuşuyordu ve ben dinliyordum.
Bu benim için gerçekten kendimi yeniden gözden geçirdiğim yeni bir ilişki tarzı
oldu. Görüşmelerde araştırmayı yapan konumda olmamın, elimdeki kayıt cihazının
görüştüğüm kadınlarla aramızda yeni bir hiyerarşi yaratmaması için çaba
harcadım. Örneğin bu görüşmeleri niçin yaptığımı açık bir şekilde anlattım.
Diğer görüşmelerden söz ettim. Başka açıdan zorlandığım yönler oldu. Örneğin
belediyenin sosyal yardım birimi aracılığıyla gerçekleştirdiğim görüşmelerle
yakınların kaybedilmesine ilişkin anlatıları dinlerken çok zorlandım. İlkinde
tarif edemeyeceğim yoksulluk durumlarıyla karşılaştım. Böylesi bir yoksulluk
karşısında elinden hiçbir şey gelmeden sadece tanıklık etmek ve soru sormak,
kolay baş edilebilecek bir durum değildi. Yakınların kaybedilmesine ilişkin
anlatılara kayıtsız kalmak da zordu. Kayıt cihazını kapatıp bir süre ara
verdikten sonra devam ettiğimiz görüşmeler oldu. Bu anlatılar ya da görüşmeler
sadece acıdan ibaret değildi elbette. Yaşanan en ağır kayıpların ardından
ayakta kalmayı sağlayan süreçlere de tanıklık ettim. Acının paylaşılarak
dönüştürülmesine. İki kızı bir iki yıl arayla kendini yakan bir anneyle
görüşmemiz ve ardından birlikte mezarlığı ziyaret etmemiz bu açıdan çok
öğretici bir deneyimdi örneğin. Görüşmek için evine gitmiştim. Kızlarının
fotoğrafları duvardaydı. Daha yirmili yaşlarına gelmeden yaşamlarını
yitirmişlerdi. Bir yandan evin havasına sinmiş derin bir acı vardı. Diğer
yandan da devam eden bir hayat. İki kızını kaybetmiş olan anne bir hafta önce
oğlunu evlendirmişti. Evin bir odası yeni evli çift için hazırlanmıştı. Elleri
kınalı, kollarında bilezikler olan yeni gelin evin içinde dolaşıp çay servisi
falan yapıyordu. Bir yandan düğün diğer yandan kaybedilenlerin acısı iç içeydi.
Tesadüfen görüşmeye Perşembe günü gitmiştim. O gün, her Perşembe olduğu gibi
mezarlık ziyareti varmış. Görüşmeyi tamamlayınca mezarlığa birlikte gittik.
Onun gibi bir grup kadın vardı. Hepsi çocuklarını ziyarete gelmişlerdi. Ama
yalnız kendi çocuklarını ziyaret etmediler. Hatta en başta kendi çocuklarından
başlamadılar. Bir sürü mezarın başında durduk, hepsinden ayrı ayrı söz ettiler.
Anılarını paylaştılar. Hem acılı hem de güçlüydüler. Belki sadece kendi
çocuklarının çıplak acısıyla baş başa kalsaydılar böyle güçlü duramazlardı.
DA: Evet, belki de. Peki sizce Kürt kadınlarının
politikayla ilişkilerinde yaşadıkları çelişkiler nelerdir. Onların sınıfsal
konumları siyasetle ilişkilerini nasıl etkiliyor?
HÇ: Bundan birkaç yıl öncesine kadar çelişkilerin
daha yoğun yaşandığını, şimdi görece azaldığını ifade etmek mümkün. Hareket bir
yandan kadınları politik katılıma davet ediyordu ama diğer yandan da topluma ve
kaçınılmaz olarak politik kurumlara içkin olan cinsiyetçi pratikler vardı.
Çelişki kaçınılmazdı. Örneğin geçmişte siyasi partilerde kadınlardan geleneksel
cinsiyet rollerine uygun bir katılım, daha doğrusu katkı bekleniyordu. Mahalle
çalışması yapsınlar, mitinglere katılım sağlamak için çalışsınlar gibi. Bu
süreç geride kaldı tabi. Bildiğiniz gibi şimdi siyasi partilerde güçlü bir
karar gücüne ulaştı kadınlar. Ama doğrusu bu olumlu ilişkinin belirli gerilim
alanları barındırdığını da düşünüyorum. Genel politik gündem ile kadınların
gündeminin bire bir örtüşmediği durumda ilkinin belirleyici olma ihtimali var.
Tabi bu da değişebilir. Koşulları var. Sınıfsal konumla ilgili sorunuza
gelince, esas olarak en aktif katılım gösterenler, toplumun en alt toplumsal
sınıflarından kadınlar. Bunu saptamak için çok uzun boylu araştırmalar yapmaya
gerek yok. Mitinglere, parti kongrelerine bakmak yeterli. Benim HADEP’te aktif
çalışma yapan kadınların profiline ilişkin incelememde de bu açık bir şekilde
ortaya çıkmıştı. Bunun da anlaşılabilir bir şey olduğunu düşünüyorum. Üçte biri
zorunlu göç deneyimi yaşamış kadınlardan söz ediyoruz. Yaşadıkları alt üst
oluşla politik katılım arasında doğrusal bir ilişki var. Öte yandan özellikle
yoksul toplumsal kesimlerden kadınlar için politik katılımın, dar aile
akrabalık ilişkileri dışına çıkarak sosyalleşme olanağı bulabilecekleri tek
kanal olduğunu ve bunun da göz ardı edilmemesi gerektiğini düşünüyorum.
DA: Biraz zor bir soru olacak belki ama Kürt
kadınları için nasıl bir gelecek görüyorsunuz?
HÇ: Çok katmanlı, karmaşık bir süreç yaşanıyor. Bir
yanda tarifsiz acılar, alt üst oluşlar, öte yandan olağan dönemlerde kolay
kolay söz konusu olmayacak bir dinamizm, hareketlilik ve olanaklar. Kadın intiharının
en yüksek olduğu kentlerin aynı zamanda kadınların siyasi partilerde ya da
toplum örgütleri ya da belediyeler gibi alanlarda en yüksek temsil düzeyine
ulaştıkları kentler olmaları başlı başına üzerine düşünmeye değerdir. Kürt
kadınları, hayattan, acılardan, sokaktan ve eylemin öğrettiklerinden
damıttıkları deneyimlerle kendi Rönesanslarını yaşıyorlar.
DA: Son olarak şunu sormak istiyorum kitabınız
yayınlandıktan sonra Kürtler’den ne gibi tepkiler aldınız? Bu tepkiler erkekler
ve kadınlar açısından farklılıklar gösterdi mi?
HÇ: Erkeklerle kadınların tepkileri arasında bir
farklılık var mı bilemiyorum. Bu karşılaştırmayı yapabilecek geri bildirimler
almadım. Sanırım okuyan kadınların sayısı erkeklerden daha fazla oldu.
Kadınlardan aldığım tepkiler ise farklı farklı oldu. Çok olumlu
değerlendirenler, katıldıkları ve katılmadıkları yönleri samimiyetle tartışmak
isteyenler oldu. Bu çok geliştirici bir yaklaşımdı. Çünkü kitabın girişinde de
belirttiğim gibi bu, yapılacak tartışmalarla ve yeni çalışmalarla tamamlanabilecek
bir ilk çalışmaydı. Dolayısıyla bu tür yapıcı bir tartışma ve diyalog çok
geliştiriciydi. Aslında çalışmanın amacı da bir tartışma zemini yaratmaktı. Ama
tepkilerin tümü böyle olmadı. Kitabın içeriğine ilişkin tartışmak, görüş
bildirmek yerine toptan olumsuz tutum sergileyenler oldu.
DA: Bu güzel söyleşi için size çok teşekkür ediyoruz.
HÇ: Ben teşekkür ederim.
Toplum ve Kuram Dergisi’nden
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info