17 Temmuz 2010 Cumartesi Saat 06:46
Kapitalizm Toplumsal ve Uygarlıksal Gerçekliğin Neresinde Ve Hangi Zamanındadır?
O halde hem ekonomi olmayan ve hem de ekonomi karşıtlığı bariz olan bu sistemi toplumsal ve uygarlıksal gerçekliğin neresine ve hangi zamanına yerleştirerek, yetkin bir anlamlandırma ve yorumlamayı başarabiliriz?
Kapitalizm hakkında anlamlı bir sonuca ancak uygarlık tarihi boyunca uygarlık güçlerinin, sistemlerinin bir yandan kendi içlerinde, aralarında yürüttükleri eylemler, çatışmalar diğer yandan uygarlık karşıtı güçlerle yapılan eylem ve savaşlar içinde varmak mümkündür.
Konuya aşırı vurgu yaptığımın, çok tekrara kaçtığımın farkındayım. Özür de belirterek, bu çok ilginç ve ufuk açıcı turu bir kez daha kalın çizgilerle ve bütünlük içinde sunmak durumundayım.
1- İlkel Komünal Çağ (İlkel insandan dördüncü buzul döneminin sonuna, 20000 yıl öncesine kadar):
İlkel komünal ana düzeninde ekonomi kültürünün temeli atılmaktadır. Toplayıcılık ve avcılıkla sağlanan besinler anında tüketilmekte, post ve liflerinden yararlanılmaktadır. Ağırlıklı olarak ana-kadın klanın düzenleyici otoritesidir. Bir nevi ilk anacıl hegemondur. Klan toplumunun ana ilişkisi ve çelişkisi doğal çevre koşullarından risk teşkil edenlerden korunmak, elverişlilik ve beslenme imkânı sunanlardan yararlanmaktır. Klan kimliği bu koşullarda hayati vazgeçilmezlik arz etmektedir. Karı-koca mefhumu gelişmemiştir. Doğuran ana tanınmaktadır, ama partner, çiftleşilen erkek tanınmayacak kadar önemsizdir. İnsan toplumu şimdiye yaşamının yüzde 98.5’ini bu biçimde sürdürmüştür. En uzun vadeli toplum biçimi oluyor. Hafif yontulan taşlar ilk temel kullanım araçları olduğu için, bu döneme yontma taş devri de denilmektedir. İlkel vahşet dönemi denildiği de olur. Sosyolojik olarak benimsenen ad ilkel komünal düzendir. İşaret dili kullanılmaktadır. Dere ve göl kıyılarında, mağara ve çakılan kazıklar üzerindeki kulübelerde barınmaktadırlar. Yaklaşık iki milyon yıl yalnız Afrika’da, bir milyon yıldan beri de Asya ve Avrupa kıtasında böyle yaşandığı varsayılmaktadır. Yurt kavramı, sınır, mülkiyet henüz gelişmemiştir. Aidiyet sadece klanla tanınmaktadır. Klan simgeleştirildiğinde, herhangi bir nesneyle, totemle temsil edilmektedir. Kendi içinde aşama yapma, az veya çok gelişmişlik düzeyleri olsa da, dördüncü buzul dönemi sonuna insanlık bu düzen biçimi altında geçiş yapıyor.
2- Neolitik Çağ (M.Ö. 15000-4000 yaklaşık):
Dördüncü buzul döneminin bitiminden sonra, tahminen 17 bin yıl önce kısa bir mezolitik (orta taş devri) dönemden sonra ilk defa ana kol halinde Toros-Zagros dağ sisteminin eteklerinde, iyi cilalanmış taşlar ve obsidyen kullanımından ötürü neolitik (yeni taş devri) olarak adlandırılan, fakat özü tarım ve köy devrimi olan, tarihi önemi büyük bir aşamaya geçiliyor. Yaklaşık 10 bin yıl öncesine dayanan varlığı arkeolojik olarak kanıtlanan bu toplum, ilgili dağ sisteminin iklimi ve çevresinin bitki ve yararlanılabilir hayvanlarla dolu olması nedeniyle büyük bir sıçrama gerçekleştiriyor. Beslenme imkânları artıyor. Dokuma yapılıyor. Mağaradan köy yaşantısına geçiliyor. Bitki ve hayvanlar tarım kültürüne ve evcilleşmeye alınıyor. Yaklaşık M.Ö. 6000’den itibaren çanak çömlek yapılıyor. Özellikle Doğu Akdeniz dağ eteklerinden Zagroslara kadar bir hilal çizen bölgede, çok güçlü ve sık ağlarla birbirine bağlanan bir kültür dönemine (Tel Halaf kültürü) geçiliyor.
Ana odak Yukarı Mezopotamya oluyor. Toplum yeni icat ve üretim araçlarında bir patlama yaşıyor. Bir nevi neolitiğin endüstri dönemi yaşanıyor. Ana kadın bu kültürde ana-tanrıça katına yükseliyor. Büyük ihtimalle yeni toplumun oluşumundaki rolü belirleyicidir. Anacıl düzen klan toplumuna damgasını iyice vuruyor. Erkekle çelişki yeni yeni açılmaya başlıyor. Simgesel dile geçilmiştir. Güneyden Semitik ad kazanmış siyah derili grupların ana hat olan bölge üzerinden Asya ve Avrupa’ya göçleri artık eskisi kadar kolayca gerçekleşmiyor. Semitik kültürün oluşumunda bu etken önemli rol oynasa gerekir. Kuzeyden de daha çok sarı ve kızılderili diyebileceğimiz gruplar bölgeye kolay geçiş yapamıyor. Bir kolu Amerikan kıtasına (Bering Boğazından, tahminen M.Ö. 12000-7000) geçerken, diğerleri Çin, Orta Asya ve Doğu Avrupa’da yoğunlaşıyor. Ortadaki beyaz tenli Hint-Avrupa grubu, iklim ve beslenme koşulları nedeniyle başat hegemonik rol oynuyor. Özellikle Verimli Hilal’deki grup hegemon gruptur. Uzun süre uygarlık aşamasına kadar bu sıfatını koruyacaktır.
Tarihte ilk defa kanıtlanmış ve kalıcılık arz eden Verimli Hilal kültürü, M.Ö. yaklaşık 6000 yıllarında Aşağı Mezopotamya’ya, 5000’lerde Mısır-Nil vadisine, Balkanlar, İran ve Kuzey Karadeniz steplerine, 4000’lerde tüm Avrupa ve Çin’e kadar taşırılıyor. Her ne kadar iç dinamiğiyle bir Çin neolitiğinden bahsedilse de, benim tahminimce, Çin neolitiği ağırlıklı olarak taşırılmış kültüre dayanmaktadır. Sığır yetiştirilmesi, obsidyen kullanımının taşırılması bu tezi güçlendirmektedir. Tabii olarak uzun süreler söz konusu olduğundan, her ana bölge kendi neolitiğini geliştirme şansına sahiptir. Fakat bütün belirgin işaretler ilk kültürel kıvılcımın ana odak Verimli Hilal’e dayandığını göstermektedir. Yayılmanın sömürgeciliği, işgali söz konusu değildir. Boş alanların genişliği bu tür ilişkilere yer vermiyor. Dünyada kalıcı iz bırakan ve etkisini halen sürdüren ilk büyük küresel hareketin bu temelde geliştiği genel kabul gören bir tarihsel görüş ve sosyolojik bilgidir.
3- Sümer Uygarlık Çağı (M.Ö. 4000-2000)
M.Ö. 5500’lerde Aşağı Mezopotamya’da El Ubeyd kültürü denilen, M.Ö. 3800’lere kadar sürdüğü tahmin edilen yeni bir evre etkili oluyor. Verimli Hilal kültürüne (özellikle Tel Halaf kültürüne) dayanmakla birlikte, gerek ataerkil topluma geçiş, gerek çanak çömlek tekniğindeki gelişmeler, ticaretin önem kazanması, ilk istilacı seferler ve kolonileştirme çağını başlatması açısından, bu dönem ve kültürü tarihi açıdan önem kazanmaktadır. Proto-Uruk kültürü de denilebilir. Özellikle ataerkil toplumun ortaya çıkışı, ön uygarlık anlamına geldiği için de önemlidir. Ana-tanrıça kültürü önemini yitiriyor. Kadın erkeğin kesin üstünlüğünü tanımaya zorlanıyor. Hiyerarşik yönetim büyük gelişme sağlıyor. Geleneksel uygarlık yönetiminin üçlü yapısı taslak halinde bu kültürde kendini ilk defa etkili bir biçimde duyuruyor. Bir nevi rahip olan Şaman, tecrübeli toplum yöneticisi şeyh ve fiziki güç sahibi olarak askeri şef’in ayak sesleri bu dönemde giderek güçlenecektir. Ortadoğu’nun din, politika ve askeri kültürü bu dönemden derin izler almaktadır.
Bu kendini kanıtlayan bir kültürdür. M.Ö. 4500’lerde etkisini Yukarı Mezopotamya’da hissettiriyor. Tel Halaf kültürünü kontrolüne alıyor. Bir nevi kolonileştiriyor. İlk kolonilerin M.Ö. 4000’lerde bugünkü Malatya ve Elazığ’a kadar yayıldığı arkeolojik kayıtlarda kanıtlanmaktadır. Hanedanlık, geniş aile dediğimiz kültürü de taşırıyor. Daha önceki kültürde bu öğeler yoktur. Yıkıcı faaliyetlerine ilişkin izlere de rastlanmaktadır. Yıkılan bazı köylerin kültürel izleri, bilinçli bir yıkım ve işgalin gerçekleştiğine tanıklık etmektedir. Ticaret kültürü kesinlik kazanıyor. Tarihin belki de ilk ciddi hegemonyacılığı bu kültürün eşliğinde gerçekleştiriliyor.
Yaklaşık M.Ö. 4000-3000 dönemine Uruk kültür dönemi demek artık adetten sayılmaktadır. Uruk kültürü El Ubeyd kültürünün izi üzerinden gelişiyor. Ondan farklı olarak ilk kent-sınıf-devlet çıkışını, yani uygarlığı, yazılı tarihi başlatma ayrıcalığıdır. Tabii ki ataerkil kültürü ilk uygarlık kültürüne dönüştürmek tarih için çok önemlidir. Bunda Aşağı Mezopotamya ikliminin elle sulamayı zorunlu kılması temel rol oynar. Bu tür sulamanın geniş bir nüfus gerektirmesi, ayrıca sulama araç gereçleri kentleşmenin önkoşullarıdır. Büyük nüfusun aynı anda çalıştırılması beraberinde iaşe sorununu, sulama araç gereçleri de zanaatkârlığı gerektirmektedir. Bu durumda yerleşim zorunlu olarak kent çapında olmaktadır. Bu da kentin yönetimini, yönetimin meşruiyet sorunlarının çözümünü dayatıyor. Ayrıca dışta çoktan başlamış olan talancı kabile saldırılarından korunmayı da gerektiriyor. Hepsi birleşince, mükemmel bir rahip + yönetici kral + askeri komutan üçlüsünü doğuruyor. İlk Uruk kralına ithafen yazılan Gılgameş Destanı bu tarihsel gelişmeyi çok çarpıcı ve etkileyici olarak yansıtmaktadır.
Şehir kendi başına mantığı gelişmeye zorlayan bir altyapıdır. Çünkü çok sorunlara yol açıyor. Sorunlar mantığı çalıştırmayı, dolayısıyla düşünceyi, düşünce yeni üretim araçlarını geliştiriyor. Ardından ekonominin yönetimi gelişiyor, o da politik ve askeri yönetimi peşi sıra sürüklüyor. Sınıfsal gelişmeyi de daha çok şehrin bir ürünü sayabiliriz. Kabile ve hanedan birimlerini aşan bir topluluktur şehir. Ayrıca hiyerarşik, ataerkil yönetimlerin çelişkili doğası gereği, çok sayıda nüfusu bünyesinden dışladığını varsaymak mümkündür. Karın doyurma kabilinden de olsa, şehir boşalan nüfus için bir çekim merkezi oluyor. Çeşitli nedenlerle aşiret ve hanedan dışı kalan kişilikler, şehirde kurulu yönetim altında yönetilen-çalışan kesimi oluşturacağına göre, artık sınıflaşmanın doğması kaçınılmaz olur. Sosyolojik bir ilişki, yani sınıfsallık, Uruk kültürünün önemli bir öğesidir. Devlet tüm bu şehir ilişki ağlarının doğal bir uzantısı olarak doğacaktır.
Şehir yönetimi ne kabile, ne hanedan yönetimine olanak tanır. Kan bağını aşan profesyonel bir yönetimi gerektirir. Ayrıca meşruiyet için bir inandırma gereği de kendini dayatır. Bunun imdadına yetişen, belki ilk devlet taslağını ele veren rahip ve bir nevi ilk şehir maketi olan tapınaktır. Kurum olarak şehir, devlet ve sınıfsallaşmayı ideolojik olarak zihnen inşa etme işi mitolojik ve dini üretim işidir. Maddi kültürün manevi kültürü etkilemesi Uruk kültüründe çarpıcıdır. Tersi de çok etkilidir. Hatta manevi kültürün ağır etkisi altında maddi kültürün anlaşılması neredeyse mümkün değildir. Büyük bir ideolojik inşa vasıtasıyla görünmez kılınmıştır. Dil ve içerik olarak bu inşayı binlerce yıl sürecek tarzda zihne yerleştirerek maddi koşulların görünmez kılınması yeni devlet ideolojisinin baş görevidir. Sümer toplumunda bu işlev çok çarpıcı olarak kendini ele veriyor. Devlet tanrısal kurum olarak anlamlandırılırken, çalışan sınıf tanrının yarattığı kullar olarak yansıtılır. Devlet ve yönetilenler arasındaki arabulucu halka melek kavramında yansır. En büyük yönetim otoritesi baş tanrı olarak yansıtılırken, yardımcıları ikinci el tanrılar olarak panteon’u, yani üst düzey devlet yönetimini, toplantı düzenini yansıtır. Eski tanrıçalar kuşağı kent öncesi kuşağın kadın etkinliğinin yansıma gücü olarak hala kendilerini hatırlatırlar. Tüm toplumsal ilişkiler yarı-mitolojik, yarı-dinsel bir dile tercüme edilerek, bambaşka bir metafizik dünya içinde, birim nüfus içinde yerlerini meşrulaştırmış olurlar. Şehir-devlet-sınıf ideolojik olarak yeniden yaratılır.
İdeolojik olarak yeniden yaratılma, çok büyük işlevi olan bir manevi kültür olarak her tür maddi gelişmenin, hatta doğanın yorumu olacaktır. Ona dayanılarak, özellikle yansıtıcı dil esas alınarak anlamlar türetilecek, insanlar inanacak, yaşamı bu yeni meşru dünya içinde kutsayarak yaşayacaktır. Yeniden doğum karşısında gerçek maddi doğum var mı, yok mu sorusu bile bu gelişmeler karşısında anlamını neredeyse kaybedecek, görülse bile başka türlü imgeselleştirilecektir. Uruk devrimi tarım devrimi kadar önemli bir ilk şehir devrimidir. Ana nehir kolunun çıkış membaıdır. Daha sonraki katılımlar derecikler ve göletler seviyesindeki kapalı membalardır ki, onların bile hareketlenmesi ancak ana nehir sayesinde mümkündür. Doğrudur, Çin’de de bir kent devrimi vardır. Orta Amerika’da da vardır. Ama ana nehir oluşturmayan, doğdukları yerde ya kuruyan, ya da durgun bir göl gibi etrafını çok az kişiye yararlandıran mahalli kültürlerdir. Uygarlık olmak için ana nehir olmak veya ona katılmak önemli bir koşul olarak anlaşılmak durumundadır. Saf uygarlık yoktur.
Kaldı ki, Uruk kültürünün arkasında on bin yıllık neolitik miras yatmaktadır. Zembille gökten çöle düşmemiştir. Bu yeni kültüre uygarlık (medeniyet) da denilmektedir. Şehirlilik olarak tercüme edilebilir ki, doğrudur. Maddi ve manevi yapısı ve yansımasını böyle tanımlarken, aslında bir anlamda tüm uygarlığı tanımlamış oluyoruz.
Yapısı gereği Uruk kültürü yayılmacıdır. Şehrin artan verimlilikle her bakımdan büyümesi, nüfusunu bir dereceye kadar taşırması nedeniyle peş peşe komşu şehirlerin doğmasına yol açar. Verimli Hilal’in köylü kültürü de böyle çoğalarak zincirleme köy kuruluşlarına yol açmıştır. İlk köy kuşakları olarak Nevali Çor’dan (Urfa-Siverek Fırat kıyısında) Çayönü’ne (Diyarbakır-Ergani Dicle’nin bir kolu kıyısında), oradan Çemê Hallan’a (Batman Çayı yakınlarında), böylece aşağıya Kerkük’e kadar çığ gibi (M.Ö. yaklaşık 10 binlerden itibaren) yayılım gösterirler. Kültürlerin çiçeklenmesi dediğimiz olay budur. Uruk kültürlenmesi de benzer bir seyir izlemiştir. Çoğalan şehir artan rekabettir. Şehir aynı zamanda pazar demek olduğundan, yeni kültür rekabet unsurunu da peşi sıra taşır. Ticaret daha şimdiden gözde bir meslek olmuştur. Tarıma ve ulaşıma yönelik bir zanaatkâr endüstrisi doğmuştur bile. Şehirler arası kavga, doğal olarak hegemonya sorununu gündeme getirecektir. Şehir devletinden ilkel imparatorluğa (bu durumda mevcut tüm şehirlerin aynı kişi veya hanedan yönetimine alınması oluyor) geçiş süreci peşi sıra kendini dayatacaktır.
Uruk’un ticaret ihtiyacı erkenden neolitik alanı uygarlaştırma ve kolonileştirme sürecine sokacaktır. Eldeki birçok veri, El Ubeyd kültürüne dayalı koloni katmanlarını takiben, daha gelişkin bir Uruk yayılma alanı ve kolonileştirme faaliyetini kanıtlamaktadır. Özellikle Fırat kıyılarında çok gelişkin Uruk kolonilerine rastlanmıştır. M.Ö. 3500’lerden itibaren gelişen Uruk kolonileştirme hareketine karşı, zaten Tel Halaf kültüründen beri büyüme halkalarını durdurmayan Yukarı Mezopotamya kültürünün hem bir başkaldırısını, hem de karşılıklı alışverişini yansıtan bir eğilimin varlığını da eldeki arkeolojik bulgular kanıtlamaktadır. Bölgenin çok güçlü iç dinamikleriyle M.Ö. 3000’lerde kentleşmeye başladığını gösteren çok sayıda höyük kazısı vardır. Her gün artan bulgular, şehir kültürünün de Aşağı Mezopotamya’ya tıpkı Mısır, Elam ve Harappa’ya taşındığı gibi ana kaynak bölgeden taşındığını düşündürtmektedir. Özellikle yakın dönemde Urfa yakınlarında Göbeklitepe’deki yerleşimin kazınması (M.Ö. 10000’lerde başladığı kanıtlanmıştır) mevcut görüşleri değiştirecek bulgulara yol açmıştır. Köyleşmeden önce dönemine göre dev boyutlu sayılabilecek, muhtemelen tapınak olan bir kültürün varlığı saptanmıştır. Mevcut dikili taşların anlamı tam çözümlenmese de, çok gelişmiş bir kültürü yansıttığı kesindir. Yeni araştırmalar kültürel merkez kaymalara yol açabilir.
Bu paragrafı Uruk yayılmasına karşı güçlü bir kültürün ancak cevap verebileceğini belirtmek için açtım. Bölgedeki kültürün daha önceleri başlayan (muhtemelen M.Ö. 5000’lerde başlayan El Ubeyd kültürü) kültür yayılmasına karşı da direnişi ve kendi kültüründe ısrarı vardır. Hatta tüm mezolitik ve neolitik dönemde güney ve kuzeyden dalga dalga gelen göçlere karşı sürekli bir direnme halinin mevcudiyeti bölgedeki kültürel yapının kalıcılığından anlaşılmaktadır.
Bu gerçeklik, Uruk kültürünün yerel kültür içinde erimesi, karşı kültürün gücünü göstermektedir. Bu aslında bugüne kadar devam eden bir süreçtir. Uruk’un üstünlüğünü üretimdeki gücü ve nüfusuna dayalı devlet gücü sağlamaktadır. Tıpkı Hollanda ve İngiltere örneğinin ilk prototipiyle karşı karşıyayız.
Benim şahsi yorumum, ilk El Ubeyd ve Uruk yayılmasına Mısır, Elam (bugünkü İran’ın güneybatısı) ve Yukarı Mezopotamya kültürü başarıyla karşılık verip kendi kent kültürünü yaratmışlardır. Nitekim M.Ö. 3000’lerden itibaren bu üç tarihi merkezden kent gelişmesinin hızlandığını ve uygarlık nehrine kendi kollarını akıttıklarını kanıtlayan arkeolojik kanıtlar her geçen gün artmaktadır.
Daha da önemli olan, Uruk’un yakın çevresindeki şehir ve kırsal bölgelerde nelerin olup bittiğidir. Tarih Uruk kültürel çağının M.Ö. 3000’lerde sona erdiğini ve I. Ur Hanedanlığıyla yeni bir dönemin başladığını haber vermektedir. Muhtemelen yoğun şehir çatışmasının sonucudur bu gelişme. Zaten tabletlerin okunmasında bu yönlü gelişmeler net anlaşılmaktadır. ‘Nippur’a Ağıt’, ‘Agade’ye Lanet’ ezgileri, yakılıp yıkılan şehirlerin encamına ilişkindir. Tıpkı bugünkü Bağdat ve çevresinde olup bitenlere nasıl da benziyor! I. ve II. Ur dönemleri M.Ö. 2350’lere kadar gelmektedir. M.Ö. 2350-2150’lerde meşhur Sargon yönetiminde bir hanedan dönemi başlıyor. İlk imparator olarak da tanımlanabilecek Sargon, çok kanlı savaşlar sonucunda tüm Verimli Hilal’de hükmünü, yani imparatorluğunu geçerli kıldığını övünerek anlatmaktadır. Büyük vahşetler şanlı, onur yükselten eylemler olarak anlatılmaktadır. Yazılı kaynaklardan bunu takip etmek mümkün oluyor. Agade’yi başkent yaptığı, Amorit (o dönemin Arabistan çölünden saldıran kabilelere Sümerlerin taktıkları ad ‘tozlu, kirli adamlar’ın adı) kökenli olduğu kayıtlanmaktadır. M.Ö. 2150’lerde bu sefer Zagros kökenliler Gudea önderliğinde Agade’yi yerle bir edip yeni hanedanı tesis ediyorlar. Yaklaşık M.Ö. 2050’lerde bu hanedan da düşüyor. Yerine geçen Üçüncü Ur Hanedanı da ancak yüz yıl yaşıyor.
Tarih M.Ö. 1950’lerde görkemli Babil çağının başladığını gösteriyor. Bu şehir kavgalarında karşımıza çok ilginç bir ikilem çıkıyor. Sümerler uygarlığı yaratan ana toplumdur. Ana derken, kaynak anlamında söylüyorum. Menşeleri muhtemelen çok önceleri Verimli Hilal kültüründen gelen, ama artık yerleşik hale gelen bir halk, bir toplum olduğunu çağrıştırmaktadır. Dilleri iki yakın komşu olan Amoritler ve Gutilerden farklıdır. Hayli iç içe geçen kelimeler de vardır. Özellikle Aryen dil grubuna daha yakındır. Semitik kökenden bariz olarak farklılar. Semitik-Amorit kabilelerin saldırıları yoğundur. Nitekim Agade kenti, hanedanı ve Sargon Semitik-Amorit kökenlidir. Hatta Sümer şehir saraylarında büyüyen ve yönetimde yer alan bir komutan olma ihtimali yüksektir. Destanlar bunu yansıtmaktadır. Gutiler daha çok Sümerlere müttefik olarak yaklaşıyorlar. Kökenleri Zagros-Aryendir. Çok enteresan olan nokta, bugünkü Irak’ta da çok benzeyen bir tablo söz konusudur.
Sonuç olarak M.Ö. 2000’lerin başlarına kadar uygarlığın sistem olarak doğuşu ve gelişimi çok kanlı, sömürülü, kent kurmalı ve yıkmalı, ittifaklı, kolonili, hegemonik karakterde oluyor. Kölelerin karın tokluğuna çalıştığı verimli sulak topraklarda tarımla birlikte komşu şehir ve neolitik bölgelerle ticaret ve zanaatkârlık büyük artık-ürün üretiyor. Bu üretim, yani maddi kültür üzerine kurulan uygarlık sistemi, muhteşem bir manevi kültür inşa ederek kendi yönetici gruplarını tanrılaştırırken, çalışan kölelerini de tanrıların dışkısı olarak aşağılıyor. İyi anlaşılmalıdır ki, doğuş efsanelerinde maddi hayatın böyle yansıtılması çok nettir. Yaratıcı ana-tanrıça ise, erkeğin sağ kaburga kemiğinden yaratılıyor. Efsaneler hayli ilginçtir, ana kadının da kesin bağımlılaştığını çarpıcı yansıtıyorlar. Yaşam artık bu efsanelerin teşkil ettiği dille anlaşılıp yorumlanacaktır.
Gerçek maddi hayat ise, günümüze kadar kendi dilini ve yorumunu yaratamadan, ancak bazen ‘Ezop diliyle’ bazı eski gerçeklerden bahsetmek isteyecek, ama o dili de kimse anlamadığından dilsizliğini ve anlam yitikliğini yaşayacaktır. Unutmayalım, hala gerçekliğin dili ve anlatım kabiliyeti yaratılamamıştır!
4- Babil ve Asur Uygarlık Çağı: (M.Ö. 2000-300)
Kendine özgü bir fark yaratan bu iki uygarlık çağı, aralarında zaman ve mekân açısından farklar olsa da, tarih sahnesine çıkış ve Sümer hanedanlarından iktidar olarak kopuş bakımından zamandaşlık ve kültürel benzerlik daha belirgindir. Amorit-Semitik kökenden kaynaklandıkları ve Akad Hanedanlığıyla ortak bir uygarlığı paylaştıkları yüksek bir olasılıktır. Dil ve kültür benzerlikleri, ayrıca bol olan yazılı kaynaklar bunu kanıtlayıcı niteliktedir.
Sümerlerin son görkemli çağı Nippur kültür kentinde yaşanmıştır. İlk akademik eğitimin alındığı kent olarak belirtilebilir. Kentin büyük ihtimalle Akad hanedanları tarafından tahrip edilmesinden sonra, yakınlarında Akad dil ve kültür ağırlığını taşıyan Babil kentinin yükselişi yeni uygarlık çağının başlangıcı olarak alınabilir. Zaten son Sümer hanedanı III. Ur döneminden sonra M.Ö. 2000’lerin başlarından itibaren Babil öncülüğünde yeni hanedanların kent egemenliklerini peş peşe ele geçirişi yeni durumu belirginleştirmektedir. Akad dili yeni uygarlık dili olarak önem kazanır. Siyasi egemenlik ve ticaret dili olarak tüm uygarlık bölgesinde kendini hissettirir. Daha sonraları Aramice adıyla tüm uygar halkların ortak anlaşma aracı olarak, bugünkü İngilizceye benzeyen bir rol oynar. Akad kültürü uygarlık açısından içerik olarak Sümer kültürünü miras alır. Mitolojik olarak yaptığı dönüşüm, Marduk’un tanrı olarak yükselişinde kendini gösterir. Ennuma Eliş bu dönemden kalma en önemli destandır. Marduk, ana-tanrıçanın iyice kötülendiği, erkek-egemen kültürünün simgeleştirildiği ve tanrısallaştırıldığı kültür baştanrısı rolündedir. Yunan kültüründe Zeus, Roma kültüründe Jüpiter, Hint-Avrupa kültüründe Aryen kaynaklı Gudea (Germenlerin Gotları ve Tanrı Got aynı kökenden gelir, Kürtçede halen kullanılan Xwedê aynı kökenden gelir), Arap kültüründe Allah, Hintlilerde Brahman, Çinlilerde Tao aynı tanrısal kuşağı temsil ederler.
Ortak uygarlık aşaması ve kültürel benzerlikler, bu dönemde en çok temel simge olarak toplumu temsil eden tanrı adlandırılmalarında kendini gösterir. İsim olarak bile hepsinin yaklaşık M.Ö. 2000’lerde ortaya çıkışı tesadüfi değildir. Temellerindeki derin ve ortak kültürden kaynaklanmaktadır. Simgeleştirilmiş biçimiyle (ana-kadın ev ekonomisinin artık zorba ve kurnaz erkek tarafından gasp edilişini) erkek egemen kültürü tanrısallaştırılmaktadır. Temel ana-tanrıça adı Aryence Star, Sümerce İnanna, Hititçe Kibele, Semitikçe İştar, Hintçe Kali giderek sönükleşirken, adı geçen erkek-tanrı adları yüceltilmektedir. Kadının toplumsal zemin kata çekilişinde M.Ö. 2000’ler dil ve kültür açısından da önemli bir yenilgi ve aşağılamayı yansıtırlar. Uygarlığın maddi ve manevi kültüründe erkek ve kabile köleliğinden önce gelen cins olarak kadın köleliğinde, kadın gerçekten en derin, zemin kat köleliği olarak yenilgili, aşağılanmış, sesi soluğu kesilmiş, lanetlenmiş, ölümcül bir statü altına alınmıştır. Karılık ve üzerinde sınırsız yetki sahibi olarak erkek-koca, bu kültürel zemin üzerinde yükselir. Araplarda ve aynı kültürel zemini paylaşan Ortadoğulu toplumlarda kadınların halen devam eden statüsü bu değerlendirmeyi doğrulamaktadır. Namus cinayetleri bu kültürün küçücük bir unsurudur.
Babil çağı Asur çağından önceliklidir. Bunda coğrafi mekân olarak Kuzey Mezopotamya’ya adım adım çekiliş önemli rol oynar. Babil bugünkü Bağdat’ın daha güneyindeyken, Asur tanrı adlı kent bugünkü Musul yakınlarındadır. Daha sonra Ninova olarak aşama kaydetmiştir.
Babil kentinin bazı özellikleriyle tarihte dikkat çektiği görülmektedir. Son Sümer kültürel kenti Nippur’un tüm kültürünü öncelikle özümsemiştir. İmparatorluk aşamasında tüm çağdaşı toplumların kültürel birikimleriyle soylarının önde gelenlerini Babil’e taşıdıkları anlaşılmaktadır. Ünlü Babil Kulesi ve ‘yetmiş iki dilin konuşulduğu’ efsane değil, bir gerçek olsa gerekir. Daha doğrusu, gerçeğin efsaneleştirilmesidir. M.Ö. 1900-1600 dönemi Babil uygarlık çağının en görkemli dönemidir. Tüm uygar bölgelerde imparatorluk gücü olarak hükmünü icra etmektedir. En ünlü imparatoru olan Hammurabi, Sargon’dan sonra tarihin ikinci imparatorudur. Kendi adına ilan ettiği ‘Hammurabi Yasaları’, daha önceki yasallaştırma geleneğinin devamı da olsa, etkililik ve tarihte iz bırakma anlamında birincil öneme sahiptir. Uygarlık kültüründeki ister ‘Tanrı yasallığı’nın, ister ‘hukuk yasallığı’nın olsun, Hammurabi döneminden izler taşıdığı kesindir. Dönemin tüm şehirlerini kanlı savaşlardan sonra egemenliği altına almıştır. Ayrıca komşu ve sınırları dahilindeki kabile kültürlerine de amansız bir egemenlik dayattığı anlaşılmaktadır. Bölge tarihinde Mısır tanrı-kralları olarak kendilerini tanımlayanlara ‘firavun’ denilirken, ağırlıklı olarak Babil ve Asur tanrı-krallarına da ‘nemrut’ adı verilmektedir.
Ahdi-Atik’te (Yahudilerin en eski Kutsal Kitabı) anlatılan Hz. İbrahim’in Ur (Bugünkü Urfa) kentinden çıkışı veya kaçışı, öyle anlaşılıyor ki, Babil Nemrutlarının zulmüyle yakından bağlantılıdır. Tarih Hammurabi’nin M.Ö. 1700-1650 civarında hüküm sürdüğünü yazmaktadır. Hz. İbrahim’in hicretinin de aynı tarihte gerçekleştiği düşünüldüğünde, İbrahim-Nemrut çekişmesi gayet iyi anlaşılmaktadır. İbrahim bir kabilenin başıdır. Kabilesi Urfa civarında tarım, hayvancılık ve ticaretle geçinen çok sayıda kabilelerden biridir. Bugünkü gibi köken olarak Aryen ve Semitik kökenli iki kültürün etkisi altındaki geçiş toplumları da bölgede bolca bulunmaktadır.
Yarı-dinsel, yarı-mitolojik İbrahim ve kabilesinin öyküsünün simgesel değeri bilinmektedir. Hz. İbrahim’in üç tek tanrılı dinin atası sayılması ve dünyada neredeyse etkilemedik din bırakmamış olması önemini ortaya koymaktadır. Hammurabi’yle en otoriter çağını yaşayan Babil Nemrutlarına (Bunlar Babil bürokrasisinin tüm merkezi ve bölgesel önde gelenlerini kapsamaktadır. Nemrut önde gelen kent ve bölge yöneticisine verilen unvan, ad olsa gerek) karşı direnen çok sayıda kabile ve kentin olması beklenebilir. Henüz güçlü komünal düzen etkisini taşıyan kabile ve hatta köy ve kentlerin, hangi tanrısal ad (Allah adına) altında yapılırsa yapılsın, imparatorluk dayatmasının kendi karşısında direniş ve isyan bulacağı açıktır. Kölelik nedir tanımayan toplumlar çok zor köleleşirler. Bazen köleleşmektense, toptan imha olmayı bile göze alabilirler. Tarihte bunun sayısız örneklerini tanımaktayız.
Hz. İbrahim dini veya öykülemeleri aslında bu genel anti-nemrut direniş kültürünü temsil etmektedir. Bu kültürün birinci kaynağı, 1700’lerdeki Babil İmparatorluğu zemin ve zamanıdır. İkinci kaynak ve kol ise, Hz. Musa’nın M.Ö. 1300’lerin sonlarından itibaren Mısır Firavunlarına karşı çıkış öyküleridir. Yani Mısır Firavun otoritesini temsil eden kültüre karşı aynı veya benzer iz üzerindeki yarı-köle, ama kurtulmak isteyen Hz. İbrahim geleneğindeki toplulukların direniş kültürüdür. Toplamı Kitabı Mukaddes geleneğini oluşturmaktadır. Dönemin iki güçlü ve kendilerini tanrı-krallar olarak simgeleştiren Nemrut ve Firavunlarına karşı çok uzun soluklu ve giderek kendini yeni bir kültür olarak oluşturan bu gelenek, Hz. Musa’dan sonra daha çok güçlü rahiplerle (örneğin Musa’nın kardeşi Harun’la başlayan gelenekten I. ve II. Samuel, İşaya ve birçok peygamber) temsil edildikten sonra, Hz. Davut ve Hz. Süleyman’la M.Ö. 1020-900 yıllarında bugünkü İsrail-Filistin toprakları üzerinde güçlü bir krallık kuracaklardır. Bu geleneğin ve temsili olan İbrani kabilesinin tarih içindeki yürüyüşünü ve etkisini dikkatle yorumlamadan, uygarlık tarihini ve ona karşı yöneltilen her türden direniş ve isyanları anlayamayız, çözemeyiz. (Her tür derken ideolojik, mitolojik, felsefi, dini, siyasi, fiziki, ekonomik, hukuki, kabilesel ve ulusal tüm hareketleri kastediyorum.)
Birinci Babil döneminin M.Ö. 1596 yılında Hitit ve Hurri kökenli Kassitler adı verilen güçler tarafından sona erdirildiğini görmekteyiz. Burada daha ilginç ve önemli olan, Hitit ve Kassit kimliğiyle aralarındaki ittifaktır. Tarihçilerin pek açmadıkları bu konu, bölge halklarının tarihini öğrenmek açısından önem taşımaktadır. Herhalde Babil gibi güçlü bir kültürel, siyasal ve askeri geleneği yenmek kolay olmadığı gibi, çok güçlü bir karşı kültürü gerektirir. Nitekim İbrahimî geleneğin yaptığı sürekli hicret, daha doğrusu kaçıştır. Ancak boşluk bulduğunda siyasi erk olabiliyor.
Uruk ve Ur dönemlerinde Zagros kabile federasyonları olan ve son örneğini M.Ö. 2150’de Akad sülalesine son veren ünlü Guti Kralı Gudea’nın (İlginçtir, Aryenlerin en büyük tanrısının aynı olan adını taşımaktadır. Bir nevi karşı-uygarlık sürecine girdiği anlaşılmaktadır) temsil ettiği Zagros-Toroslarda oluşan geleneğin çözümlenmesi kilit önemdedir. Tarihin bu geleneklerden çok az veya hiç bahsetmemesi ilginç olduğu kadar, üzerinde durulmayı gerektiren önemli bir alan, araştırma sahasıdır.
Gerek El Ubeyd kültür kolonilerine, gerekse Uruk ve Ur’un siyasi ve ticari koloniciliğine karşı çok daha kalıcı bir tarım kültürünü yaratmış, çok sık bir köy ağını kurmuş, şehirleşmenin eşiğine gelmiş, belki de daha önce şehirleşmiş (Urfa-Göbeklitepe’deki büyük tapınaklar tepesi bunun mümkün olabileceğini hatırlatıyor. M.Ö. 10 binlerde bu kültürü yaratanlar Uruk ve Ur’un çok ilerisinde bir kent kültürünü de rahatlıkla yaratabilirler. Mimarisi ve mitolojisi bunu hissettirmektedir), dağ etek ve ovalarını birlikte kullanan çok geniş bir ağdaki kabile topluluklarının direnmesi ve müşterek tehlikeye karşı federasyonlaşmaları, ardından daha kalıcı siyasi birlikler kurmaları en güçlü olasılıktır.
M.Ö. 3000’lerde Sümerler tarafından Hurriler olarak genel bir ad altında toplanan bu toplulukların 1650’lerde daha kuzeyde Kaniş ve Hattuşas merkezli Hititler, Wajukani (Xweşkanî, güzel, hoş pınar, bugünkü Ceylanpınar ve Suriye’deki karşılığı olan Serekanî kenti) merkezli Mitanniler adında iki güçlü siyasi birlik kurdukları görülmektedir. Mitannilerin Kerkük’ten-Zagrostan Tel-Alal’a, Amanoslara kadar genişledikleri, M.Ö. 1400’lerde Mısır ve Hititlerle birlikte üçüncü büyük siyasi ve kültürel güç oldukları birçok belgeyle kanıtlanmaktadır. Hititlerle ortak bir kültürü ve dili paylaşmaktadırlar. Aralarında güçlü kan bağlılıkları bulunmakta ve siyasi düzeyde evlilikler yapmaktadırlar. (Hitit İmparatoru Şupiluliuma, Mitanni Prensi Matizava’ya “Sana kızımı verdim, adam gibi birlikte bölgeyi yönetelim demektedir) Mısır hiyerogliflerinde Mitannilerin gücü yansıtılmaktadır. Sarayda birçok Mitannili gelin bulunmaktadır. Ünlü Nefertiti bunlardan biridir.
Hititlerin ünlü kadın-tanrıçası Puduhepa da Hurri kökenlidir. Alan kültüründe kadın izinin son temsilcisi gibidir. Daha önceki Guti, Kassit, yeni adıyla Mitanniler, Hurrilerin alt kollarını yansıtmaktadır. Hurri kelimesi etimolojik olarak Sümerce ‘Dağlılar’ anlamına gelmektedir ki, günümüze kadar zaman zaman kullanılan bir adlandırmadır. Daha da önemlisi, tüm güçlü belirtiler, Hitit adı verilen devletin tüm kral ve prenslerinin Hurri adı taşımakta olup, evli oldukları kadınların da hep Hurri prensesleri olmalarıdır. Şahsi yorumuma göre, Mitanniler ağırlıklı olarak Zagros-Toros dağ silsilesinin kavisli güney eteklerindeki Verimli Hilal’de kurulan siyasi birlik veya konfederasyon benzeri bir oluşum iken Hurri toplulukların bir kolunun kuzeyde Karadeniz dağlarına kadar, tüm Kuzey Toroslarda da Hititler adı altında ikinci kol örgütlenmesi olarak daha güçlü, hatta ilkel bir imparatorluk olarak temsil edilmektedir. Kültürel temel, akrabalıklar, diplomatik ilişkiler, en önemlisi Hitit-Kassit ittifakı bunu doğrulayıcı etkenler olarak ileri sürülebilir.
Birinci Babil dönemini kuzeydeki bu kültürel direnişin ve sonunda geliştirilen siyasi birliğin sona erdirdiği rahatlıkla belirtilebilir. Babil, ikinci döneminde (M.Ö. 1600-1300) bu siyasi birliğin ya egemenliği altında, ya da bir nevi onunla uzlaşmış olarak birlikte yönetilen, daha çok dönemin en büyük kültür ve ticari merkezi olarak yaşamını sürdürmektedir. Bir nevi günümüzün Paris’i gibidir.
Babil kültürü üç Kutsal Kitabı da derinden etkilemiştir. Birçok iz bırakmıştır. Ticaret deposu, bölgesel pazar ve üniversite şehri olarak da tanımlanabilir. Dönem uygarlığının uluslararası (daha doğrusu kavimler ve mezhepler arası) merkezi rolünü de rahatlıkla temsil ettiği belirtilebilir. Bütün siyasi, ticari, istihbari oyunlar Babil’de geliştirilmektedir. Komplo merkezi rolü de ihmale gelmez. Kutsal Kitap’taki tasvirleri çok çarpıcıdır. Özcesi tam bir uygarlık merkezi olarak rolünü layıkıyla oynamaktadır. Bu yönüyle bugünkü Londra’ya çok benzemektedir.
Üçüncü Babil dönemi (M.Ö. 610-330) Medlerle kurdukları (bugünkü Şii-Kürt ittifakına çok benziyor) ittifak, 612’de Ninova’nın haritadan silinişiyle başlar, İskender’in M.Ö. 330’larda fethiyle sona erer. Meşhur Nabokadnazar’ın imparatorluğuyla anılır. Mezopotamya’nın son büyük imparatorluğudur. Mezopotamya bu tarihten sonra ana merkez rolünü yavaş yavaş kaybeder. Yaklaşık 15 bin yıl tarihin ana merkezi olan Dicle-Fırat vadilerinde, kollarında, aralarındaki dağ ve ovalarda insanlık kültürünü yoğurup bütün kıtalara yaydıktan sonra çok yorgun, ama umutkâr olarak bugün yeni bir döneme hazırlanmaktadır.
Asur çağı da benzer biçimde üç döneme ayrılabilir. Kadim tarihin en güçlü siyasi, askeri ve ticari güçlerindendir. Sümer uygarlığıyla Greko-Romen uygarlığı arasındaki ara halka rolünü oynar. Uygarlıkta kan dökücülüğü, zorbalığı ve ticari yaratıcılığıyla anılır. Yıkılışı bütün Ortadoğu halklarınca (kendi halkı da dahil) bayram olarak kutlanır. Bu kutlayışta nemrut ve firavun türü despotluğun sona erişinin payı belirleyicidir.
Birinci dönem (M.Ö. 2000-1600) ticari aristokrasinin yükseliş dönemidir. Çok çarpıcı olarak tüccar ve siyasi erk sıklıkla aynı kişide tekel olarak temsilini bulur. Siyasi ve ticari güç tekelinin ilk defa Asur topluluklarınca kurulduğu belirtilebilir. Geniş bir tarihi mirasa dayandıklarını, El Ubeyd-Uruk-Ur-Babil ticari birikimlerini kullandıklarını, onların izini takip ettiklerini, M.Ö. 2000’lerden itibaren tüm uygarlık alanlarında ve komşu neolitik köy ve göçer topluluklarıyla ticareti geliştirdiklerini, belli başlı merkezlerde ticari koloniler kurduklarını, ilk defa bağımsız kapitülasyonlar gibi çalıştıklarını, çok geniş kervan ağlarına sahip olduklarını, ticari bilinci en yüksek uygarlık olduklarını, tüm bu stratejik ilişkileri güvencelemek için çok acımasız güç kullandıklarını rahatlıkla belirtebiliriz. Ninova bir nevi Hollanda’nın Amsterdam’ı gibi zenginliğe, altın ve gümüşe boğulur. En kaliteli kumaş merkezi, en ünlü saraylar artık Ninova ve yakınlarındaki şehirlerde toplanır. Amsterdam’ın Paris’le rekabeti gibi, Ninova’nın (Asur) rakibi de Babil’dir. Birbirlerini etkilemek ve hegemonya altına almak için büyük çaba harcarlar. Ekonomik, ticari, siyasi ve askeri çatışmaları karşılıklı çıkarlar nedeniyle eksik olmaz. Birbirlerine devrevi üstünlük kursalar da, nihai üstünlük kuramazlar.
İkinci dönem (M.Ö. 1600-1300) Mitanni ve Babillilerin ittifakla yürüttükleri egemenlik altında geçer. Ticari rollerini devam ettirirler.
Üçüncü dönem (M.Ö. 1300-600) asıl askeri ve siyasi güçlerini inşa ederek dönemin en korkutucu gücü haline geldikleri dönemdir. Urartular hariç ve Mısır da dahil, işgal etmedik ve haraca bağlamadık bir yer bırakmazlar. Kavim ve kabilelerin en çok acı çektikleri bir dönemi yaşatırlar. Uygarlığın en kanlı yüzü demek mümkündür. Öve öve nasıl kellelerden surlar ve kaleler yaptıklarını büyüklüklerinin bir ölçüsü olarak anlatırlar. Kavim ve kabilelerin köleleştirilenleri dışında hepsi katledilir. Mısır gibi bir uygarlık bile işgalden (M.Ö. 670) kurtulamaz. Kudüs Krallığı yerle bir edilir. Bugünün ABD benzeri bir dünya gücüdür. Her imparatorluktaki egoizmin bir benzerini en gelişmiş haliyle yaşarlar. Barış içinde birlikte yaşama ve uzlaşma kültürünü tanımazlar. İmparatorluk geleneğinin yaratılmasındaki payları küçümsenemez.
Yıkılmalarındaki belirleyici rolü yine Hurri kökenliler oynar. Uzun süre Mitannilerin kendilerine göz açtırmadıklarını biliyoruz (M.Ö. 1600-1300). Mitannileri yıkmaları, Hurri kökenlilerin direnişini sona erdirmez. Nairiler diye (Asurcada ‘Su Halkı’ anlamına gelir) bilinen aşiret toplulukları bugünkü Botan’da aşiretler konfederasyonu benzeri birliklerle (M.Ö. 1200-900) uzun süre direnirler. Bu tarihten sonra Urartular adlı siyasi birlik devreye girer. Asur’a karşı direnişleri M.Ö. 870’lerden yıkılıncaya (M.Ö. 610) kadar devam eder. Yaklaşık üç yüz yıllık bu direniş bugünkü Van merkezli oldukça güçlü bir merkezi siyasi oluşuma dönüşüp tarihe iz bırakır. Muhtemelen karışık bir siyasi üstyapı söz konusudur. Başlangıçta Asurcanın etkisi hâkimdir. Hurrice, Ermeni ve Kafkas dil etkilerini de taşıyan karma bir dilin kullanıldığı tahmin edilmektedir. Bu dil yapısı direnişteki mozaiği de yansıtmaktadır. Alanda karma yaşayan bu halkların ortak tehlike karşısında birleşerek ve güçlü bir siyasi oluşumla varlıklarını korudukları anlaşılmaktadır. Kafkas kökenli İskitlerin devreye etkin olarak girdiği bir dönemdir de. Urartuların demircilikte usta oldukları, tunçtan epey silah ve kap kacak geliştirdikleri, kale yapımı başta olmak üzere mimarideki üstünlükleri, askeri olarak da sık sık Asur’u yenmeleri göz önüne getirildiğinde önemleri daha iyi anlaşılır. Asurları nihai olarak yenmedilerse de, yıpratmadaki en büyük pay Urartu Devletine düşer. Uygarlık tarihinin silinmesi zor bir izidir.
Asur’un nihai yenilgisi Babil’in uzun süreli el altından yürüttüğü diplomasiyle ve Mağ (Kürtçe, ateş ocağı) adlı Med rahiplerinin uzun uğraşlarından sonra Med Konfederasyonu ve Babil şehir devleti ittifakıyla M.Ö. 612’de gerçekleştirilmiştir. Bölgede Med ve Üçüncü Babil dönemi başlar.
Asur uygarlık pratiğinden çıkarılabilecek en önemli sonuç, ticaret tekeliyle siyasi tekelin iç içeliği ve savaşlarla ilgisidir. Siyasi ve ticari tekelin uygarlık tarihinde en önemli bir aşamasıdır Asur. Denilebilir ki, Pers İmparatorluğundan önce Mısır, Çin ve Hint uygarlığı arasındaki birincil merkezi halkayı Asur ticaret tekelleri kurmuştur. Ticari bir dünya yaratmışlardır. Dönemin bir nevi küreselliği söz konusudur. Yine ticari tekelin ekonomi olmadığı, ekonomiye eşine az rastlanır bir terör rejimiyle dıştan dayatılıp halklar ve kabilelerin binbir emekle topladıkları, yarattıkları birikimleri gasp ettiği ortaya çıkmaktadır. Devlet olmadan ticari tekelin yürüyemeyeceği çok açıktır. Daha önceki siyasi tekeller tümüyle tarımın köleci tarzıyla ilişkili iken, ilk defa ticaret tarımla denk gelen bir ağırlık kazanmıştır. Ticari tekeli kapitalizm olarak tanımlarsak, siyasi tekelin tarımdaki artı-ürünü gaspında daha etkin sömürücü bir güç olarak uygarlıkta yerini almaktadır. İmparatorluk tarımdan ziyade ticaretin tahrik ettiği bir yönetim biçimidir. Yol güvenliği uzun alan ticaretinin ihtiyacıdır. Bunu da ancak imparatorluk sağlar. Şiddetteki yoğunluğu ise, toplumun yeni ekonomik dayatmalara karşı direnciyle iç içe geliştiği, büyüdüğü tartışma gerektirmeyecek kadar açıktır.
Ekonomi için tarımın, pazarın, küçük ticaretin, zanaatçılığın, çok sayıda bağımsız özel kesimin yararlı olabileceği de açıktır. Tüm bu alanlardaki insan emeği üretkenliği geliştiren değerini kanıtlamıştır. Ne siyasi, ne askeri, ne de ticari-ekonomik tekelin gerekmediğini tespit etmek zor değildir. Asur olmasaydı ekonomi duracak mıydı? Tersine, barışçıl bir ortamın daha farklı ve olumlu bir ekonomik yaşamı mümkün kılacağı anlaşılırdır. Demokrasi karşıtı yönetim olarak devlet sadece gereksiz değildir ortaya çıkardığı bürokrasiyle, yol açtığı savaşlarla, yaptığı gasplarla ekonomi ve toplumu tahrip eden bir güçtür. Burada şehri ve tabakalaşmanın önemini, gereğini tartışmıyorum tanrısal ideolojik kılıflara büründürülmüş, etrafında sıkı bir askeri-siyasi duvar ören zorba gücün uygarlıkla ilişkisini sorguluyorum. Şehirleşmenin olumlu yanları anlamında varsa bile bir uygarlık, bunun nasıl kirletildiğini, muazzam bir geriletici, tutucu engelle olumsuzlaştırıldığını tekrarlıyorum. Yönetim koordinasyonu ayrı, zorba ve gaspçı tekeller ayrıdır.
Siyasi, ticari ve ekonomik tekelin iç içeliğinin sadece kapitalizme özgü olmadığını, şehirleşme ve hanedanlıkla birlikte uygarlığın ilk başlarından beri aynı özelliklerini oluşturarak, kopmaz bir zincir halinde uygarlığın olumlu yanlarıyla demokratik etkinliği ezerek, sarmalayarak varlığını günümüze kadar taşıdığını vurguluyorum. Zincirin halkalarını tanımaya devam edelim.
5- Mısır, Hint, Çin, Hitit ve Fenike Uygarlıkları
Mısır, Hint ve Çin’in uygarlık ana nehrine katkılarını tartışmak büyük bir çalışma ister. Bunun yeri burası değildir. Fakat neden daha çok tarım ağırlıklı olduklarını, kendi bölgelerini aşma irade ve gücünü niye gösteremediklerini özce sorgulamak öğretici olabilir. Kendi içlerinde oldukça gelişkin oldukları, çok uzun süreli ayakta kalışlarını ekonomik tekele, özellikle uzun alan ticaret tekelciliğine başvurmamalarına borçlu oldukları kanısındayım. Üçünün de dış ticareti yok gibidir. Tarım ve ticaretin iç yapısında da tekele fazla şans tanınmadığı görülüyor. Mevcut siyasi tekel ekonomik tekelcilikten uzak kaldığı oranda uzun ömürlü oluyor. Siyasi ve askeri güç dışta tehlikeleri, içte kaosu önleme anlamında daha az itiraz topluyor. Dolayısıyla ömrü uzuyor. Son tahlilde bunlar da ekonomik rant tekelleridir. Ama gırtlağına kadar ekonomik tekellere boğulmadıkları da anlaşılır bir husustur.
Mısır, Greko-Romen kültürünü etkilediği oranda, Avrupa kültür ve uygarlığına katkısını vermiştir. Afrika için sanki olmamış bir kültür konumunda kalmıştır. Ticarete el atmamıştır. Ortadoğu’dan da kendini soyutlamıştır. Belki de devlet eliyle sosyalizm için ilk örneklerdendir. Benzer örneklerden hiçbiri Mısır kadar etkileyici değildir. Mısır tümüyle, Hint ve Çin ise kısmen ortaçağ uygarlığına Ortadoğu üzerinden katılmışlardır. İslamiyet hepsini kendi havuzuna akıtıp Avrupa’ya sunmada temel bir rol oynamıştır.
Hititler için ayrı bir başlık yapmak gerekmez. Hurri-Mitanni müttefiki olarak uygarlığı Anadolu’ya yaymıştır. Ege kıyılarındaki etkisiyle Yunan Yarımadasındaki yeni uygarlıksal gelişmeye en az Mısır ve Fenikeliler kadar katkıda bulunmuştur. Mısır’ın Suriye üzerindeki yayılımını durdurmuştur. Asur’un ve daha önceki Babil’in yayılımını durdurmada etkili olmuştur.
Mısır’ın yapamadığı ve boş bıraktığı uzun alan ticaretini Doğu Akdeniz’de üslenmiş Fenike adlı kavim gerçekleştirmiştir. Akdeniz’in her tarafında ilk ticari kolonileri kurma başarısı Fenikelilerindir. Ortadoğu ve Mısır kültürünü Avrupa’ya ilk yaygınlaştıranlar da Fenikelilerdir. Alfabe ve gemi yapım sanatları uygarlık açısından etkileyicidir. Yunanlılara alfabeyi onlar öğretmiştir. İlk limanları onlar kurmuştur. Manevi kültürün taşınmasında da rolleri önemlidir. Uygarlık tarihinde en az Urartular kadar etkileyici bir izdir.
İsrail Krallığının etkisi daha çok manevi alandadır. Daha önemlisi, İbrani geleneğinin tek tanrılı dinleri üretmesidir. Sanki Mısır ve Sümer maddi devleti karşısına manevi devleti çıkarmak gibi tarihsel bir gerekçeleri varmış gibi. İbrani geleneğine dar Yahudi penceresinden bakmamak gerekir. Yahudi bu geleneğin daha çok maddi para kolunda yükselirken, manevi kolunda peygamberler, yazarlar ve aydınlar, entelektüeller vardır. Her iki kolda da etkili olmaları dünya uygarlık tarihini derinliğine etkilemiştir. Uygarlığı tam olarak tanımak için Sümer, Mısır ve İbrani geleneği bütün yönleriyle çözümlenmek durumundadır. Bu açıdan Avrupa’yı sadece ortaçağ ve kısmen antik Greko-Romen kültürüne dayanarak izah etmek ayakları havada kalan bir anlatım tarzıdır. Çok eksik ve yanlış bir tarzdır. Daha sonra bu eksikliklerin ne tür vahim sonuçlara yol açtığını tartışmaya çalışacağım.
Kürt Halk Önderi Sayın Abdullah Öcalan’ın “Demokratik Uygarlık Manifestosu
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info