14 Eylül 2010 Salı Saat 15:23
Biyolojik ve kimyevi silahlar bugün için daha çok rağbet kazanmıştır. Daha çok insan öldürmeleri, daha ucuza mâl olmaları ve çok rahat kullanılmaları onlara olan alakanın artmasının başlıca sebebidir.
Eskiden bir asker muharebe yapabilmek için bir kaç kilo ağırlığında kılıç taşırdı. Okcular ise ancak 20-30 gr. ağırlığında oklar kullanırlardı. Barut kullanılmaya başlayınca öldürmek hafifledi. 10 gr.lık bir kurşun bir insanı öldürmeye yetiyordu. 1 tonluk bir atom bombası ise çok daha tesirlidir, 500 bin insanı yok etmeye kâfi geliyor. Bu da insan başına 2 gr. uranyum demektir. Tam sıhhatte bir atletin bir miligram tetrodoksin ile öldürülebileceği düşünülürse 2 gr. uranyum bile fazla gelir. Yani aynı zehirden bir kilo ile bir milyon nüfuslu bir şehir tamamen haritadan silinebilir. Bunun üzerinde ilk düşünenler elbette bizler değiliz zira mikrobiyoloji ilminin kurulmasından beri askeri uzmanları düşündüren şey, bakteri, virüs ve zehirler kullanarak düşman mukavemetinin kırılmasıdır. Biyokimyevi silahların insanlık için çok büyük bir tehlike olduğunu önceden sezen Roosewelt ve Eisenhower bu silahları düşmanları kullanmadan, kullanmayacaklarına dair yemin etmişlerdi. Fakat kısa bir süre sonra patlak veren Vietnam savaşında Amerika yaptığı yemini bozarak, Vietkong birliklerine sığınak teşkil eden tropikal ormanları yok etmek gayesiyle bu silahları ilk kullanan taraf olmuştur. Tamamen tahrip olan bu bölgenin bitki örtüsü bir daha hiç yeşermeyeceği gibi, bölge de artık çorak kalmaya mahkumdur. 21 Aralık 1965 tarihli New-York Times gazetesi Amerika’nın, Vietkong’u felce uğratmak için bir biyokimyevi savaş plânı hazırladığını belgeleriyle açıklayıp ispat etmiş, bunun üzerine ABD bu planı uygulama safhasına koymaktan vazgeçmişti. Bu plan uygulansaydı Amerika, Vietkongluların sebze, meyve, içecek ve diğer bütün besin maddelerine zehirli maddeler sızdırmakla Vietkong’u biyolojik olarak çökertecekti. Fakat Amerika, bir yıl sonra 6 Ocak 1966 da Ben Tre şehrine karşı biyolojik uygulamaya geçmiş ve bu bölgede yasayan 46 bin kişi bir hafta içinde zehirlenmiştir. Biyokimyevi silahların tesirlerinin büyüklüğü eskiden beri bilinmesine rağmen, birçok sakıncalı yönünün bulunması, bu silahların geniş çapta kullanılmasını engelliyordu. Çünkü meydana gelebilecek salgınlar hiç fark gözetmeksizin herşeyi kasıp kavurarak silahı kullanan tarafı da aynı akibete maruz bırakabilirdi. Kimyevi ve bakteriyolojik öldürücüler roketler, güdümlü mermiler ve uçaklar ile istenilen hedefe başarıyla ulaştırılabilmektedir. Mesela: Tifo hastalığına sebeb olan ve genetik yapısı tifo asısına mukavim olacak şekilde değiştirilmiş Salmonella typhose bakterileri mevcuttur. Ajanlar tarafından gizlice ana su depolarına bırakılan bakteriler çok kısa bir sürede çoğalarak bütün halkı kırıp geçirir. İki hafta sonra işgalci ordu elini kolunu sallaya sallaya hedefine ulaşır. İşgalci devletin askerleri bu yeni mikroba karsı aşılandıkları için kendilerine hiç bir şey olmamaktadır. Biyokimyevi silahların bir hususiyeti de maddi hasara sebeb olmadan sadece insan ve diğer canlılar üzerinde müessir olmasıdır. Bu sebeble onlara, Amerikalılar tarafından “Tahrip etmeyen silahlar” ismi takılmıştır. Biyolojik ve kimyevi silahlar, görünüşte bir hususiyeti olmayan binalarda, çok sıkı bir muhafaza altında kurulmuş bulunan laboratuvarlarda, gizli olarak hazırlanıp, gizli ajanlar vasıtasıyla kullanılabildikleri için, diğer silahlara nazaran daha sinsidirler ve düşman tarafından güç ve geç farkedilirler. Bu silahların içinde uyuşturucu maddeler, bayıltıcı ilaçlar nev’inden psikokimyevi maddelerin de bulunduğu bilinmektedir. Psikokimyevi tesirli maddeler insanı öldürmez. Sadece savaştan ve mücadeleden safdışı bırakır. Mesela bir birliğin karavanasına veya suyuna üç damla LSD (bir çeşit uyuşturucu) katılırsa bütün askerler silahlarını atıp hayallere dalacaklar, böylece o birlik saf dışı kalacaktır. Bir çok savaş uzmanı, bu silahların kullanılmasının taraftarıdır. Onlara göre bu silahlar savaşları daha insancıllaştırıyormuş (!). Eğitimciler ve bazı savaş uzmanları ise bu silahların taktik yönünden sakıncalı olduğunu, düşmanın sinir ve akıl dengesini bozması sebebiyle, nükleer silahları kullanmasına yol açabileceğini ileri sürüyorlar. Biyolojik ve kimyevi silahların savaşlarda bu kadar ehemmiyetli rol oynayabilmeleri yanında, maliyet fiyatları da son derece düşüktür. Araştırmacı Dr.B.Zilinkas bu mevzuda “Biyolojik silahlar, dünyaya hükmetme sevdasına kapılan bir diktatörün dikkatini çekebilir. Böyle bir durumda biyolojik silah laboratuvarını kurup çalıştırmak yaklaşık 50 milyon dolara mâlolabilir. Halbuki bir atom bombasını geliştirmek işe milyarlara patlar. Bu da biyolojik silahların çok daha ekonomik olduğunu gösterir. Böyle bir teşebbüs neticede bütün antibiyotiklere mukavim bakteri çeşitleri ortaya çıkarabilir. Bu suretle insanlık antibiyotik öncesi çağa benzeyen bir zamana girer. Diğer tabirle dünya salgın hastalıkların cirit attığı bir yer haline gelir.” General Rostschild: “Yarının Silahları” isimli eserinde şunları söylemektedir: “1 mm3 psittakoz virüsü 20 milyon insanı öldürebilir. Bütün silahların en korkuncu olan botulik toksidinin 500 gramı ise dünyadaki insanların hepsini Öldürecek kudrettedir. Bu silahları kullanmak büyük cesaret sahibi veya deli olmayı gerektirir. En iyisi bu çalışmaları durdurmaktır. Aksi halde günün birinde mutlaka bir deli çıkar… ” Bu umumi gelişmeler karşısında insanlık adına neyin kalıp neyin kalmayacağını söyleyebilir miyiz? Nelerin kayıplara karışacağını, hangi nev-zuhurların yarınımızı İşgal edeceğini kestirebilir miyiz? Bütün dünya adına yapılan barış çağrıları yanında, yapılan bu hareketler göz göre göre kendimizi aldatmak değil midir? Gerçekleşmesi halinde suçlu veya suçsuz, insan, hayvan, bitki ve hatta toprak ayrımı yapmayan bu silahların geride bıraktığı “Harap iller, yıkılmış hanumanlar, zairsiz bucaklar, kimsesiz çöller… Özetle insansız bir dünya’nın mesuliyeti ve vicdan muhasebesi kime ait olacak acaba? Teknik ve sanayinin o iddialı inkılabını müteakip, insanlığın kırılan gururunun, hırpalanan ruhunun asıl sebebini nerede aramalı. Onun arkada bıraktığı, bir mezbaha dehşetindeki şu manzara, insana değer vermeyen pozitivist düşüncenin bir fetiş halinegetirilmesindenbaşka nedir ki? Hiroşima’nın mezar taşında kırılan medeniyet kasesi, bütün bir Avrupa şehrayinindeki renkli lambaları söndüren yıldırım şerarelerine döndü. Bilmem ki Atlantis’in yerle bir edilişinde, insanlık bu kadar endişe ve korkuya tutulmuş muydu?
Kürdistan Stratejik Araştırmalar Merkezi
www.navendalekolin.com – www.lekolin.org – www.lekolin.net – www.lekolin.info